Cehalet Neyimiz Olur?
Kasıtlı cehalet, olgulara, bilgiye veya rasyonel mantığa karşı kaba bir kayıtsızlıktan ileri gelir. Böyle kişiler, bilgiye ve akla aykırı kanaatlere inatçı bir adanmışlıkla bağlanırlar, karşıt fikirleri ve verileri göz ardı ederler. Cehaleti över, bilgiyi aşağılarlar. Bu tür kasıtlı cehaletin kitleselleşmesi tam bir felakettir.
Savaş barıştır… Özgürlük köleliktir… Cahillik güçtür…
George Orwell’in ünlü distopik romanı “1984”ü hemen hatırladınız…
Eskisöylemde oldukça dürüst biçimde ‘gerçeklik denetimi’ olarak adlandırılırdı. Yenisöylemde ise ‘çifdüşün’ deniyor. Gerçi çiftdüşün bunun ötesinde daha geniş şeyleri de ifade eder. ‘Çiftdüşün’, birbiriyle çelişen iki düşünceyi zihnimizde bir arada tutma ve bu düşüncelerin ikisine de aynı anda inanabilme yeteneğidir.
Gerçekliğin çarpıtılması, cehaletin bilgiye galip gelmesi, kitlelerin bu konudaki umarsızlığı birçok aydında bunalıma yol açmış. Thomas Gray’in “Ode on a Distant Prospect of Eton College” adlı şiirinde “cehaletin mutluluk olduğu yerde bilgelik deliliktir” şeklinde, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”da “yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık” sözcükleriyle adeta çığlık atarcasına ifade ettiği, bu çaresizlik hâli olsa gerek. Yeni binyıl dönüşümünü kutsayan “Matrix” filminde Cypher, modern çağın lanetlilerine bu duygudurumu, daha çarpıcı ve sloganik bir dille “mutluluk cehalettir” telmihiyle anlatmıştı.
Kasıtlı Cehalet
Olanaksızlıklar yüzünden eğitimden yoksun kalanlar ya da çağının bilgisine erişimi kısıtlı olanlar için söz konusu olanından bahsetmeyeceğim. Bu yazı, bir tercih, hatta ideal olarak kutsanan cehalet hakkında. Zira dünyada samimi bir şekilde arzulanan cehalet kadar tehlikeli bir şey yok.
Kasıtlı olarak cehalet yayma konusunun incelenmesi ‘Agnotoloji’ olarak adlandırılıyor. Yani Agnotoloji, bilgisizlik bilimi demek. Kavramı geliştiren, 2008’de bu konuda bir kitap da yayımlamış olan Stanford Üniversitesi’nden bilim tarihçisi Robert Proctor. Proctor, tütün sanayisinin, tüketicilerin sigaranın zararlarını öğrenmesini istemediğini ve sigara içmenin sağlık üzerindeki zararlı etkileri konusundaki gerçekleri bulandırmak için milyarlar harcadıklarını 1999’da bütün yalınlığıyla ortaya koydu. Bu kavramı da o çalışmaları sırasında geliştirdi. “Bilgisizlik güç sağlar ve Agnotoloji de kasıtlı olarak yaratılan cehaletle ilgilenir” diyen ve köklü bir cehalet döneminde yaşadığımızı ifade eden Proctor, bilginin ‘erişilebilir’ olmasının o bilgiye ulaşıldığı anlamına gelmediğini hatırlatıyor. Zaten bu yüzden konumuz yoksunluk yüzünden oluşan cehalet değil, tercih edilen cehalet.
Kasıtlı cehalet, olgulara, bilgiye veya rasyonel mantığa karşı kaba bir kayıtsızlıktan ileri gelir. Böyle kişiler, bilgiye ve akla aykırı kanaatlere inatçı bir adanmışlıkla bağlanırlar, karşıt fikirleri ve verileri göz ardı ederler. Cehaleti över, bilgiyi aşağılarlar. Bu tür kasıtlı cehaletin kitleselleşmesi tam bir felakettir. Proctor, siyasi ve felsefi konularda insanların bilgisinin çoğu zaman inanca, geleneğe ve daha çok propagandaya dayalı olduğunu belirtiyor. Kitlesel propagandanın “Büyük Yalan” olarak bilinen tekniğini kullanmadaki ustalığıyla hak edilmiş bir ün kazanmış, Nazi Almanya’sının Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Goebbels’in de kanıtladığı gibi, kitle iletişim araçları yoluyla insanları bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi haline getirmek mümkün.
Agnotoloji kavramı gibi bir diğer gerçeklik düşmanı da ‘gerçek-ötesi’ (post truth). Post-truth; ‘nesnel gerçekliğin kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu’ şeklinde tanımlanıyor. Bu kavramı Türkçeye ‘gerçek-ötesi’, ‘gerçek-sonrası’ ya da ‘post-olgusal’ şeklinde çevirmek mümkün. Tahmin edeceğiniz üzere gerçek-ötesinin en yaygın olduğu alan siyaset. Gerçek-ötesi ve cehalet sevicilik öyle boyutlara ulaştı ki Umberto Eco’nun 20 yıl önceden, “artık esas meselemiz bir şeyin yanlış olduğunu ispatlamak zorunda kalacak olmamız değil. Esas meselemiz, apaçık doğrunun doğru olduğunu ispatlamaya çalışmak zorunda kalacak olmamız” diye haber verdiği lanetli günleri yaşıyor gibiyiz.
Yalan ve Zırva
Haziran 2019’da “Gerçeğe asıl tehdit yalanlar değil, zırvalar” başlıklı yazısında Cemal Tunçdemir bu endişe verici durumu siyaset bağlamında ele almış ve aşağıda kısaca alıntıladığımız birçok örnek sunmuştu. İlk örnek, gerçek-ötesinin ete kemiğe bürünmüş şekli olan eski ABD Başkanı Donald Trump ile ilgili. İngiltere’de yayımlanan The Sun gazetesi, dönemin ABD Başkanı Trump ile Haziran 2019’da İngiltere’ye yapacağı ziyaret öncesi bir röportaj yaptı. Röportajı yapan gazeteci, İngiliz Kraliyet ailesinin ikinci prensi Harry ile evlendikten sonra, Sussex Düşesi unvanı alan Meghan Markle’ın, 2016 seçiminden birkaç ay önce Trump hakkında ‘kadın düşmanı’ ve ‘toplumu bölücü’ gibi sözler kullandığını hatırlattı. Trump, “Bunu dediğini bilmiyordum. Edepsiz biri olduğunu bilmiyordum” yanıtını verdi. ABD Başkanı’nın, Düşeslerine ‘edepsiz’ demesi, İngiltere’de tahmin edileceği üzere büyük gürültü kopardı. Ziyaretinde Kraliyet ailesince şaşalı karşılanmayı çok önemseyen Trump, bunun üzerine hemen bir Tweet atarak, kesin bir dille ‘edepsiz’ sözünü asla kullanmadığını iddia etti.
Trump’ın ‘gerçekler’ ile sorunlu ilişkisine artık alışanlara bile, ‘yok daha neler’ tepkisi verdiren şey ise bundan sonra yaşandı. Trump’ın 2020 seçim kampanyasının resmi Twitter hesabı, Trump’ın söz konusu röportaj ses kaydını paylaştı. “Yalancı medya CNN yine iş üstünde, Başkan Trump’ın Meghan Markle’a ‘edepsiz’ dediğini uyduruyor. İşte Başkan’ın ses kaydı, kendiniz dinleyin öyle karar verin” paylaşımını dinleyenler, Trump’ın Markle hakkında ‘Edepsiz biri olduğunu bilmiyordum’ dediğini kendi kulaklarıyla duydular. İnanılır gibi değildi ama Trump’ın Düşes’e, açıkça ‘edepsiz olduğunu bilmiyordum’ dediği ses kaydı, ‘edepsiz demedi’ iddiasının delili olarak kullanılıyordu! Trump’ın kampanyası acaba ‘ironi’ veya ‘şaka’ mı yapıyor diye düşünenler olduysa da durum öyle değildi. Bu, son yıllarda, ABD’nin ve dünyanın birçok ülkesinin politika sahnesini işgal etmekte olan ‘zırva’ tsunamisinin sadece küçük bir örneğiydi. 1984 romanındaki parti yetkilisinin “Parti isterse 2 + 2 = 5 olur” demesi gibi nesnel gerçeğin önemi, sözün değeri ve ağırlığı yok oluyordu. Sözcükler kendi anlamlarını taşımak için değil, anlamı pervasızca yıkmak için kullanılıyordu. Gerçeği çarpıtmanın en etkili yolu Orwell’in anlattığı yöntemdi; yalanı gözümüzün içine sokarak söylemek…
Princeton Üniversitesi ahlak felsefesi profesörü Harry Frankfurt’un 1986 yılında yaymnladığı ve 2005 yılında kitaplaşan “On Bullshit” (Zırva Üzerine) adlı denemesine, bugünlerde sıkça atıf yapılmasının nedeni de dünyanın dört bir tarafında maruz kaldığımız bu zırva dalgası. Profesör Frankfurt, “Günümüzde egemen kültürün en göze batan özelliklerinden biri de çokça zırva barındırması” diye başlayan sorgulamasında, yalan ile zırva arasındaki farka dikkatimizi çekiyor. Zırvaların, gerçeğe, yalanlardan daha büyük tehdit olduğunu vurguluyor.
Peki, yalan ile zırva arasındaki fark ne? Yalancı, yalan söylerken gerçeği gizlediğinin farkındadır. Gerçeğin ne olduğunu bilir ancak çıkarı için insanların o gerçeğe ulaşmasını engellemeyi amaçlar. Bu davranış elbette ahlaken sorunlu ama bir yönüyle içinde hâlâ gerçeği kabullenmeyi, gerçeğe bir saygıyı muhafaza ettiği söylenebilir. Demokrasiler yakın geçmişe kadar çoğunlukla yalanın tehdidi altında olageldi. Monica Lewinski skandalı patlak verdiğinde Bill Clinton, “bu kadınla ilişkim olmadı” derken yalan söylüyordu ve yalan söylediğinin bilincindeydi. Gerçek ortaya çıkmasın diye uğraşıyordu. Nixon, Watergate‘te yalan söylerken bunun yalan olduğunun kesinlikle farkındaydı. Sadece Araştırma Komisyonu’nun gerçeğe ulaşmasını engellemeye çaba gösteriyordu.
Zırvalayana gelince, ‘objektif gerçek’ onun umurunda bile olmuyor. Söylediği şeyin gerçek olup olmadığı üzerinde düşünmüyor bile. O an, o dakika, karşısındaki kalabalığın ne duymak istediğini hissediyor, işine ne geliyorsa onu rahatlıkla söyleyebiliyor. Günümüzü zırvalar çağına dönüştüren şey, birçok demokrasinin art arda tamamı ile ‘zırvaların’ egemenliğine girmesi ve zırvaların sandıkta kazanmayı sağlaması oldu. ABD Başkanı Trump, örneklik konusunda neredeyse karikatür haline gelmiş olsa da durumun çok daha ciddi başka örnekleri var.
Dünyanın en büyük demokrasisi olarak kabul edilen Hindistan’da Mayıs 2019’da yapılan parlamento seçiminin kampanya süreci, bir demokrasinin ‘zırvaların’ ve zırvalığın’ egemenliğine girişinin ibretlik örnekleriyle doluydu. Seçimin gündemi, dünyanın en kalabalık ikinci ülkesinin, dünyanın en kalabalık yoksul nüfusunun sorunlarıyla değil, gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmayan, soyut, ispatlanamaz zırvalarla doldu. İktidar partisinin herhangi bir politikasını eleştirenler, karşılarında rasyonel açıklamalar değil, sadece ‘vatan haini’, ‘dış güç işbirlikçiliği’, ‘düşmanların ekmeğine yağ sürmek’ gibi ithamlar buluyordu.
Hindistan’ın resmi istatistiklerine göre Hindistan’ın Müslüman nüfusunun oranı 1951’de yüzde 9,8’di ve 60 yıl sonra 2011 yılında ancak yüzde 14,2 olmuştu. Ama iktidardaki Hindu milliyetçisi Millet Partisi (BJP), seçim kampanyası boyunca Müslüman nüfusun oranının 2031’de yüzde 38,1’e ve 2041 yılında yüzde 84,5’e ulaşacağını iddia etti. Böyle bir şeyin biyolojik ve kültürel olarak imkânsızlığına rağmen, Hinduların çoğu bu zırvaya inanıp, ‘Hinduluk yok olmanın eşiğinde’ korkusuyla Millet Partisi’ne oy verdi. Modi’nin mitinglerinde, ülkenin kurucu merkez sol partisi Kongre Partisi’nin ‘gerçek soyunu ve inancını gizleyen Müslümanların’ yönlendirmesinde olduğu ve Hindistan topraklarını yeniden Müslüman egemenliğine sokma hülyasına hizmet ettiği propagandası yapıldı. Kongre Partisi ve vatan haini laik elitler, başta Pakistan olmak üzere Hindistan’ın düşmanlarının en büyük korkulu rüyası olan Modi’nin kaybetmesi için çalışıyorlardı. BJP’nin seçim sloganları; “Modi’yi desteklemek Hindistan’ı desteklemektir, Modi’ye karşı olmak Hindistan’a karşı olmaktır” şeklindeydi.
Modi de, dünyadaki bütün ‘zırvacı’ muadilleri gibi entelektüel donanımdan uzaktı. Politika yapımında uzman görüşüne değil kısa dönemli, hatta anlık siyasal önceliklerine değer veriyordu. Bilimi, akademiyi, sosyolojiyi, ekonominin temel kurallarını sadece aşağılamıyor, rahatlıkla kestirip atabiliyordu. Örneğin, genetik mühendisliğinden uçaklara kadar her teknolojinin ilk kez Hindistan’da geliştirilmediğini savunmak bile, Hindistan’da bir akademisyen için kariyerini riske sokan bir düşünce haline gelmişti. Dünya ve hatta bütün evren Hinduluk ve Hindistan etrafında açıklanabiliyordu. Bütün tarih, ülkenin yaşamakta olduğu zırvalığı meşrulaştıracak şekilde tamamen baştan yazılıyor ve bu iklimi besleyecek en cahilce efsane ve mitler üzerinden yeniden kurgulanıyordu.
Modi, Hindistan’da evinde temiz suyu ve tuvaleti bile olmayan yüz milyonlarca insana bunca yıllık iktidarında bu en temel imkânları bile yaratamamış, 2014’teki seçim vaatlerinin tek birini bile gerçekleştirmemiş olsa da onları “yok olmaktan koruyan ve korumaya devam eden bir milli kahraman” olarak azizleştirildi. Hindistan’ın varlığı varoluşsal tehditler altındayken adeta kutsal nitelik kazanmış bir kurtarıcıyı ekonomi gibi önemsiz konuları bahane ederek eleştirmenin yeri ve zamanı mıydı? Seçim ortamında bile BJP’nin ekonomik vaatlerini, politikalarını tartışmak imkânsızdı. Hiçbir gerçeğin önemi yoktu zira hiçbir gerçek, zırvayı değiştiremiyordu.
Avrupa kamuoyu genellikle bu konularda daha duyarlı olmasıyla bilinir. Acaba gerçekten öyle mi? Görülen o ki Aydınlanmanın beşiği de zırvaların egemenliğinden nasibini almış. Almanya için Alternatif (AfD) adlı ırkçı popülist parti, 2017 seçimleri sırasında yürüttüğü kampanyada bir polisin göstericilerden dayak yerken göründüğü fotoğrafı, solcuların ve göçmenlerin Almanya’yı şiddet sarmalına sürüklediğinin delili olarak kullandı. Bu fotoğrafın Almanya’da değil, Atina’da çekilmiş bir fotoğraf olduğu kısa sürede ortaya çıktı. AfD sözcüsüne bu seçim kampanyası fotoğrafının gerçek olmadığı hatırlatıldığında tepkisi, “fotoğrafın sahte veya gerçek olması Almanya’da şiddet ve kaosu kimin yükselttiği gerçeğini değiştirmez” şeklinde olmuştu.
Zihinsel Manipülasyon
Bu akla ziyan, inanılmaz örnekleri çoğaltmak mümkün. Peki, zırvacı, taraftarlarının zihnine nasıl hükmedebiliyor? En yaygın yöntem, psikolojide ‘gaslighting’ diye adlandırılan zihinsel manipülasyon yöntemi. Adını, İngiliz yazar Patrick Hamilton’ın 1938 yapımı “Gas Light” (Gaz Lambası) oyunundan alan bu yöntem, manipülatörün, kurbanını kendinden ve gerçeklik algısından şüphe eder hale getirmesi olarak bilinir. Amaç, kurbana yeni bir gerçeklik algısı yerleştirerek, hatta muhatabın anılarını değiştirerek gerçekliği yeniden sorgulatmak, kendinden şüphe duymasını, suçluluk hissetmesini ve sonucunda hatalı olduğunu kabul etmesini sağlamaktır. Böylelikle mağdur birey benlik duygusunu yitirir, bütün sosyal çevresinden kopar, tamamen güçsüz ve karşı tarafa bağımlı hale gelir. Öyle ki kendisini istismar eden insan olmasa, kendi dünyasının da var olamayacağı, ertesi sabah güneşin doğmayacağı yanılgısı mağdurda güçlü bir inanca çevrilir. Gaslighting yapanlar, kurbanlarının, hiç olmamış bir şeyi olmuş gibi, hiç söylenmemiş bir şeyi söylenmiş gibi kabul etmelerini sağlar. Bir süre sonra gaslighting kurbanı, en açık saçmalıklarda bile kendisini “vardır onun bir bildiği” uçurumuna bırakır.
Bilişsel Uyumsuzluk
Kitlelerin böyle liderlere körü körüne bağlanmasını, hatta gerçeklerle yüzleşmektense inkârı ve yalanı yeğlemesini açıklamaya çalışan bir diğer toplumsal psikoloji kuramı bilişsel uyumsuzluk olarak bilinir. Sosyal psikolog Leon Festinger ve iki meslektaşı 1956’da yayımladıkları “When Prophecy Fails” (Kehanet Yanlış Çıktığında) kitabında, içine sızdıkları bir grubun davranışlarına dayalı gözlemleriyle bu teoriyi geliştirdiler.
Dorothy Martin isimli Chicago’lu bir ev kadını, 21 Aralık 1954 şafak vaktinde büyük bir tufanın dünyanın sonunu getireceğini, kendisine inananların ise 20 Aralık gecesi Clarion gezegeninden gelip kendilerini uzaya götürecek bir gemi sayesinde bu tufandan kurtulacakları kehanetinde bulundu. Bu kehanet kısa sürede duyuldu ve Martin’in çevresinde bir topluluk oluştu. Kendilerine “Seekers” adını veren tarikatın müritleri, gazetelere, radyolara ilanlar verip insanları uyarmaya çalıştı. Kehanete inananlar işlerini bıraktı, bütün mal varlıklarını elden çıkardı, hatta inançlarını paylaşmayan ailelerini terk etti. Müritler, ne kadar saçma olursa olsun liderin söylediği her şeye kesin inanıyordu.
20 Aralık gece yarısı geçti ama ne kıyamet koptu ne de uzaylılardan ses seda çıktı. Herkesin kafası karışmışken Martin, sabaha karşı uzaylılardan yeni bir mesaj geldiğini, grubun birlikte yaydıkları pozitif enerji yüzü suyu hürmetine uzaylıların kıyameti ertelediğini duyurdu. Kehanet gerçekleşmeyince ne mi oldu? Hiçbir şey… Hatta işlerini, eşlerini, mülklerini terk etmiş müritler isyan etmek bir yana, inançlarına daha sıkı sarıldılar. Tarikatları dünyayı kurtarmıştı! Şimdiki görevleri ise insanlığı uyarmak ve aynı felaketin yeniden olmasını önlemekti. Kehanetin doğruluğunun kanıtlanamamış olması, ona inananların inançlarını zedelememişti. Aksine inançlarını daha da pekiştirmiş ve grubu yeni üyeler aramak üzere harekete geçirmişti.
Özellikle körü körüne bağlanılan inançlar, yargılar ya da karizmatik liderler söz konusu olduğunda bağlılık o denli baskın oluyor ki gerçekler bu bağlılıkla çeliştiğinde, psikolojik gerilimi ve çelişkiyi azaltmak için ne kadar saçma olursa olsun gerçekliği çarpıtmak daha kolay oluyor. Gerçekler ne kadar acı, çelişki ne kadar keskin olursa, totaliter popülist lidere âşık olan kitlenin bağlılığı o denli artıyor. Nazi Almanya’sı bu durumun en çarpıcı örneklerinden birini oluşturur. Nisan 1945’te artık İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiği dönemde, Kızıl Ordu Berlin’in dış mahallelerini kontrol altına alırken Hitler, saklandığı sığınağın bahçesinde Sovyet ordusuyla savaşan çocuk yaştaki askerlerine başarılarından ve cesaretlerinden dolayı madalya takıyor ve generallerine bütün cephelerde saldırı emri veriyordu. O anda bile ona hâlâ inanan kitleler vardı. Tıpkı Dorothy Martin örneğinde olduğu gibi, her şeylerini kendisine adadıkları Führerlerinin yanıldığını itiraf etmektense bütün takipçileri onunla birlikte uçuruma sürüklenmeye razıydı.
Dünyada salgın gibi yayılan ve COVID’den çok daha tehlikeli olan totaliter-popülist siyaset ve onu besleyen komplo teorileri işte bu ortamda boy atıp gelişiyor. Son üç yılda Türkiye’de bu hastalıklı toplumsal psikolojinin çok örneğine tanık olduk. Gerçeklik gözlerimizin önünde defalarca sökülüp yeniden takıldı. Yeminlerle pekiştirilen sözlerden defalarca dönüldüğünü gördük. Ekonomideki ağır yıkımı iliklerine kadar hissetmelerine rağmen Hükümete toz kondurmamakta ısrar eden, hatta ne kadar çılgınca gelse bile yaşanan olumsuzlukların sebebi olarak muhalefeti suçlayanlar var. Lozan Anlaşması’nın Türkiye aleyhine gizli maddeleri olduğu iddiasından Merkez Bankası’nın kontrolünün küresel finans güçlerinin elinde olduğuna kadar çok sayıda benzer zırvayı savunan kişi sayısı ürkütücü.
Gelecekte, ülke sadece siyasal ve ekonomik olarak değil toplumsal zihniyet olarak da ciddi bir tedaviye gereksinim duyacak. Bu tedavinin zor olacağını ve uzun süreceğini de biliyoruz.