Güç Biter, Hakikat Kalır
Devlete, onun imkânlarına ve dahi ötekine alan daraltmasına yaslanmayla yapılan üretimlerle kültürel iktidar ancak dönemlik elde edilir. Kalıcılıksa sözün, eylemin gücüne ve onu söyleyenin hakikatine bağlı.
Geçtiğimiz haftalarda gündeme damgasını vuran konulardan biri, her seferinde başka bir vesileyle gündeme gelen ‘kültürel iktidar’ tartışmalarıydı. Gassal dizisiyle başlayan tartışma, dizi sektöründeki tekelleşme etrafındaki iddialarla büyüdü ve her zamanki gibi yargı devreye girdi. Geçen yıl Kanun Hükmü belgeseli etrafında kültürel iktidar tartışmalarıyla ilgili şöyle bir değerlendirme yapmıştım: “Toplumsal yapıyı, sosyal ve kültürel olarak değiştirmek, başka bir deyişle siyasi iktidarı kültürel iktidarla taçlandırmak iktidarlar için gerekli bir durum olarak görülebilir. Ama asıl sorun bunun tam da eleştirildiği gibi tahakküm ve güçle yapılmaya çalışılması. Gazetecilerin, sanatçıların, akademisyenlerin hedef gösterilmesi, tutuklanması, konserlerin iptali, festival yasakları ve daha birçok konuyu bu kapsamda değerlendirmek mümkün.
İktidar ve destekçileri, kamu kurumlarını ve gücünü kendi ideolojik düşüncelerinin ve yaşam tarzının güvencesi kılmakla yetinmek istemiyor; ötekilerin güvencesizliğinin aparatı haline getirmek istiyor. Katılmadıkları, onaylamadıkları görüşlerin, düşüncelerin kamusal alandan tamamen silinmesini, filmlere konu edilmemesini, edilse de kitlelere ulaşmamasını istiyor. Kurumlar da çoğu zaman iptal-yasak ve davalarla bu talepleri yerine getiriyor.”
Bugün ise daha da vahim bir vasattayız. Yerel yönetimden sivil topluma, akademiden kültür alanına, medyaya en temel alanlarda adil olmayan rekabet kuralları işletiliyor. Yerel yönetimlerden başlayalım; iktidar seçimler istediği gibi sonuçlanmazsa yaşanabileceklerin işaretini ‘hizmet gelmez’ gözdağıyla ortaya koymuştu ama doğrusu her geçen gün artan bu çifte standart uygulamayı da kimse beklemiyordu. Bir yanda kayyum atamaları bir yanda SGK borçları, konserler, kreş tartışması ve en sonunda da suçlamaların inandırıcı olmadığını bizzat ittifak üyelerinin bile belirttiği bir operasyon. Cumhurbaşkanı vaktiyle kendi belediye başkanlığı döneminde bazı kararlarının imzalanmaması üzerine “Merkezi hükümet bize adeta politik terör uyguluyor” cümlesini kullanmıştı. Şimdi yaşananlara kendi maruz kalsa nasıl adlandırırdı? En hazini ise bir dönem kendilerine yönelen kumpasların yöntemlerinin hatta söylemlerinin benimsenmesi. Medya gücüyle, manipülasyonla bu girişimlerin hukukun alanı olduğu ve kendilerini de ‘temiz eller’ savunucusu oldukları algısı oluşturulmaya çalışsalar da toplumun büyük çoğunluğu yaşananların siyasi olduğunun farkında. Kayyumlar kadar SGK borçları ve diğer konular da toplum tarafından onaylanmadığı gibi iktidarın bu konuda keyfi ve çifte standartla davrandığı dile getiriliyor. Birey olarak adalet karşısında eşit olmadığını iliklerine kadar hissetmeye başlayan bir toplum, kurumsal olarak da adalet karşısında eşit olmadığını düşünüyor. Yenidoğan çetesi davası, maden kazaları, binlerce insanımızı kaybettiğimiz depremler ve daha nice konuda kurumsal sorumluluk alınmadığını görüyoruz. Meclis önergelerinin kabul edilmemesi veya Meclis’e hiç önerge verilmemesiyle ilgili tartışmalarda bir iktidar vekilinin “İktidar biziz, kendi kendimizi mi denetleyeceğiz” sözlerini de burada hatırlatayım.
Adil Olmayan Rekabet
Yerel yönetim alanı kısaca böyle ve sivil toplum da farklı değil. Orada da iktidara yakın olanlar kaynak bulmaktan faaliyet göstermeye daha eşit olduğu kadar konu soruşturma ve denetim olduğunda da daha farklı muamele görüyorlar. Sivil toplumu kullandığı kaynaklar üzerinden (ki iç ve dış kaynakların hepsinin denetimi İçişleri ve vergilendirmesi Maliye Bakanlığı tarafından yapıldığı, kendileri de bu kaynakları kullandığı halde) marjinalleştirmekten, düşmanlaştırmaktan ve yargılamalara konu etmekten imtina etmediler. Denetimler adeta bir cezalandırma aracına dönüşürken Yunus Emre Vakfı ve ardından 15 Temmuz Derneği etrafındaki yolsuzluk davaları ortaya çıkınca gördük ki iktidara yakın kurumların denetlenmesini geçelim yolsuzlukları bile kurumsal olarak değil ‘birinin şeytana uyması’ olarak geçiştiriliyor.
Akademide de işler aynı. MHP’nin resmî hesaplarından ‘barış herkese kazandırır’ mesajının yayınlandığı gün Barış Akademisyenleri’nin bildirisinin de yıldönümüydü. Sadece o bildiri etrafında yaşananları bile hatırlamak yeterli. İktidarın ve destekçilerinin yüzlerce akademisyen için ‘medeni ölüm’ süreci olarak yürüttükleri bu dönemi hararetle destekleyen ve kendilerini her zaman hakikatin yılmaz bekçisi gibi gösterenleri de unutmadık. Şimdi aynı duvarları barış tartışmalarının etrafında örmeye çalışıyorlar; hakikat eksilterek.
Kültür ve medya alanındaki ‘iktidar’ savaşına gelince… Önce ‘kamu sadece bizim olsun’, ardından ‘kamu bizim için alan açsın’ talepleri bugün artık ‘rakibin elini kolunu bağla’ya evrilmiş durumda. Yani orada da rekabet adil olmadığı gibi hileli işletiliyor. Ancak açılan alanlara, ayrılan mekânlara verilen sınırsız imkânlara rağmen evrenseli geçtim ulusal anlamda bile kitlelere mal olan üretim de aktör de yok. Binlerce dernek, vakıf, gazete, dergi olsa da iktidara yaslanmadan önceki yıllar gibi toplumun farklı kesimlerinde iz bırakan çok az üretim var. Bu söz ve faaliyetlerin büyük çoğu mahallenin gençlerine, çocuklarına tesir etmiyor.
Görülmesi gereken şu; devlete, onun imkânlarına ve dahi ötekine alan daraltmasına yaslanmayla yapılan üretimlerle kültürel iktidar ancak dönemlik elde edilir. Kalıcılıksa sözün, eylemin gücüne ve onu söyleyenin hakikatine bağlı. Kültürel iktidarın yılmaz savunucularından biri Gazze’de ateşkesle ilgili paylaşımında Ahmet Kaya ve Yusuf Hayaloğlu’nun unutulmaz ‘Yorgun Demokrat’ parçasından bir bölüm kullanmış. Sadece bu örnek bile yeterli kalıcılığın devlet sopasıyla elde edilemeyeceğini görmek için. Tabii anlayana…
EMİNE UÇAK ERDOĞAN