Uluslararası politika ve dış politika hakkında binlerce sayfa yazmış olmasına rağmen, Kissinger’ın kitaplarının hiçbirinde kendine özgü uluslararası politika teorisi ayrıntılı olarak yer almaz. Hacimli eserlerinden devletlerin nasıl davrandıkları konusunda pek çok şey öğrenebilirsiniz, ancak neden güç için mücadele ettiklerini veya siyasi liderlerin hesaplamalarında hangi nedensel baskıların daha önemli olduğunu ortaya koyan net bir ifade bulamazsınız.
Henry Kissinger’ın ölümünün ardından beklendiği gibi hayranlıktan hararetli kınamalara farklılaşan bir yorum furyası ortaya çıktı. Birkaç ay önce 100’üncü doğum günü vesilesiyle Kissinger’ın kariyerine ilişkin bir değerlendirmede bulunmuştum. O gün yazdıklarımın arkasındayım. Buradaysa görece dar bir çerçevede ama dikkat çekici bir soruya değiniyorum: Kissinger gerçekten realist miydi?
Kissinger’ın realist olup olmadığı akademik çerçevede ele alınacak bir konu olmanın ötesine geçiyor. Kissinger’ın dünya görüşü, hükümetteki icraatları, ardından da uzmanlığıyla, alana hâkimiyetiyle sürdürdüğü yüksek maaşlı danışmanlık kariyeri dış politika realizmi ile eşanlamlı kabul edilirse, bu konuda varılacak bir yargı realist geleneğe ilişkin tüm değerlendirmeleri etkileyecektir. Gerçek bir realist olmadığı ya da son derece nevi şahsına münhasır bir realist olduğu yargısına varılırsa, realizmin temel içgörüleri, bizzat Kissinger’ın ya da kamuoyunun gözü önünde geçirdiği onlarca yılın nasıl değerlendirdiğinden bağımsız olabilir.
Doğrusu, realist yaftasının ona tam anlamıyla nasıl uyduğunu anlamak zor değil (Kissinger da bu yaftayı söküp atmak adına pek bir şey yapmadı). Kariyerinin başından itibaren öncelikle büyük güçler arasındaki ilişkilerle, merkezi bir otoritenin yokluğunda ve rekabet halindeki çıkarların kaçınılmaz çatışmasında istikrarlı düzenler inşa etmenin zorluğuyla ilgilendi. Siyasetin trajikliğini bütünüyle takdir etti ve naif idealizme karşı ihtiyatlı davrandı. Birçok muhalifinin de belirttiği gibi, insani kaygılara pek önem vermedi ve kesinlikle insan haklarının, masumların hayatlarını koruma gereğinin ya da uluslararası veya yerel hukukun inceliklerinin, bir büyük gücü kendi bencil çıkarlarının peşinden gitmekten alıkoyması gerektiğini düşünmedi.
Kissinger acımasız bir bürokrasi savaşçısıydı ve aynı zamanda karanlık siyasetin başarılı uygulayıcılarından biriydi. Düzeni korumak için bir prensin “nasıl iyi olunmayacağını öğrenmesi gerektiğini” öğreten Machiavelli’yi okuduğu belliydi. Machiavelli, başarılı liderlerin “kendini rüzgâra göre uyarlamaya eğilimli bir zihne sahip olması” ve gerektiğinde “büyük bir takiyeci ve ikiyüzlü” olması gerektiğini de düşünüyordu. Bu özellikler Kissinger’a tam olarak uyuyor. Haliyle neden bu kadar çok insanın onu dış politika realizminin Amerika’da vücut bulmuş hali olarak gördüğünü anlamak zor değil.
Yine de Kissinger’ın özünde gerçek bir realist olup olmadığından emin olmak mümkün değil. Uluslararası politika ve dış politika hakkında binlerce sayfa yazmış olmasına rağmen, kitaplarının hiçbirinde kendine özgü uluslararası politika teorisi ayrıntılı olarak yer almaz. Kissinger’ın hacimli eserlerinden devletlerin nasıl davrandıkları konusunda pek çok şey öğrenebilirsiniz, ancak neden güç için mücadele ettiklerini, ne kadar güç istediklerini veya siyasi liderlerin hesaplamalarında hangi nedensel baskıların daha önemli olduğunu ortaya koyan net bir ifade bulamazsınız.
Dahası, görüşleri çoğu zaman diğer önde gelen realistlerin görüşleriyle çelişir. Mesela çoğu realist nükleer silahların sadece caydırıcılık için faydalı olduğuna inanırken, Kissinger’ın nükleer strateji üzerine yazdığı çeşitli (ve kuşkusuz çelişkili) yazılar, nükleer silahları bazen bir savaşta kullanılabilir araçlar olarak tasvir eder. George Kennan, Hans Morgenthau, Kenneth Waltz ve Walter Lippmann gibi tanınmış realistler ABD’nin Vietnam’daki savaşına karşı çıktılar ve bunu kamuoyu savaş aleyhine dönmeden çok önce yaptılar; Kissinger ise hükümete girmeden önce savaşı destekledi, savaşın kazanılamayacağını kabul etse de savaşı uzattı.
Soğuk Savaş sonrası, realistler NATO’nun genişlemesini en çok eleştirenlerdendi. Kissinger Rusya ile ilişkiler üzerinde olumsuz bir etkisi olacağı öngörüsüne rağmen bu politikayı destekledi. Çoğu realist 2003 yılında Irak’la savaşa girmenin ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun olmadığının farkındaydı. Kissinger ise savaş başlamadan önce ve sonrasında da birkaç yıl boyunca savaşı destekledi. Edward Luce’un Kissinger’ın kariyerine ilişkin değerlendirmesinde isabetle gözlemlediği gibi, “O olması gerektiğinde bir realist, rüzgâr yön değiştirdiğinde ise bir neo-muhafazakârdı.”
Kissinger’ın geniş bir realist topluluk içindeki bu tekil konumu nasıl açıklanır? Pek çok neden akla gelebilir, ancak ben onun dünya görüşünün birbiriyle ilişkili iki unsurunun realist ortodoksiden ayrıştığı yerin merkezinde yer aldığını düşünüyorum.
Fikirlerin İstikrarsızlaştırıcı Etkisi
Birincisi, çoğu realist (ve özellikle yapısal realistler) gücün maddi unsurlarını (yani nüfus, ekonomik güç, kaynaklar, askeri güç vb.) vurgularken, Kissinger fikirlerin de aynı derecede güçlü ve bilhassa tehlikeli olabilme potansiyeli barındırdığına inanıyordu. Resmâ (ve oldukça sempatik) biyografi yazarı Niall Ferguson, Kissinger’ı neo-Kantçı bir idealist olarak yeniden pazarlamaya çalışırken oldukça ileri gitmiş olsa da anlatımı Kissinger’ın “tehlikeli fikirlerin takipçi kazanmaları halinde büyük bir tahribata yol açabileceği”ne dair süregelen inancını kabul etmektedir. Zira bu durumda en güçlü ordu bile bu fikirlerin yayılmasını engellemeye yetmeyebilir. Kissinger’ın Avrupa komünizminden duyduğu abartılı korkuyu ya da Şili’de ılımlı bir sosyalist başkanın (Salvador Allende) seçilmesine verdiği aşırı tepkiyi başka nasıl anlayabiliriz? Kissinger’ın fikirlerin istikrarsızlaştırıcı etkisine ilişkin kaygıları, onu stratejik açıdan marjinal ülkelerdeki en küçük huzursuzluklara karşı aşırı duyarlı hale getirmiş ve diğer realistlerin karşı çıktığı gibi bunlara aşırı tepki vermeye yönelmiştir.
İkincisi realistlerin birçoğu devletlerin (özellikle de büyük güçlerin) güçlü ya da tehditkâr rakiplerine karşı denge kurma eğiliminde olduğuna inanırken, Kissinger genellikle bunun tam tersinin doğru olduğuna inanıyor gibi görünür. Her ne kadar sık sık güç dengesi mantığına başvursa da (Çin’e açılım bu tür bir davranışın mükemmel bir örneğiydi), Kissinger içten içe diğer devletlerin Amerika’nın rakipleriyle bir çırpıda “aynı safta” yer alacağına inanmıştır. Richard Nixon’ın ulusal güvenlik danışmanı olmasının arifesinde yayınlanan Vietnam Barış Müzakereleri (The Vietnam Peace Negotiations) adlı kitabına yazdığı o bilindik sözünde belirttiği gibi: “Uluslar ancak bizim istikrarımıza güvenebilirlerse eylemlerini bizimkilere göre şekillendirebilirler.” Burada kastedilen sadece Güneydoğu Asya’nın görece zayıf devletleri değildir. Vietnam’dan çekilmenin ABD’nin gücü ve güvenilirliği konusunda şüphelere yol açacağından ve ABD’nin müttefiklerinin tarafsızlığı tercih etmelerine (ya da daha da kötüsü Sovyetler Birliği ile aynı safta yer almalarına) neden olacağından endişe ediyordu. Bu korku, ABD’nin kazanamayacağını bildiği bir savaşta savaşmayı sürdürmenin gerekli olduğu düşüncesinin nedenini açıklıyor. Kissinger bu inancında yalnız değildi ki gerçekten de güvenilirlik takıntısı ABD ulusal güvenlik kurumlarının içine işlemiş durumdadır, ancak bu inanç realist geleneğin temel bir öğretisi ile çelişmektedir.
Kissinger Yanıldı, Realistler Haklı Çıktı
Geriye dönüp bakıldığında, Kissinger’ın son derece yanıldığı ve diğer realistlerin haklı olduğu da açıktır. Amerika’nın Avrupalı müttefikleri Vietnam’dan çekilmeyi memnuniyetle karşıladılar, çünkü savaş ABD’nin dikkatini ve kaynaklarını Avrupa meselelerinden uzaklaştırmıştı. ABD Çinhindi’nden çekildikten, savaşta yıpranmış ordusunu yeniden inşa ettikten ve yeniden Soğuk Savaş rekabetinin ana eksenine odaklandıktan sonra NATO’nun gücünün ve uyumunun artması tesadüf değildir. Kennan, Waltz ve Morgenthau gibi realistler milliyetçiliğin Sovyet komünizminden çok daha güçlü bir ideoloji olduğunu ve Pekin, Moskova ve Hanoi arasındaki mantık evliliğinin, ABD’nin Vietnam’daki varlığı bu devletlere işbirliği yapma konusunda bir bahane sunmadığında bozulacağını söylerken de haklıydılar. Domino taşları yıkıldıktan sonra birleşik bir komünist kuşak oluşturmak yerine, ABD çekilmesinin ardından Çin, Vietnam ve Kamboçya birbirlerine düştü. Benzer şekilde, bugün Irak’taki savaşa ve NATO’nun açık uçlu genişlemesine realist bir karşı duruş, Kissinger’ın bu iki girişime destek vermesinden daha akıllıca görünüyor.
Kissinger’ın İkinci Dünya Savaşı sonrası realizminin poster çocuğu olarak görülebileceği bir husus var. Klasik bir realist olan Morgenthau, Bilim İnsanı Güç Siyasetine Karşı (Scientific Man Versus Power Politics) adlı kitabında uluslararası çatışmaların kaynağını animus dominandi ya da insan doğasının özünde var olduğuna inandığı hükmetme arzusu olarak adlandırdığı şeye dayandırır. Öğrencilerim bu argümana bazen şüpheyle yaklaşıyorlar, belki de çoğu kendilerini Morgenthau’nun tanımladığı şekilde başkalarına hükmetme güdüsü içinde görmedikleri için. Ancak Morgenthau bu kavramı açıklamaya bir örnek arıyor olsaydı, Kissinger’dan daha iyisini bulamazdı. Hakkında yazdığım daha önceki yazımda da belirttiğim gibi, Amerikan tarihinde hiç kimse Kissinger’dan fazla ya da uzun zaman nüfuz ve güç elde etmeye ve bunları elinde tutmaya çalışmadı. Bu konuda Kissinger gibi başarılı olan yok denecek kadar az örnek var. Morgenthau, Kissinger gibi insanların güçlü ülkelerde (sadece ABD’de değil) iktidara gelebildikleri sürece herkesin tetikte olması gerektiği konusunda uyarıda bulunmuş olabilir. Bundan daha kalıcı bir realist öngörü düşünemiyorum.