Her Şeyin İdeolojisi Olarak Teolojizm ve Sıkıntıları Üzerine

Teolojizm, medeniyet ufku için oldukça dar, fakir ve kısıtlı bir bakış sunar. Sadece kültürü değil, toplumu ve siyaseti de komik ve ucube gösteren teolojizmin aşılmasında makul, etik ve estetik bir teolojinin katkısı inkâr edilemez. Bireylerin akıl, vicdan ve kalp sağlığının korunması için bu adım atılmalıdır.

ilahiyatçılık

Bir ilahiyat akademisyeni olarak teolojizm eleştirisi konulu bir yazı yazma girişiminde bulunmam, kendi alanıma yönelik bir kalkışma gibi gibi görülebilir. Ancak derdimi ortaya koyabilirsem eğer, alanımın karşı karşıya kaldığı problemlerin temellerini bu kavram üzerinden açığa çıkarmayı ve çözüm yollarını belirlemeyi umuyorum.

 

Her türden “izm” gibi teolojizm de, başkasına ihtiyaç duymayacak biçimde dünyayı ve içindekileri tek başına ve yetkin biçimde açıklama iddiası taşıyan bir söylemsel sistemdir. Akademik alanda psikolojizm, sosyolojizm, ekonomizm vb. belirli bir uzmanlık alanını aşarak diğer disiplinlerin konuları üzerinde de hak iddia eden imtiyazlı bir duruşu tanımlar. Bilgi tekeli oluşturmak ve alanın sahiplerine abartılı ayrıcalıklar tanımak gibi yönleri tartışılmaya devam etmektedir. Bunun farklı bir versiyonunu son olarak pandemi sürecinde sağlık bilimlerinin diğer toplumsal bilgi ve kurumlar üzerinde politik belirleyicilik gücü edinmesiyle deneyimledik. Toplumsal ilişkilerin minimize olmuş ve sürecin reel-politiğiyle uyumlu olarak psikolojinin de prestiji yükselmişti.

 

Gücünü ve meşruiyetini dinden alan teolojizm, ilahiyatçının ‘meslek hastalığı’ olarak sınırlandırılamaz. Çünkü din, bir uzmanlık alanının konusu olmaya direnen derinlik, genişlik ve işlevsellikler içermektedir. Kullandığı malzeme ve üslup, dinî kavram ve değerlere dayanır. Bireylerin ve grupların aidiyet, anlam ve değer ihtiyaçları teolojizmin toplumsal kaynağı ve sermayesidir. Bazen bir ifade bazen de sadece bir kavram, maruz kalınan bir felaket ya da yaşanan bir sosyal kriz karşısında güvenlik, iç huzuru ya da rıza paylaşımı sağlar. Böylece toplumun dağılmasının ve savrulmasının önüne geçilir.

 

Ancak bunun önlenemez sonuçları vardır. Öncelikle teolojizm, şeyleri ve olayları dinselleştirerek onlardaki gerilimi dinsel alana taşımakta ve dinin yükünü artırmaktadır. Dinsel alandaki tansiyonun bir türlü düşmemesi, bu aşırı yüklemenin sonucudur. Öte yandan olayların konuşulacağı kendi özgün dillerinden uzaklaşılması, gerçeklik algısının kaybına yol açmaktadır. Son olarak siyasal iletişimde kara delikler açarak politik alandaki rasyonelleşmeyi çığırından çıkarmaktadır.

 

Her türden idealleştirme, ütopik kılma ya da büyülü kılma çabası gibi teolojizmin de insan ve toplum hayatına sağladığı bazı yararlar ve çıkarlar vardır. Ancak bu yazıda eleştirel teoloji perspektifini de kullanarak onun olumsuz ve yabancılaştırıcı yönleri üzerinde duracağım. Teolojizmin farklı versiyonları ve görünümleri şu alanlarda açığa çıkar: İlahiyat çalışmaları, toplumsal dindarlık ve siyaset. Bu makalede konu, ilahiyatçıda ‘meslek hastalığı’, halk dindarlığında ‘yanlış bilinç’, siyasal alanda ise ‘saptırılmış iletişim’ olarak çalışan yönleri ile tartışılacaktır.

 

Akademik Teolojizm

 

Uzman körlüğü ile de ilişkili olan ‘akademik teolojizm’, türünün benzerlerinde görülen standart sapmalar içerir. Bir şeye uzun süre baktığında o şeyin de insana bakması ve ruhunun derinliklerine işlemesi durumunda olduğu gibi, nesnesiyle hemhal olmanın ötesine geçip onunla özdeşleşen akademik özne, ‘alanında yetkinleşme’ sorunları yaşamaya başlar. Gündelik hayat sorunlarını teolojinin kavramlarıyla açıklamaya çalışma indirgemeciliği sergiler.

 

Naif dinî bakış açısından farklı olarak ‘akademik teolojizm’, uzman ve alan asabiyetinin yol açtığı sınırlara saygı, haddinin bilinmesi ve aşılmaması gibi hassasiyetleri içerir. Örneğin bir Tefsir akademisyeni Kelam alanına desturlu da olsa girmek istemez, girse bile ihtiyaçtan dolayı kısa sürede ricat eder. Kendi alanına dışarıdan bir müdahaleyi de hoş karşılamaz. Üstelik bu alanlar aynı bölüm çatısı altında faaliyet gösteren yakın disiplinlerdir.

 

İlahiyatçının şeyleri ve olayları dinselleştirmeye çalışması, bize teolojizm olarak yansısa da altında farklı nedenler yatmaktadır. Dinî konuların çok yönlülüğü, onları farklı bilgi türleri tarafından okunmaya açık kılmaktadır. Dinsel şeylerin ‘paylaşılamama’ sorunu, dinî ilimlerde de karşımıza çıkar. İslam’ın temel ilkesi tevhit inancıdır. Tevhit, Allah’ın tek ve bir kabul edilmesidir ki bu, birlemenin bilinmesini (marifetullah= Allah’ı tanımak) gerektirir. Allah’ı tanımak, bir dilsel sistem üzerinden kendini açığa vurduğuna göre (kelime-i şahadet) din, temelde dil konusudur. Dinî metinlerin anlaşılması ve açıklanması, dile imtiyaz kazandıran önemli bir gerekçedir. Dinin inanç ilkelerinin tespitini ve savunusunu konu edinen Kelam ilmi, tevhit ve diğer konuları sahiplenir. Dinin pratik hayat ile ilgili yönüne odaklanan Fıkıh da, Tanrı’yı tanımayan kişilerin ve grupların hükmünü belirlemek için aynı konuya el atar. Tanrı’nın bilinebilirliğini ve bunun zihin ile olan ilişkilerini ele alan modern disiplinlerden Din Felsefesi; İslam filozoflarının varlık tasavvurunu inceleyen İslam Felsefesi de konu üzerinde hak iddia eder. Tüm bunlara Tanrı’yı bilmenin zâhir araçlarla değil, doğrudan içsel mistik tecrübeyle mümkün olduğunu, bunun da her türlü dilsel anlatımın ötesinde olduğunu savunan Tasavvuf’u da eklemek gerekir.

 

İlahiyat alanına aşina olmayanlar için yapılan bu bilgilendirme, ilahiyat sisteminde yer alan ayırım ve uzmanlaşmaların mutlak ve keskin değil, geçirgen ve esnek bir yapıda olduğunu ortaya koymak içindi. Dinsel metinlerde işaret edilen konu ve kavramların çoklu okumalara açık olduğunu kabul etmek gerekir. Dolayısıyla bir kavramın farklı dinî ilimler tarafından ele alınıyor olması bir kaos ve sınır aşımı değil, her bir öznenin bulunduğu yerden ‘gördüklerinin tanıklığını yapması’ anlamında zenginleştirici ve tüketilemez bir deneyimdir. 

 

Yine de bir algılama ve düşünme sorunu olarak ‘kabz’ (sıkışma, darlık, tıkanma) İslamî ilimlerde de karşımıza çıkar. Uzmanlaşma verimli sonuçlar verdiği gibi, derinleşen öznenin kazdığı kuyunun ağzından gördüklerini, gerçeğin ya da hakikatin yegâne resmi ilan etmesi türünden ‘tahsil edilmiş cehalet’ örnekleri doğurabilir. Ele aldığı konunun Kelamî-Teolojik yönünden habersiz Fıkıhçı, kavramların geçirdiği semantik dönüşümlerle ilgilenmeyen Tefsirci, tarih felsefesi tartışmalarından uzak durduğu için İbn Haldun’un öğrencisi bile olamayacak İslam Tarihçisi, güncel deist-ateist iddialara klasik kelam metinlerindeki argümanlarla cevap verilebileceğini düşünen Kelamcı vs.… Bunlar, nesnesini tanımayan ve alan içinde oluşturduğu özel konfor alanından çıkmayı göze alamayan örneklerdir ve akademik teolojizmin en rahatsız edici örnekleridir. Teolojizm, burada asimetrik olarak en dar ve sıkıştırılmış, dolayısıyla kolayca reddedilecek bir tarzda temsil edilir.

 

Akademisyenin entelektüele dönüşmesi ve daha genişlik lehine derinliğe ara vermesi bir çözüm gibi görünüyor. Aslında başta programlara müdahale olmak üzere yaşanan tüm sorunlara rağmen ilahiyat sistemi, akademisyen-entelektüel yetiştirme potansiyeline hâlâ sahiptir. Lisans programındaki ders çeşitliliği her ne kadar öğrencileri zorlasa da katkı ve kazanımları dikkat çekicidir. Öte yandan sahada olup bitenler, ilahiyatçı akademisyeni ‘metinlere sığınma’ lüksünden alıkoymaktadır.

 

Halk Dindarlığı ve Naif Teolojizm

 

Halkın cahil olduğu ve din istismarına açık ve dünden razı olduğu yolundaki Aydınlanmacı kaba söylemin modası geçmiştir. Bireyler normal koşullar altında kendi çıkarlarını ve konforlarını gözetirler ve dindarlıkları ile de uyumlu bir pragmatizm geliştirirler. Şu hâlde dindar kitleler için bile teolojizm öğrenilen bir şeydir. Dinî kurumsallaşmalar, teolojizmin hayat bulduğu mecraları üretir. Bireyler arasında kurulan kimlik, aidiyet, dayanışma bağları sayesinde yatay naif teolojizm halk arasında yayılır.

 

Halkın kendiliğinden dindarlığı ile dinî grupların örgütlü kurumsal dindarlığı, teolojizmin toplumsal pratiklerini oluşturur. İlkinin esnek, geçişken ve etkileşimsel olmasına karşın ikincisi sıkı, su geçirmez ve otoriterdir. Yine ilkinde bireylerin nesnel ve reel olanla ilişkilerinin rasyonel bir zeminde ilerlemesine izin veren ılımlı ve düşük yoğunluklu bir teolojizm hüküm sürerken; ikincisinde grup ideolojisi olarak işlev gören sıkı ve yoğun bir teolojizm pratiği hâkimdir. Sosyal ilişkilerde ve topluluk hayatında bulunması gereken açıklık, samimiyet, ortak çıkarların gerçek anlamda ‘ortaklığı’ yansıtıyor olması gibi iletişimsel değerlerin üzerine, tam olarak ifade edilmek yerine ‘işaret bulunulan’ gizemli üsluplarla bir örtü çekilir. Her bireyin aklının eremeyeceği bir ‘sırlar odası’, bir ‘kozmik oda’ yanılsaması inşa edilir. Grup içi disiplinin güçlendirilmesi için inşa edilen bu gizem, aslında çok da bilinemez şeyleri içermez. Çıkar ilişkilerini sağlama almak ve dışarıya karşı pazarlık gücü yüksek bir yapı görüntüsü vermek içindir gizem oluşturma girişimleri. 

 

İfade ve örgütlenme özgürlüğü bağlamında ele alındığında, grupların kendi ideolojilerini ve yapılanmalarını serbestçe oluşturmaları bir sorun olarak görülemez. Bir toplumdaki her birey ya da grubun standart bir rasyonalite sergilemesi beklenmemelidir. Ancak temel insan haklarının çiğnendiği ya da sosyal düzeni ve barışı tehdit edecek bir güce ulaşması halinde sorunsallaştırılmayı hak eder. 

 

Siyasal İletişim Biçimi Olarak Teolojizm

 

Siyasî bir üslup olarak teolojizm, yönetmeyi ve yönetilmeyi mümkün kılan, güçlendiren ve ebedîleştiren ilişki ve iletişimi tanımlar. Bu formuyla teolojizm, sadece iktidar gücünü kullananlar değil, onunla duygusal ve ideolojik bir özdeşlik kuran kitleler tarafından da her kriz anında yeniden üretiliveren canlı bir simgesel yapıdır. Aslında siyasetin seküler ve ideolojik versiyonlarında da teolojizmde görülen irrasyonel alanlar söz konusudur. Fanatizm, otoriterlik ve ötekileştirme pratikleri her toplumda görülebilir. Modern dünya, siyasal söylemler üzerinden toplumu ya da kitleleri büyüleme ve irrasyonel yollarla onları iktidara eklemleme örnekleri ile doludur. Özel bir form olarak teolojizmi karakterize eden özellik, iktidar ile kitleler arasındaki bağın ve ilişkilerin ağırlıklı olarak dinî gerekçeler ve nasslarla örülü olmasıdır. Kullanılan sembolik sermaye, tepeden inmez ve iktidar tarafından üretilmez aksine zaten toplumun hafızasında ve zihninde yerleşik olarak bulunur.

 

İktidarın kendini sağlama alma yolu olarak uygulamalı teolojizm, kamusal işlerin ilgili taraflarının gönüllü, samimi ve aktif katılımı ile oluşabilen ve herkesin menfaatine çalışan siyasal kültürü sürekli erteler. İktidarın etrafında adı konulmayan bir boşluk ve serbest hareket alanı yaratması açısından işlevsel olsa da gerçek anlamda bir sivil toplumun oluşmasına ve toplumun siyasal-toplumsal olgunlaşmasına ket vurur. Bu durum, iktidarlara güç ve avantaj sağlasa da günümüzün iletişim yoğunluklu rekabetçi dünyasında bireyleri kültürel erozyonlar ve manipülasyonlar karşısında savunmasız ve kırılgan kılmaktadır. Siyasal iktidar temin edilse de kültürel iktidarsızlık sorunu dokunulmaksızın ortada kalır.

 

Siyasal bir iletişim dili olarak teolojizm, aslında rasyonel siyasal iletişimden daha çetrefildir. Halkı bir kez ikna ettikten ve derin bir rıza yarattıktan sonra, diğer uygulamalar için açıklama yapmaya gerek bırakmadığı için siyasal olarak daha ‘ekonomik’ olduğu ileri sürülebilir. Ancak durum bu kadar pürüzsüz değildir. İktidarın teolojik dilini dinleyen ve itaat eden bir kitlenin varlığı zorunludur. Bu kitlenin nasıl oluştuğu tam olarak açıklanmış değildir. Zira bu durum, tümüyle iktidarın kendi başarısı değildir. Ortada bir ‘iletişim’ vardır ve belki de kitle iktidardan duymak istediklerini onun kulağına önceden fısıldamaktadır. Oysa rasyonel siyasetin sonuçları nesneldir ve inançlardan bağımsız olarak kamusal yararlar, farklı toplum kesimlerince sahiplenilir. Buna karşılık farklı toplum kesimleri tarafından onaylanmak gibi bir amaç ve niyet taşımayan, hatta tersine kutuplaşmayı bir siyasal dinamik olarak gören iktidar, teolojizmi giderilmesi gereken bir sorun olarak görmez. Bu da onu yalnızlaştırır ve tüm bireylerin duyarlıklarını ve çıkarlarını gözeten politik sağduyudan yoksun kılar.

 

Teolojizm ile Başa Çıkmak

 

Amiyane bir anlatımla söylendiğinde ‘her şeyi din ile açıklamaya çalışmak’, ‘doğada ve toplumda olup biten her bir olayın özünün ve etkilerinin dinsel bir bakışla anlaşılabileceğini’ savunmak olan teolojizmin özel bir düşünüş ve algılayış tarzı olduğu söylenebilir. Sınıfsal açıdan bakıldığında ise dinsel bilgiyi elinde bulunduran ve din adına konuşma ayrıcalığına sahip olan figürlerin otoritelerini vurgulayan ve genişleten bir kavramdır teolojizm. ‘Romantik, tutkulu ve fanatik Doğu’, ‘rasyonel, sakin ve sistemli Batı’ gibi bir ayrım kabul edilse bile, bunun tarihsel ve kesbî süreçlerle çalışılarak elde edildiği gerçeğini örterek, ayrımın vehbî, yani tarafların özünde bulunan ontolojilerine yapışık sâbiteler olduğunu iddia eden düalist ve ayrımcı formülü reddediyorsanız, teolojizmin Doğu’da ve Batı’daki sunumları üzerinde düşünmeye ve konuşmaya açıksınız demektir.

 

Eleştirel açıdan teolojizm, dinin sınırlarının belirlenmesi ve özellikle pozitif bilimlerin alanlarının genişletilmesi ile aşılması gereken bir problem olarak görünür. Aydınlanmacı bakış burada kendini hissettirir ve sadece dinselliklerin değil, bizzat dinin aleyhine biriktirdiği karşıt delilleri cömertçe sergileme ve kullanma arzusunun temsilciliğini üstlenir. Doğu toplumlarında görülen ‘gecikmiş Aydınlanmacı girişimler’in telaşlı, aceleci ve tam da bu nedenle otoriter özelliği, dinin yeniden okumasında iş başı yapar.

 

Gündelik hayatta dine olabildiğince az yer vermek, ondan hiç söz etmemek, sanki o yokmuş gibi davranmak, teolojizme verilecek cevap olabilir mi? Teolojizmin çaresi sekülerizm midir? Üstelik bu gecikmiş ve tatminsiz Aydınlanmacı hezeyanların iştahını kabartan ‘şık bir gündem’ olmaya elverişli olmaz mı? Dinlerin yükselişe geçtiği (öyle olduğu söyleniyor!), muhafazakârlığın güçlendiği bir dünyada bu jakoben projenin tutması mümkün müdür?

 

Dinin sosyal hayattan tasfiyesinin gerekliliği düşüncesine dayanan teolojizm eleştirisi, her şeyin teorisi olmaya çalışan dinin radikal yetkisizleştirilmesi ana temasıyla çalışır. Dinin unutulmaya terkedilmesinin sorunları çözmeye yetmediği, Aydınlanmacı umutların modernizmin şiddet dolu dünyasında tuz buz olduğu görüldü. Riskli ancak bir o kadar da kaçınılmaz olan bir yol vardır: ‘Çivi çiviyi söker’ kaidesince teolojizmi, makul bir teoloji ile aşmayı denemek, daha açık konuşmak gerekirse ‘dini yeniden düşünmek.’

 

Teolojizmin Teolojik Eleştirisi

 

Teolojizmin teolojik eleştirisi mümkün müdür? İçeriden yapılacak bir değerlendirme ile teolojizmin aşırılıklar nasıl giderilebilir? Bu konuda zihinsel engellerin yanında toplumsal engeller var. Dini sahiplenen örgütlü ve etkili toplumsal kesimlerin, dinî düşünce alanında yaprak kımıldamasına bile tahammül etmeyen baskıcı tutumları ciddi bir sorundur. Düşüncenin ve aklın dinsel alandan kovulması, aslında son derece zengin bir içerik sunan dinin edebiyat-dışı, felsefe-dışı, sanat-dışı tutulması sonucunu doğurmaktadır. Dinin başına gelebilecek en kötü şey, entelektüelin onunla ilgisini kesmesidir.

 

Öte yandan gittikçe küçülen ve bir pazara dönüşen dünyada, kimlik ve medeniyet iddiaları daha bir önem kazanmıştır. Küreselleşme bir açıdan ters tepmiş ve ülkelerin kendi yerel çıkarlarını daha çok düşünmeleri, ulus-devlet aygıtı başta olmak üzere ‘yerli ve millî’ kurumların korunması fikirleri öne çıkmıştır. ‘Medeniyet inşası’ dinin o toplumda bıraktığı kalıcı izlere, kültürde ve dilde temsil edilen manevî unsurlara ve toplumun geçmişine ve kökenlerine tanıklık eden değerlere özenilmesi düşüncesini güçlendirmektedir. Bu ise dinî mirasın kültürel ve sanatsal bir bakışla yeniden ele alınmasını, vurgulanmasını ve belki de yeniden üretilmesini gerektirmektedir. Bu nedenle teolojizm, medeniyet ufku için oldukça dar, fakir ve kısıtlı bir bakış sunar. Sadece kültürü değil, toplumu ve siyaseti de komik ve ucube gösteren teolojizmin aşılmasında makul, etik ve estetik bir teolojinin katkısı inkâr edilemez. Bireylerin akıl, vicdan ve kalp sağlığının korunması için bu adım atılmalıdır.

 

Biraz olsun meramımı dile getirdim sanırım. Dini yeniden düşünmek, dinî metinlerin ve geleneğin didik didik edilmesinden daha öteye geçen bir şeydir. İlahiyat çalışmalarında din ve gelenek farklı okumalara tabi tutulmaktadır zaten. Eksik olan şey, sanat ve edebiyatın dini ve dinselliği yeniden ele alması, fazlasıyla romantik çalışan dinî düşünceye trajik bir boyut kazandırmasıdır. Gerçekten de dinî söylemimizdeki kayıp halka, insan ve onun hikâyesidir. Oysa göklerin ve yerlerin yaratılışı, insan ile tamama ermiş, anlam kazanmıştır. Teklif (muhatap ve mükellef kılınma), insanın Tanrı’yı ve kendi arzularını ve sınırlarını fark etmesiyle mümkün olmuştur. Dinin hikâyesi ile insanın serüveni yaşıttır. Oysa günümüz dinsel söylemlerine hâkim olan ‘hakikat tekelciliği’, dokunduğu şeyleri olumsuz anlamda siyasallaştırmakta, dindar özneyi bir güç ve tahakküm döngüsünün içine sıkıştırmaktadır.

 

Teolojizmi aşma çabası olarak sağduyulu ve makul teoloji, dine konulan sınırları esneterek insanı nesnel varoluş koşullarını tanımaya davet eder. Varlığın kökenine ve reel işleyişine aynı derecede ilgi duyan özne, bir ufuk genişlemesi deneyimler. Ayrıca şeylerin doğası ve olayların işleyişini öğrenme konusunda uyandırılan bilinç sayesinde sahici bir içerik edinir. Böylece insanlığın entelektüel birikimini oluşturan bilimlerle daha soğukkanlı ve üretken bir ilişki kurulur.

 

Peki, temel dinî metinler bu girişime imkân tanır mı? Sıkı biçimde kurulu olan ve dinî bilgiyi bir kutsallık örüntüsü içine alarak onu ‘kabz’ halinde tutan mevcut söylemler bu sıkışmışlığı tecviz etmiyor mu? Bir direnç ve koruma refleksinin ortaya çıkması işin tabiatı gereği beklenmelidir. Sonuçta dinî hamaset değerlidir ve korunması gerekir. Bu nedenle yapılan işin, dinin özüne uygun olduğunun temellendirilmesi gerekir.

 

Teolojizmin dine ve dinsel kimliğe verdiği zararları ortaya koymak, makul ve sağduyulu teolojinin görevidir. Platonizmin varlık ile var olan arasına konduğu ontik karşıtlığın düşünce ve hayat üzerindeki olumsuz etkileri sorgulanmalıdır. Kendini ontik hakikat olarak sunan Platonik düalite, gerçeklikten kaçış etkisi yapmaktadır. Oysa tevhit inancı üzerine kurulu İslam varlık öğretisi, düaliteleri yıkmakta ve bir ‘varlık barışı’ tesis etmektedir. Yaratılışı hikmetli bir inşa olarak tanımlayan İslam, insanın bakışını şeylere, onların doğasına ve aralarındaki düzenli işleyişe yönlendirmektedir. Kur’an, okuyucunun tüm ilgi ve dikkatini nasslarda tüketmesini talep etmemektedir. Ayetler üzerinde düşünmek nasslarla oyalanmayı değil, kaçınılmaz olarak kendilerine dikkat çekilen varlıklar üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir. Okunması gerek metin, yazılı olan (nass) ve olmayan (varlıklar ve olaylar) tüm göstergelerdir.

 

Varlığın kısır ve zorlamalı okunması olarak teolojizm, dinin kolay hedef haline gelmesine yol açmaktadır. Her şeyin dinselleştirilmeye çalışılması; şeylerin sorunlarının dine taşınması, araştırma ve açık tartışma zeminini kaybetmiş ‘depresif bir döngü’ içine sıkıştırılması sonucunu doğurmaktadır. Konuşma ve dinleme sağduyusunu kaybetmiş ve en küçük farklılıkları bile ‘iman-küfür mücadelesi’ olarak gören gergin ve kavgacı dindar kişilikler, bu ‘kabz’ ve sıkışmışlık halinin parlak (!) sonuçlarıdır.

 

Varlığın diline (kevnî ayetler) kulak vermeyi öneren sağduyulu makul teolojizm, şeyleri dinselleştirmeye çalışmaz. Kutsal metinler insanı varlıklara yönlendirir. Bu, içi boş yönlendirme değildir. Tüm bir varlığın ilahî kudret, bilgi ve iradenin ürünü olduğunu unutmama (zikr) esasına dayalı bu oryantasyon, metin-varlık, enfüs-afâk arasında gidip gelir. Okuyucu ya da araştırmacı metin ile varlık arasında uyuşmazlık ve çatışma olabileceği fikrine kapılmaz.  Varlıkla ilgilenirken, metnin iradesine uygun davrandığına inanır. Varlığın dini ile insanın dini arasındaki derin ilişkiselliğin farkındadır ve tam da bu nedenle varlıktaki dinselliği ifşa etme ya da kendi dindarlığını kanıtlama kaygısından uzak bir barışıklık içinde yaşar. Onun kavgası, seküler ya da dinsel olsun her türden zulüm, haksızlık ve çirkinliğe karşıdır.

 

Sonuç olarak teolojizm, metafizik ile fizik dünya arasında yanlış ilişkiler kurarak gerçeklik ile teması bozmakta, varlığın nesnel bilgisine ulaşmayı önlemekte, dinî değerlerin metalaşmasına yol açarak manevî ve etik gücünü itibarsızlaştırmakta, toplamda dinin saygınlığını yok etmektedir. Teolojizmi aşmanın yolu dinden yüz çevirmek değil, makul bir teolojiyi etkin kılarak varlığı ve şeyleri sahici gözle okumaya çalışmakla mümkündür.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.