Beklenen Kurtarıcı İnancının Teolojisi ve Reel-Politik Uzanımları
Mehdi inancı, Şiî imâmet doktrinine teolojik derinlik ve koruma sağlamanın yanında ona fütürist bir karakter kazandırmaktadır. Buna karşılık kırılgan ve çoklu bir yapı arz eden Sünnîlik, mehdi inancı ve iddiaları karşısında daima hazırlıksızdır.
15 Temmuz sonrasında entelektüel çevrelerde ve akademide, din-devlet-toplum ilişkilerimizde yaşanan sorunların tam bir dürüstlük ve cesaretle tartışılacağına dair bir heyecan ve hareketlilik belirmişti. Daha özgür, açık ve vesayetten arındırılmış bir toplum ve sağlıklı bir kamu düzeninin inşa edilebileceği yolunda kanaat ve beklentiler oluşmuştu. Çoğunluğunu ilahiyatçı akademisyenlerin oluşturduğu bir çevre kitap, makale, bildiri, çalıştay ve konferanslarla görüş, eleştiri ve önerilerini kamuyla paylaştı. İthamlarla karşılanan bazı kaygılarının ve işaret ettikleri risklerin ortaya çıkmasıyla görüşlerinin doğrulandığını düşündüler.
Önerilen çözümlerin birleştiği ortak görüş, devlet kurumlarının bazı grup ve yapıların tahakkümü altına girmeyecek şekilde rasyonel yapılanmasının zorunluluğu olmuştur. Bunun yanında din öğretiminin sahih ve sağlıklı yöntem ve içeriklerle yapılanması da vurgulanan konulardan biriydi. Çünkü toplumumuzun aşina olduğu bazı temel dinî kavram ve değerlerin kapalı ve paralel yapılar inşa etmek üzere kullanılması, din alanında yaşanan savrulmaların başlıca nedeniydi. Bireylerin kendilerini ve çevrelerindekileri yıkıcı dinî manipülasyonlara karşı korumak için eleştirel bir dinî bilgi ve bilinç düzeyine ulaşmasının zorunlu olduğu anlaşılmıştı ya da en azından böyle bir kısa farkındalık anı oluşmuştu.
Ben de konuya dair ilk makalemi 15 Temmuz özel sayısıyla çıkan bilimsel dergide “On The Nympholept Mahdy and His Blocked Victory “An Inquiry on the Politic- Theology of a Conversion” başlığıyla Ekim 2016’da yayınladım. “Çılgın Mehdi ve Engellenmiş Zaferi Üzerine – Bir Dönüşümün Politik-Teolojisine Dair İnceleme” şeklinde Türkçeleştirilebilecek makalede, mehdi inancının bireylerin zihniyeti ve toplumsal kurumlar üzerindeki sarsıcı etkilerini eleştirel bir yaklaşımla ele aldım. Özellikle Sünnî inancına mensup kitlelerin mehdi inancı karşısındaki savunmasızlığı ve zafiyetinin doğurduğu sonuçları tartışmaya açtım.
İlerleyen süreçte bu duyarlılığın korunduğunu ve gereken adımların atıldığını söylemek zordur. Konu, aşırı güvenlikçi tedbirlerin devreye sokulmasıyla sınırlı kaldı. Kendi içinde yuvalanan bir grubun silahlı saldırısı ile karşı karşıya kalan bir devletin kendini korumaya alması ve yeniden yapılandırmaya öncelik vermesi anlaşılabilir bir durumdur. Ancak toplumsal zemindeki zaaf ve istismar alanları tasfiye edilmedikçe gerçek ve sürdürülebilir bir iyileşmenin sağlanması mümkün görünmemektedir.
Yaşadığımız iletişim ve etkileşim yoğunluklu küresel dünyada, dünyanın kendi aleyhlerine döndüğünü düşünen kitlelerde yoğun ve güçlü bir kimliğe tutunma duygusu oluşmaktadır. Bu çerçevede dini, kimliğinin ve varoluşunun temel bileşeni olarak gören dindar kitlelerin, kendilerine zarar verenler de dahil olmak üzere dinî kavram ve değerlere sıkıca sarılmaları, gerçeklerden ve hakikatten kopuk yanlış ve yanıltıcı bir muhafazakârlığın yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Dini yeniden düşünmeye çağıran eleştirel dinî söylemler, “elimizde kalan en değerli son şeyleri de yok etmeye çalışan” art niyetli sinsi girişimler olarak görülmektedir. Ve kadim ve sorunlu döngümüz kendini yeniden üretmektedir.
Bir süre önce konuşmacı olarak katıldığım bir konferansta edindiğim izlenimler, teolojik çabalarımızın önündeki problemlere bir kez daha eğilmemi sağladı. Öyle ki yaşadığımız her kriz ve sıkıntıyı moderniteye bağlamanın ne kadar da yanıltıcı ve kolaycı olduğu, modernite olmasaydı bile kurumsallaşmış düşünüş ve inanış tarzımızın başımıza dert açma konusunda fazlasıyla yeterli olduğu, modernitenin varlığının kendimiz ile yüzleşmekten kaçınmak için güçlü bir mazeret ürettiği gerçeği açık biçimde ortada durmaktadır.
Mehdi İnancının Kökleri
Mehdi inancını konu alan bazı akademik çalışmalarda bu fikrin ilk örneğinin Sümerlere kadar götürülmesinin mümkün olduğu, buradan Babil ve Mısırlılara geçtiği ve bu iki koldan tüm Mezopotamya bölgesine yayılarak sonraki inanç ve kültürlere geçtiği belirtilmektedir. Bu değerlendirme, kavram karmaşası ve anakronizm nedeniyle hatalı görünmektedir. Öncelikle Sümerlerdeki inancı, genel anlamda göksel desteğe ve onaya sahip “beklenen kurtarıcı” olarak tespit etmek gerekir. Günümüzde peygamber, resül, nebi, halife, sultan, mehdi, imâm, mesih, deccal, Yecüc-Mecüc, dabbetularz gibi kavramlardan oluşan zengin bir teo-politik literatür vardır. Bunlar arasındaki farkları yok sayarak geçmişte bir iz sürmeye çalıştığımızda bulduğumuz şeyin, gerçekten de o şey olduğundan emin olamayız.
Yanlış ilişkilendirme ve yansıtmalardan kaynaklanan hatalı çıkarımlar yapmaktan kaçınmak ve doğru bir kavram okuması yapmak için, kültürlerin ürettiği şeyleri araştıran antropolojinin yanında, onlar için düşünülmesi henüz mümkün olmayan şeyleri araştıran eleştirel fenomenoloji ve zihniyet analizi yaklaşımlarına da başvurmak gerekir. Foucault olsaydı bu çalışma tarzını “suskunluğun arkeolojisi” olarak adlandırırdı. Zira bir kültürü anlamak, onun için nelerin zorunlu, mümkün ve imkânsız sayıldığını kavramaktan geçmektedir.
“Beklenen kurtarıcı” inancı üzerinden bir iz sürdüğümüzde, Sümerlerde ya da sonraki kültürlerde rastladığımız figürün mehdi değil, ancak peygamber olacağını söylemek durumundayız. Gerçi peygamber bekleyen toplumlar “mesihin dönüşü” inancını korumaktadır. Ancak Hz. Muhammed ile birlikte peygamberliğin ortadan kalktığı inancını taşıyan kesimler için peygamber değil belki peygamberimsi bir kurtarıcı beklentisinden söz etmek mümkündür. Gerek Şiî gerek Sünnî versiyonuyla olsun İslam’daki mehdi inancı, peygamberliğin artık imkânsız oluşunun ilanının yanında onun bir telafisi olarak görülebilir. Peygamberlere verilen olağanüstü güçlerin mehdiye verilecek olması, deccal ve dabbetularz gibi saf kötücül varlıkları öldürerek insanları kurtaracak olması, adalet ve huzuru her yere yayacak olması, ilahî adaletin peygamberlerden sonra mehdi ile gerçekleşeceği vaadini canlı tutmaktadır.
Peygamberlerden söz eden dinî metinler, onun kadar olmasa da onun gibi önemli olan mehdi hakkında ne söyler? Kur’an’da mehdi kelime anlamıyla geçer ve “doğru yolda yürüyen, doğruya ulaştıran, iyi ve güzel olana öncülük eden” anlamında sıfat olarak kullanılmıştır. Bu anlamda kelime Allah için olduğu kadar peygamber/ler ve inançlı dürüst kişiler için de kullanılmıştır. İnsanlar arasındaki ihtilafları gidermek, hak ile batılı birbirinden ayrıştırmak ve gerçeği açıkça ortaya koymak üzere Allah tarafından gönderilen Kur’an’da, sonradan oluşturulan mehdi inancını doğrulayan ya da öneren bir anlatıma rastlanmaz. Ancak ona inananların görüşlerini nasslara dayandırmak üzere Kur’an ayetlerinde “hidayet-yol gösterme” fiilinin geçtiği ifadeleri aşırı yorumlamaları ve zorlamaları söz konusudur. Mehdi inancını diğer inanç esasları gibi önemli sayan bir zihniyet açısından, Kur’an mehdinin geleceğini açıkça belirtmemiş ancak imâ etmiştir. Bunu insanları imtihan etmek ve gerçekten iman edip teslim olanları ortaya çıkarmak için yapmıştır. Dolasıyla mehdi konusunda nasslarda sergilenen muğlaklık, teolojik sadakatin ve sağlamlığın test edildiği bir durum olarak algılanır.
Teolojik Kesinlik Alanı ve Mehdi İnancı
Sünnî hadis eserlerindeki rivayetlerde mehdi kavramının geçtiği doğrudur. Buhari, Müslim ve Malik b. Enes gibi Sünnî geleneğin önemli hadis derleyicilerinin eserlerinde kıyamet alametleri ile ilgili rivayetlere yer verilirken mehdi kavramına rastlanmaması dikkat çekicidir. Yine de Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce, Ebu Dâvut, Tirmizi, Hâkim ve Taberânî’nin eserlerinde mehdi rivayetleri bulunur. En genel anlamda bu rivayetler şunu söyler: Dünyanın bir günlük ömrü kalsa bile Allah onu uzatacak, Hz. Hasan ve Hüseyin soyundan bir mehdi gönderecek ve o da ilahî yardım ve destek sayesinde zulmü ortadan kaldıracak ve dünyayı adaletle dolduracaktır. Onun yönetiminde (5, 7 ya da 9 yıl) Müslümanlar bir araya gelecek ve ardından kıyamet kopacaktır.
Bazı hadis otoritelerinin yanında İbn Haldûn gibi tarihçi ve sosyolog alimler mehdi rivayetlerine eleştirel yaklaşmışlar, bunların peygamber tarafından söylenmiş olamayacağını savunmuşlardır. Ancak Sünnî gelenekte iki kesim, mehdi inancı konusunda son derece ısrarlı ve kesin inançlıdır. İlk olarak Ehl-i Hadis çevreleri ve Selefî düşünce taraftarları mehdi rivayetlerini ciddiye almışlardır. Rey ve akıl yürütmeye karşı naklin, eserin ve rivayetin otoritesini savunan bu kesimin gözünde, nasslarda geçen her şey eşit derecede iman konusudur. Rivayetler konusunda aşırı sahiplenici ve savunucu bir tutum sergileyen bu zihniyet, mehdi rivayetlerini bizzat peygamberden duymuşçasına net bir tavır içinde inançla karşılamayı tercih ederler. Burada dikkat çeken ilk nokta, tercih edilen kaynak metodolojisine uymanın getirdiği sonuçtur. Diğeri ise politik ve teolojiktir. Açık ve kesin olarak Şia karşıtı olan Ehl-i Hadis ve Selefî çevreler, mehdiyi sahiplenmek ve onu Şia’nın tekelinden kurtarma çabası içine girmişlerdir. Nitekim Selefî metinlerde mehdi rivayetlerinde, “Mehdi, Rafızîlerin beklediği mehdi değildir” açıklaması yapılmaktadır.
Ehl-i Sünnet’te mehdi inancının ateşli savunucularından diğer grup ise Sufîlerdir. Tarikat yapılanmaları ve öğretilerinde Ehl-i Beyt ve mehdi inancı önemli yer tutar. Mehdi inancına zahirî delil ve dayanak gösterme gayreti içinde olan tasavvufî çevreler, nasslara dayanırlar. Kur’an’dan delil getirme konusunda Şia kadar ileri gitmeyen Sünnî sufî çevreler, daha çok rivayetlere ve kendi silsilelerinde yer alan otoritelere atıf yaparlar. Mehdi inancının kesin bir inanç ilkesi olduğunu savunan Sufîler, mehdiyi inkâr edenin dinden çıkacağını da söylerler. Böylesi bir katılığı, rivayetlere bağlılığın mı yoksa Şiîlikle olan Batınî genetik benzerliğin mi telkin ettiği araştırmaya değer bir konudur. Sünnîlik içinde birbirleriyle geçinemeyen iki karşıt zihniyet olan Selefî ve Sufî çevrelerin mehdilik konusunda birleşmeleri de dikkat çeken diğer bir konudur.
Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de Sünnî paradigmayı temsil etme liyakatine sahip kelam ekolleri -çünkü kelam-teoloji ekolleri arasındaki farklılıklar kelamîdir ve kelam üzerinden tanımlanır- mehdi inancı konusuna nasıl yaklaştıkları üzerinde durulmayı fazlasıyla hak eder. Gerek Eşarî gerek Mâtüridî akait metinleri kronolojik bir sırayla ve hadis literatürünün oluşumu ile eşzamanlı okunduğunda mehdi inancının ele alınmadığı rahatlıkla görülebilir. Peki kelamcılar ve akait metin yazarları hadis eserlerinde yer alan mehdi rivayetlerini görmemiş olabilirler mi? Bu olasılık oldukça zayıftır. Zira örneğin Ebu Hanife zamanında hadis eserleri henüz yazılmış değildir. Ancak yazılı olmayan bir toplumsal ve kültürel sistem içinde böylesine önemli ya da önemsenmesi beklenen bir konudan habersiz olması mümkün görünmüyor. Onay ya da ret için bile olsa bu konuya dikkat çekmesi gerekirdi. Ebu Hanife’den sonra akait geleneği yoluna devam etti, ekoller arasındaki tartışma ve rekabet daha da çeşitlendi ve yayıldı. Bu arada Şiî ve Sünnî rivayet, tarih ve tabakât eserleri yazıldı. Artık akaidin çerçevesi ve içeriği her bir mezhep ve ekol için muğlaklık taşımayacak derecede netleşti. Akait setleri oluştu ve elden ele dolaşmaya başladı.
Sünnî kelam sisteminin kurucu önderleri olarak kabul edilen Eşarî ve Mâtüridî, eserlerinde mehdi kavramına hiç değinmezler. Onlardan sonra gelen Eşarî ve Mâtüridî kelamcıların yazdığı eserlerde de durum farklı değildir. Öyle anlaşılıyor ki kendilerini akaidin savunucusu olarak gören kelamcılar, mehdi fikrini, inanç sistemlerinin merkezine ya da kalbine taşımamayı tercih etmişler ve üzerinde durmamışlardır. Bazı akait metinlerinde kıyamet alametleri bölümünde mesih, deccal, doğudan yükselecek olan ateş ve duman, yecüc ve mecüc, dabbetularz gibi konular sıralanırken bile mehdiden söz edilmemiştir.
Bunlardan hangisi Sünnî tavrı temsil eder? Sünnîliğin çeşitliliğine vurgu yaparak sosyolojiyi gözeten “hem o hem de bu” şeklinde romantik-agnostik yaklaşımların sınırına geldiğimiz açıktır. Bu nedenle soruya teolojik açıdan cevap verilmelidir. Sünnîliğin farklı Müslüman kesimleri bir araya getiren toparlayıcı yapısına ve bir fırkalar koalisyonu oluşturduğuna vurgu yaparak sosyolojik ve tarihsel bir açıklama da yapılabilir. Ancak bu Sünnîlik içinde süregelen ve süregidecek gibi de görünen dinî tekelcilik oluşturma sorunları ile yüzleşmeyi bir kez daha ertelemek anlamına gelecektir.
Dinî metodoloji açısından inanç ilkesi olarak ilan edilecek olan bilgi, nasslarda açık ve kesin biçimde belirtilmiş olmalıdır. Bu konuda bir muğlaklık, imâ, yorumsama söz konusu olamaz. Rivayetler ise tek başlarına bir inanç ilkesi vazetme yetkinliğine sahip değildir. Ana ve kurucu metin olan Kur’an’da geçen bir ilkeyi vurgulaması, tekrar, teyit ve açıklama anlamına gelir. Akait konularının tespitine dair geliştirilen bir dikkat ve özen, peygamberi dinin dışına atmak ya da onun yetkilerini elinden almak değildir. Bu, Selefîlerin ve zamanla onlara benzeyen Sufîlerin, kelamcıları kötü göstermek amacıyla yaptıkları bir algı operasyonudur ve güncelliğini korumaktadır.
Usul-i Fıkıh literatürünün kelamî örnekleri şu ilkeyi ortaya koyar. Rivayetlerde geçen bir bilgi doğrudan inanç ilkesi olarak ilan edilemez. Onun Kur’an’a, akla, gerçekliğe uygunluğu araştırılmalıdır. Bir usul ilkesi olarak dinî kesinlik, nassların tek tek atomik yöntemle aktarımından değil, bir bütün olarak Kur’an’ın lafız-mânâ ilişkisi gözetilerek okunmasından elde edilir. Apaçıklık, kesinlik ve defalarca vurgulanmış olma şartlarına uyarak Kur’an’ın önerdiği inanç sistemi tespit edilebilir. Akait ve inanç alanında bu ilkenin sıkı işletilmesi kritiktir. Zira Kur’an’da dikkat çekildiği ve sakındırıldığı üzere, dinî yozlaşmanın geri dönüşü olmayan formu, inanç alanında yaşananıdır ve Tanrı adına konuşmanın doğurduğu sahte dinselliklerdir. Bu nedenle dinî ifadelerin dışsal yapısının yanında bunların içindeki ilke, değer ve amaçların gözetilmesi, vahyi anlamanın zorunlu şartı sayılmıştır. “Ne dedi?” düzeyini unutmaksızın onu aşmak ve “Ne demek istedi?” düzeyinden bakmaya çalışılmıştır. Nass ve zâhir kavramları bu ayrımı ortaya koymak üzere Müslüman metodolojistler tarafından kullanılmıştır. Zâhir, ifadenin dildeki ilk ve açık anlamı; nass ise o sözden kastedilen anlamdır. Bu bağlamda nass, bir ilke ve değer olduğu gibi ulaşılması gereken bir amaç da olabilmektedir.
Kısaca nasslar, ancak bir kelamî okumadan geçtikten ve usul-i din faaliyetine tabi tutulduktan sonra inançsal statüsü belirlenir. Bu metodolojik ilkeler, kelamcıların mehdi ile ilgili rivayetleri görmelerine ve toplumda mehdi inancının çok konuşulduğunu bilmelerine rağmen, neden onu bir inanç ilkesi olarak ilan etmediklerini yeterince açıklamaktadır.
Mehdi konusunda ümmetin ittifakı olduğu ve bunun mütevatir, yani çoklu yöntemlerle doğrulanarak kesinleşmiş bir inanç olduğu tezi Şiî ve Sünnî kesimler tarafından dile getirilir. Tarihsel tanıklık yöntemi önemlidir ve dinî bilginin tespitinde de kritik önem taşır. Kur’an, peygamber ve ilk Müslüman nesillerin hayatı ile bilgilerin tarihsel tanıklık yoluyla bize geldiği ve böylece gideceği açık bir gerçektir. Ancak mehdi inancını kanıtlamak üzere bu yöntemin öne sürülmesinde bazı sorunlar ve tutarsızlıklar vardır. İslam açısından tarihsel tanıklık çok şey ise de her şey değildir. İnsanların gelenek, iktidar ve kültür gibi zorlayıcı otoritelerin baskısı altında bir inancı benimsemiş olmaları ve bu konuda geniş ve sürekli bir mutabakat ve tanıklığın oluşması mümkündür. Örneğin günümüzde dünya nüfusunun büyük çoğunluğu Hristiyan’dır. Ayrıca Yahudilerin inanç ve gelenekleri, İslam ve Hristiyanlıktan daha eskilere gider. Oysa İslam, yanlış mutabakat ve tanıklıklara dikkat çekerek bu iki inanç sistemini eleştirmiştir.
Bir mezhebin, ekolün ya da tarikatın kendi içinde inşa ettiği mutabakat, mensuplarına mütevatir olarak görünse de gerçek anlamda mütevatir değildir. Mezheplerin teo-politik söylemleri sonucu kitlelerde oluşan kanaatlerin yaygınlığını ve kesintisizliğini kanıt göstererek dinsel hakikat saptanamaz. Ve böylesi bir içeriğe itiraz etmek, dine değil mezhebe muhalefet sayılır. ‘Sonuçta elimizdeki dinî veriler, gözlemlerimiz ve yaşadıklarımız, bir mehdinin geleceğine inanmak konusunda açık, yeterli ve kesin bir sonuç ortaya koymamaktadır’ tutumu teolojik açıdan daha tutarlı görünmektedir.
Mehdilik Stratejileri ve Bekleme Versiyonları
Akademik araştırmalarda mehdi inancının daha çok Şiî imâmet doktrininden kaynaklandığı, imâmet düşüncesinin tarihsel ve teolojik açıklarını kapatmak amacıyla kullanıldığı belirtilir. Ehl-i Sünnet düşünce geleneğinde yer alan mehdi inancının ise, rivayetler yoluyla Şia’dan geçtiği ya da mezhepler arasında süregelen teo-politik rekabette inisiyatifi kaybetmek istemeyen Sünnîliğin bu fikri sahiplendiği değerlendirmeleri yapılmaktadır. Konuya stratejik açıdan yaklaşan uzmanlara göre, Irak’ın işgali sonrası süreçte yükselişe geçen Şiîlik, mehdilik gibi kavramlar sayesinde Şiî kitleleri etkilemekte ve bölgesel hatta küresel bir güç olma yolunda ilerlemektedir.
Şiîliği karakterize eden inanç, imâmettir. İmâmet, Sünnîlerin de bildiği ve kullandığı İslamî bir kavramdır. Ancak Şiîlik imâmeti, peygamberliğin bir devamı olan kutsal bir kurum anlamında kullanır. Peygamberleri seçen Allah, imâmları da insanlara rehberlik yapması için seçmiştir. Fiilî ve tarihsel olarak gerçekleşmiş yönetim sistemi anlamında de facto hilâfet ve saltanat rejimine karşı, de jure ideal ve ütopik yönetim tarzı olan imâmet düşüncesini savunmaktadır. Bu düşünce, sadece alternatif ve muhalif bir siyaset savunusu içermemekte, daha derinlerde bir hakikat tasavvuruna dayanmaktadır. Şiîlikteki muhalif ruhun bedenleştiği en etkili ve yoğun form, mehdi figürüdür. Görünen/aktüel/zâhir Şiî imamların ve liderlerin yenilgileri ya da kısa süreli başarıları, imâmet doktrininin vadettiklerini karşılamaktan ve temsil etmekten uzaktı. Bu nedenle adaletin gerçekleşmesinin ahirete bırakılmaması, acı ve haksızlıklarla dolu insanlık tarihinin “güzel bir sonla” bitmesini vazeden mehdi inancı, tarihin herhangi bir şimdiki zamanında yaşanan acılara, geleceğe atılmış yoğun bir adalet imgesi sayesinde katlanmayı mümkün kılmaktadır. Mehdi inancı, Şiî imâmet doktrinine teolojik derinlik ve koruma sağlamanın yanında ona fütürist bir karakter kazandırmaktadır. Buna karşılık kırılgan ve çoklu bir yapı arz eden Sünnîlik, mehdi inancı ve iddiaları karşısında daima hazırlıksız ve kafası karışıktır.
“El-Mehdi el-Muntazar” ifadesi mehdi ile ilişkileri belirleyen mesajlar taşır. Mehdi ile ilişkimiz onu beklemekten ibarettir. Ancak zamanla Şiî toplum, beklemeyi aktif-olumlu bekleme ve pasif-olumsuz bekleme olarak ayırmış, toplumsal-politik hazır oluşa bağlı olarak pozisyon almıştır. İslam Devrimi sürecinde Ali Şeriati’nin, beklemekten çok eyleme geçmeyi öne çıkaran mehdilik yorumları toplumda oldukça ses getirmişti. Şimdi ise mehdilik daha çok Şiî nüfuzu güçlendirmek ve yaymak için kullanılan bir motif görünümümdedir.
Şiîlikte ve Sünnîlikte mehdinin ortak özelliği onun peygamber soyundan gelecek olmasıdır. Şiîlikte gelecek olan mehdinin eşkâli ve kimliği bellidir. O, henüz küçük yaşta Razva Dağı’na çekilen ve orada yaşamaya devam eden (gaybet dönemi) 12’nci imam Muhammed b. el-Hanefiyye’dir. Kıyametten önce dünyaya tekrar gelecek daha doğrusu zuhûr edecektir (ric’at). Şiî teoloji, mehdinin kimliği ve faaliyetleri konusunda açık ve ayrıntılı bir literatüre sahiptir. Açıkçası Şiîler kimi beklediklerini bilmektedirler. Ancak Sünnî dünya mehdi yönetimi konusunda başarılı değildir. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur.
Sünnî kökenli akademisyenlerin ve entelektüellerin mehdi inancına eleştirel ve kuşkulu yaklaşmaları sahada olup bitenlerden bağımsız değildir. Abbasî, Selçuklu, Osmanlı ve son olarak da Türkiye Cumhuriyeti sürecinde yaşanan din eksenli sorunları mehdici hareketler oluşturmuştur. Buna karşılık Şiîlik içinde imâmet sıralaması tartışmaları olsa da bir dengeye ve sisteme oturtulmuştur. Şia’ya güç ve disiplin veren mehdi inancı Sünnî toplumu dağıtmış ve parçalanmıştır. “Bir kavramın kötüye kullanılmış olması onun yanlış ve kötü olduğunu göstermez” söylemi ile tatmin olacağımız eşiği çoktan aşmış bulunmaktayız. Yani, Sünnîlikteki mehdilik eleştirileri, Şia’yla rekabet etmekten çok, yaşanan içsel sorunlara bir cevaptır.
Mehdi inancının kitleler üzerindeki etkisini fark eden Sünnî iktidarlar, reddetmek yerine onun gücünden yararlanmayı tercih etmişlerdir. Örneğin pek çok Abbasî, İran siyasî kültüründe görülen kralların kutsal sıfatlarla anılması geleneğini İslamîleştirmişler, bu arada bizzat mehdi sıfatını kullananlar da olmuştur. Osmanlı’da da mehdici isyanların sarsıcı boyutlara ulaştığı dönemler olmuştur. Bu kriz süreçlerinde yazılan risalelerde hak, adalet ve fetih devleti olan Osmanlıların mehdi gelene kadar hüküm sürüp yıkılmayacağı belirtilirken, isyanların gayrı meşru oluşu ilan edilmiş ve kıyamet öncesinde bayrağı mehdiye teslim edecek olan Osmanlı iktidarı kutsanmıştır. Sünnî iktidarların mehdi ile ilişkileri teolojik olmaktan çok politik karakter taşımıştır. Beklenen mehdi huzur ve itibar verirken, bir anda çıkıp gelen mehdiler büyük sorunlara neden olmuştur.
Mehdi inancı üzerinden Müslümanlar arasında bir “vahdet” oluşturulabileceği düşüncesi en naif anlamıyla aşırı iyimserliktir. Öncelikle kökeni ve kaynağı belirsiz bu inanç teolojide bir çekim alanı oluşturmasının yanında farklı merkezîlikler inşa edecektir. Her gurup kendi mehdisini bekleyecek ve onun için çalışacaktır. Şiî ve Sünnî versiyonların dışında farklı bir senaryo üzerinde duralım: Selefî metinlerde haber verilen mehdinin çalışma programı neye benzeyebilir? Selefî ideolojiye uygun olarak mehdinin dünyadaki zulüm ve sapıklıkları ortadan kaldırma rolü hızlı ve keskin yorumla “küfür, bidat ve dalâlet” ile mücadele olarak tanımlanacaktır. Selefî mehdi, bitmek bilmeyen kutsal bir hırs ve nefretle mürted Şiîlere, sapkın Sufî kitlelere, dalâlet ehli Mâtüridî ve Eşarîlere karşı büyük cihadını başlatacaktır. Bu mücadelesinde Ehl-i kitap olarak gördüğü emperyalist güçlerle (ABD, İngiltere ve İsrail) işbirliği yapmakta sakınca görmeyecektir. İşte bu, gerçekten de dünyamızın sonunu getiren mehdi olabilir!