Kapıları Açın: Bir Facianın Ardında Çocuk Koruma Sistemimiz
İzmir’deki yangın, sadece bir trajedi değil; hepimiz için büyük bir uyarıydı. Bu olay, yalnızca bir annenin çaresizliğini değil, aynı zamanda toplumun çocuklarına nasıl bir dünya sunduğunu da ortaya koydu. Kapalı kapıların ardında unutulan çocukların çığlığı, yalnızca alevlerin değil, reaktif sosyal politikaların ve eksik dayanışma anlayışımızın da yansımasıydı. Bu yangın, çocuklarımızın geleceğini güvence altına almak için kapılarımızı açık tutmamız gerektiğini bir kez daha hatırlattı: Vicdanımıza, sorumluluğumuza, şefkatimize…
Türkiye genelinde, devlet koruması altındaki yaklaşık 14 bin çocuğumuz için hizmet veren 1.200’ü aşkın çocuk evinden birine adım attığınızda sizi ilk karşılayan, minik kolların büyük bir özlemle size doğru açılmasıdır. Henüz adınızı bile bilmeden, varlığınıza sığınan çocuklar… Sizi bacaklarınızdan yakalayan o küçük eller sadece bir şey ister: Şefkat. Bazısı elinizi tutar ve hiç bırakmaz; bazısı gözlerinize bakar, sessizce orada bir şeyler arar. Ne aradıklarını bilirsiniz. Çünkü onların aradığı, sizin onlara veremediğinizdir: Güven, sevgi ve sıcak bir bağlanma. Bu evlerde görünürde her şey vardır: Vardiyalı olarak çalışan eğitimli bakım personeli, düzenli yemekler, tertemiz giysiler, oyuncaklarla dolu odalar… Ama her şeyin var olduğu yerde, en önemli şeyin eksik olduğunu anlarsınız. Çocuklar sevgiye temas ederek ulaşır; şefkatin yalnızca bir dokunuşun sıcaklığında görünür olduğunu bilirler. Temas, onlar için en temel ihtiyaç gibidir. O elleri bırakıp gitmek zorunda kaldığınızda, o anın ağırlığı, omuzlarınıza yalnızca bir ziyaretçinin hüzünlü vicdanını değil, sistemin sessiz çığlığını da yükler. Gözlerinizdeki yaşlara engel olamazsınız.
O an anlarsınız ki mesele yalnızca ev gibi mekânlar, temiz, güvenli odalar ya da sıcak yemekler değildir. Çocuklar, yalnızca karınları doyurularak ya da üzerlerine sıcak battaniyeler örtülerek büyüyemezler. Onların asıl ihtiyacı hatta hakkı, kendilerini ait hissedecekleri, sevildiklerini ve güvende olduklarını anlayacakları sürekli bir sevgi çemberidir. Çocuklar bağlanma ihtiyacıyla büyür; hayatı anlamanın ilk adımı, bir çift sevgi dolu gözde güven bulmaktır. Anlatılmayan, ifade edilemeyen ama her bakışta kendini hissettiren bir boşluk… Bu küçük bedenler, her dokunuşta “görülmeyi” bekler, her sarılmada “bırakılmamayı” umarlar.
Çocuk koruma meselemiz, bir çocuğu sadece fiziksel tehlikelerden uzak tutma işi olmanın çok ötesinde, ekonomik destekler ise ancak ivedi ihtiyaçları giderecek güçte; ardında vakıf medeniyeti bırakmış bir toplumun bilgisine, vicdanına, değerlerine ve sorumluluklarına dair bir yüzleşme. Çünkü çocukları korumak, yalnızca onları hayatta tutmak değil; onlara, hayatı anlamanın, sevilmenin ve değerli olmanın ne demek olduğunu el birliğiyle göstermektir.
Bir Yangının Küllerinde Çocuklar
2024 yılının Kasım ayında İzmir’in Selçuk ilçesinde yaşanan ağır trajedi, toplumun derin yaralarına yeniden ayna tuttu. Henüz yaşamlarının baharını yaşayamadan, en büyüğü beş yaşında olan Aras Bulut, Masal Işık, Aslan Miraç, Funda Peri, Fadime Nefes, annelerinin onları kilitleyerek dışarı çıktığı evlerinde, sıkıştırıldıkları bir odada çıkan yangında hayatlarını kaybettiler. Bu çocuklar yalnızca birer isim değil; ihmalkârlığın, yoksulluğun, yoksunluğun ve toplumsal sorumluluk eksikliğimizin sessiz çığlıkları oldular.
Bu olay, bir annenin tehlikeli çaresizliğini gösterdi ama onun ötesinde bir yankı yaptı. Kapalı kapılar ardında, göz ardı edilen tehlikelerle yaşam savaşı veren çocuklar, sadece alevlerin kurbanı olmadılar; aynı zamanda gelişmekte olan sosyal politikaların ve çocuk koruma sisteminin gölgesinde kayboldular. Bu yangın, bireysel hatalardan çok daha fazlasını, çocuk koruma sisteminin ancak devlet, aile-akrabalar, komşular ve sivil toplumdan oluşan çok aktörlü, hem yüksek bir mesleki tavır hem de gönüllü katılıma dayalı bir sisteme dönüştüğünde sağlıklı çalışabileceğini gösterdi.
Çocuğun güvenliğinden şüphe duyuluyorsa, tereddüt etmeksizin koruma ve bakım tedbirlerinin devreye alınması gerekir. Kriz durumlarında çocukların önce güvenli barınma koşulları sağlanır. Anne-baba bakım verme yeterliliğine sahip değilse, karara itiraz etmeleri sonucu etkilemez.
Bu olayda ev dediğimiz yer, sanayinin çeperinde, hayatın gölgesinde, bir başka “unutulanlar” mekânıydı. Konut alanlarının dışında, barakadan bozma, tek göz odalı, elektriği ve suyu kaçak; ısınmanın kırık bir elektrik sobasına emanet edildiği, bir evden ziyade bir “sığınak”. Derme çatma duvarlar, yoksulluğun elleriyle şekillendirdiği, her köşesinde tehlikenin sessizce beklediği bir yerdi burası. Bakım koşullarının yetersizliği için daha çok gözleme ihtiyaç var mıydı gerçekten? Yoksa uzmanlar, bu derin yoksulluk manzarasını alışılmış bir resim gibi görüp, bir raporun satır aralarına “bir başka örnek” olarak mı sıkıştırmışlardı yalnızca? Çocuk kahkahalarının yerini sessizliğin, o sessizliği de alevlerin aldığı bu acı hikâye, unutmak için mi yaşandı, hatırlamak için mi?
Esasında, bu tür çok acı vakalarda, “çocuğun yüksek yararı” ilkesi, hem ahlaki hem de hukuki rehberdir. Ancak İzmir’de yaşanan faciada, annenin madde bağımlılığı ve suç geçmişi, babanın cezaevinde oluşu ve aileye yapılan 18 ev ziyareti gibi açık göstergelere rağmen neden bakım ve koruma tedbiri uygulanmadığı sorusu ortada duruyor. Sosyal ve ekonomik destek ile danışmanlık ve sağlık tedbirlerinin uygulanmış olması bu trajedinin oluşmasını engelleyemedi. Çocuk koruma kararlarının, yalnızca prosedürel süreçler değil, uzmanlık, etik duyarlılık ve insani özen gerektiren mesleki sosyal hizmet adımları olduğunu bir kez daha çok acı bir şekilde öğrendik.
Ne Yapılabilirdi?
İzmir’de yaşanan bu trajedi önlenebilir miydi? Evet, önlenebilirdi. Çocuk Koruma Kanunumuz açıktır. Tedbirler ve öncelikler bellidir. Eğer zamanında bakım tedbiri uygulanmış olsaydı; sosyal hizmet sisteminin risk altındaki çocukları tespit ve müdahale beşerî kapasitesi daha güçlü bir şekilde işlemiş olsaydı; koruyucu aile sistemi yaygın, erişilebilir ve etkin bir yapıya kavuşmuş olsaydı, belki de çocuklarımız bugün hayatta olabilirlerdi. Bu “eğer”ler yalnızca birer varsayım değil; aynı zamanda sosyal koruma sisteminin yapısal eksikliklerine işaret eden acı gerçeklerdir.
Çocukları Koru, Anneyi Güçlendir
Evet, bakım tedbiri alınsa çocuklar zarar görmeden korunabilirdi. Ama çocuk refahının tek refleksi koruma değildir. Aynı kararlılıkla güçlendirme de gereklidir: Hem çocuğu hem de ailesini. Sosyal hizmet müdahalelerinin amacı yalnızca çocukları koruma altına almakla sınırlı kalmaz; daha ötesinde, bireyleri ve aileleri güçlendirme, toplumsal adaleti tesis etme ve insanların hayatlarına anlam kazandırma misyonu taşır. Bu bağlamda, çocukların güvenliğinin ivedilikle sağlanması kadar, annenin iyileştirilmesi ve rehabilitasyonu da çocukların yüksek yararı kadar kritik bir görevdir. Çünkü günün sonunda, biyolojik anneyi güçlendirmek, çocuklara sunulabilecek en kıymetli olanaktır. Annelere yalnızca ekonomik destek sunmak yerine, psikososyal destek programlarıyla rehabilitasyon süreçlerini derinleştiren bir yaklaşım benimsenebilirdi. Böyle bir sistemin sürdürülebilirliği için ise sosyal hizmet profesyonellerine, mesleki özerklik ve yeterli kaynaklarla donatılmış bir çalışma ortamı sağlanmalıydı. Karar alma süreçlerinde çocuğun yüksek yararını rehber edinen bir anlayış, hem bilimsel bilgiye hem de etik sorumluluğa dayalı olmalıdır.
Kapalı Kapılar: Annenin Yokluğunda Güvenlik Arayışı
İzmir’deki trajedi, çocuk koruma sisteminin bürokratik işleyişinden ziyade, karar alma süreçlerindeki çelişkileri açığa çıkardı. Bir kapının ardında kilitli kalan çocukları başka bir kapının ardına taşımak… Uzmanların tereddüdü belki de buradaydı: O çok güçlü motto, “En vasat anne, en mükemmel kuruluştan daha iyi çocuk yetiştirir” zihinlerde yankılanırken, başka bir kapının ardındaki muhtemel mutluluğa duyulan şüphe ağır bastı. Çocukları koruma adına atılan her adım, onları annelerinin yokluğunda başka bir “kapalı kapı”nın içine hapsetme riskiyle doluydu. Bu içsel baskı, duygusal hasarı güvenlik adına görmezden gelme ya da dengeleme çabasını daha da karmaşık hale getirmiş olabilir.
Ama ya o kapalı kapılar, yalnızca yoksulluğun kanıksanmış manzarasına duyulan bir alışkanlığın ürünü ise? Bakım koşullarının yetersizliği açıkça ortadayken, “Nasıl olsa anneleri var, maddi destek veriliyor” diyen kör iyimserlik mi konuştu? Ya da derin yoksulluk, “uzman” zihinlerde sıradanlaşmış bir görüntüye mi dönüştü? Sonuç, annelerini rehabilite etmeden, çocukları güvenceye almakla yetinen bu “çözüm”, belki de kapıların ardında hem güvenliğin hem sevginin yitip gittiği bir boşluğu büyütmekten başka bir şey yapmadı.
Çocuk koruma kararlarının pusulası her zaman “çocuğun yüksek yararı” olmalıdır. Bu yüksek yarar, yalnızca çocuğun fiziken hayatta kalmasını değil, ruhunun da yara almadan büyümesini, kendine bir dünya kurmasını gözetir. Kapılar arasındaki seçim, çocuğun yaşamını koruyacak bir güvenlik duvarıyla, onu geleceğe taşıyacak bir sevgi sıcaklığı arasında yapılacaktır. Bu dengeyi kurmak ise yalnızca sistemin değil, toplumun ortak vicdanının sorumluluğundadır. Bu olayda yapılması gereken açıktı: Çocuklar şefkatten mahrum kalmasın diye, aile sıcaklığını yaşatacak bir koruyucu hizmet modeli devreye sokulmalıydı. Ama mesele bununla bitmezdi. O kapalı kapıların ardında yitip gitmiş annenin de elinden tutulmalı, danışmanlık ve psikososyal destekle yeniden ayağa kalkması sağlanmalıydı. Çünkü bir annenin düşüşü, çoğu zaman yalnızca onun değil, çocuğun da dünyasını yıkıp geçebilir.
Toplumsal Suçlama Döngüsü ve Sorumluluktan Kaçış
Trajediler, toplumun kolektif bilinçaltını açığa çıkarır. İzmir’deki facia, yalnızca bireysel değil, toplumsal sorumluluğun da sorgulanmasını gerektiriyordu. Ancak olayın ardından şekillenen tablo, alışılmış suçlama döngüsünden ibaretti: Herkes kendi konfor alanında, hekim ya da savcı kılığına bürünerek suçluyu buldu, hükmü verdi ve vicdanını temize çekti. Oysa mesele, bir anneyi suçlamaktan öte, o anneyi çaresizliğe mahkûm eden yapısal sorunları çözebilmekteydi. Bu kolay suçlama eğilimi, bizi sorumluluktan kurtardı ama toplumu olgunlaştıracak en önemli fırsatı da heba etti.
Toplumlar, böylesi acılar karşısında kendi sorumluluklarını sorgulama cesaretini gösterebilmelidir. Çocuk koruma yalnızca devletin ya da uzmanların değil, toplumun tüm kesimlerinin üstlenmesi gereken bir görevdir. Ne var ki kapalı kapılar ardındaki gerçekleri görmek yerine suçlama ve yargılama kolaycılığına kaçmak, dayanışmayı ve dönüşümü engelliyor. Acıya seyirci kalıyor, ardından kısa bir öfke nöbetiyle vicdanımızı yeniden terk ediyoruz. Oysa her birimiz, bu acılar karşısında “Ben nerede yanlış yaptım?” diyerek bir sorumluluk sınavından geçmeliyiz. Bu olaylar, yalnızca izlemekle yetinen bir toplumdan, harekete geçen ve dönüşüm sağlayan bir topluma evrilmenin ne kadar zor ama gerekli olduğunu hatırlatıyor.
Olgun bir toplum, sorunlar karşısında suçu dışarıda aramaktan vazgeçer. Denetim odakları teorisine göre, olgunlaşmamış toplumlar dış denetimli bir kişilik sergiler: Suç hep başkalarındadır. Ama olgunlaşmış toplumlar, yaşanan her krizi iç denetimle karşılar: “Biz nerede hata yaptık?” Atalarımız boşuna söylememiş: “İğneyi başkasına, çuvaldızı kendine batır.” Olgunlaşma, sorumluluğu başkalarının omuzlarına bırakmaktan vazgeçmekle başlar. Ve belki de bu trajedi, hepimize aynaya bakmayı öğretecek kadar sarsıcıdır.
Çocuk İstismarı Vakaları: Sistemleri Yeniden Şekillendiren Acı Dersler
Modern çocuk koruma sistemleri, genellikle trajedilerden alınan ağır derslerle yeniden biçimlendi. Çocuk istismarı ve ihmali vakaları, birçok ülkede sistemlerin zayıflıklarını gözler önüne sererken, reform ihtiyacını da beraberinde getirdi. Ancak bu reformlar çoğu kez aceleyle, medyanın ve kamusal skandalların baskısı altında yapılmış, bu da yeni sorunların doğmasına neden olmuştur. Geçmişin ve bugünün bu acı tecrübeleri, çocuk koruma sistemlerinde proaktif ve uzun vadeli bir yaklaşımın önemini bir kez daha hatırlatıyor.
Örneğin, 1973 yılında İngiltere’de yaşanan Maria Colwell vakası, modern çocuk koruma tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. Beş yıl boyunca kuruluş bakımında kalan Maria, ailesine döndükten yalnızca 13 ay sonra hayatını kaybetti. Bu trajedi, sosyal hizmet sisteminde köklü reformlara yol açtı. Ancak yapılan değişiklikler, riskten kaçınma ile aşırı müdahalecilik arasında sıkışan bir yapıyı ortaya çıkardı. İngiltere’de Victoria Climbie ve Peter Connelly gibi vakalar da benzer şekilde sistemde derin izler bıraktı, sosyal hizmet uzmanlarının karar alma süreçlerinde risk algısını değiştirdi. Ancak bu değişim, sistemin daha kontrol odaklı ve savunmacı bir yapıya bürünmesine neden oldu. Benzer sorunlar İsveç’te Bobby, Almanya’da Jessica ve Kevin vakalarında da ortaya çıktı. Bu olaylar, çocuk koruma sistemlerinin yetersizliklerini gösterirken, hızlı ve baskıcı çözümlerle durumun daha da karmaşık hale gelmesine yol açtı. Almanya’da medya baskısıyla sertleşen politikalar, çocuk refahını önceleyen yaklaşımları gölgede bırakarak, müdahalelerin etkisini sınırladı.
Türkiye’de de durum farklı değildir. Bu yangın trajedisi gibi, 2019’da beş yaşındaki Eymen Sadık Durak’ın annesi ve onun partneri tarafından öldürülmesi, toplumun vicdanında derin yaralar açmıştı. Bebeklerini öldüren anneler, terk edilen çocuklar gibi olaylar, yalnızca bireysel trajediler değil, toplumun sorumluluğunun ve sistemin zayıflıklarının da bir yansımasıdır. Her bir vaka, toplumsal vicdanın da sınavı olmuştur.
Bu tür trajediler, sosyal hizmet uzmanlarının sıklıkla “çok az müdahale” yapmakla ya da “fazla müdahaleci” olmakla suçlandığı bir ikilemi beraberinde getirmiştir. Gerçek bir dönüşüm, çocukların fiziksel güvenliği kadar duygusal refahını da önceleyen politikaların hayata geçirilmesiyle mümkündür. Sistemlerin yalnızca bireysel vakalara tepki vermek yerine, proaktif bir şekilde çocukların ve ailelerin uzun vadeli ihtiyaçlarını gözetmesi gereklidir. Çocuk istismarı ve ihmali vakaları, sistemlerin zaaflarını acı bir şekilde hatırlatsa da, aynı zamanda daha insani, daha etkili bir koruma anlayışı geliştirmek için bir fırsat sunabiliyor. Çünkü her çocuğun hikâyesi, yalnızca o çocuğun değil; bir toplumun vicdanının ve geleceğinin de hikâyesidir.
Bebeklerini öldüren anneler… Bu iki kelime esasında toplumun vicdanına hançer gibi saplanıyor. Bu hadiseler, yabancılaşmaların işaretidir. Annenin merhametinden mahrum kalmış bir çocuk, insanlık sahasını terk etmiş anneler. Toplumu onarmak, vicdanları yeniden inşa etmekle başlamalıdır.
Kapıları Açmak: Çocuk Koruma Sistemlerinde Yapısal Dönüşüm
Ülkemizde devlet korumasındaki yaklaşık 24 bin çocuğumuzun 14 binine kurum modelinde, 10 binine ise koruyucu aile sisteminde bakılıyor. ‘Kurumsuzlaşma’ adı verilen bu bakım anlayışı değişimi toplumun gönüllü katılımına bağlı olarak devam ediyor. Benzer süreçler dünyanın birçok ülkesinde yaşanıyor. Örneğin, Avrupa’da kurum tipi bakımdan aile temelli bakım modellerine geçişi hızlandırmayı amaçlayan “Open the Doors” (Kapıları Açın!) programı, yalnızca bir politika değişimi değil, bir vicdan çağrısı oldu. Bu program, çocukların refahını önceleyen ve haklarını temel alan bir anlayışla, içinde Avusturya ve Belçika gibi ülkelerin olduğu 16 ülkedeki yaklaşık 800 bin çocuğun yurt-yuva tipi bakımdan alınıp, koruyucu aileye geçmesini hedefledi. Romanya bu kapsamda, son 15 yılda 90 binden fazla çocuğu kuruluş bakımından çıkararak önemli bir başarıya imza attı; bugün yalnızca 8.000 çocuk bu sistemde kalmıştır. Bulgaristan ise daha ileri bir adım atarak tüm çocuklar için kuruluş bakımına son verilmesini öngören ulusal bir strateji geliştirdi. Ayrıca birçok Avrupa ülkesi, üç yaş altındaki çocukların kuruluş bakımına alınmasını tamamen yasakladı. Doğrudan koruyucu aile ve evlat edindirme hizmetlerine yönlendirdi.
Ancak bu dönüşüm, yalnızca siyasi iradeye bağlı bir süreç değildir; yeterli finansman, uzmanlık ve sivil toplumun ve toplumun etkin katılımı olmadan sürdürülebilir bir yapı inşa etmek mümkün görünmüyor. “Open the Doors”, bize bu dönüşümün ne denli çok yönlü bir çaba gerektirdiğini hatırlatan bir model olabilir.
Kurumlar Yerine Koruyucu Aileler
Çocuk koruma sistemlerinin eksiklikleri kadar, bir annenin yokluğunda güvenlik arayışının yarattığı ikilemler, bu trajedinin derinliklerinde gizlenmiş duruyor. Her ne kadar karar alma süreçleri karmaşık etik gerilimlerle şekillense de, o kapalı kapıların ardında yitip giden hayatlar, bir sistemin yeniden yapılandırılmasının ve çocuğun yüksek yararını merkezine alan ve bakım tedbirini tereddüt etmeden uygulamamız gereken bir mesleki kararın ne kadar kritik olduğunu hatırlatıyor. Kapalı kapılar, yalnızca çocukları değil, karar alıcıların vicdanını da tutsak eder. Bu yüzden, her kapı açıldığında, ardında bir annenin ya da onun yokluğunu belli ölçüde telafi edecek bir sevginin bulunması, çocuk koruma sisteminin nihai hedefi olmalıdır.
Olay sonrası ortaya çıkan tartışmalarda sıkça dile getirilen bir konu, kurum temelli bakımdan koruyucu aile sistemine geçişin önemi oldu. Özellikle geçici ve profesyonel türdeki koruyucu ailelere çok ihtiyacımız vardır. Kriz anlarında, çocukların güvenli duvarlar arasında değil, sevgi dolu bir yuvada geçici koruma altına alınması idealdir. Türkiye, bu yönde önemli adımlar atmış olsa da, sistemin henüz yeterince yaygın ve etkili olmadığı açıktır. Çocukların, bir kurumdan çok, “bir kucaktan diğerine, incitilmeden” teslim edilebileceği bir koruma sistemine ihtiyacı var.
Sonuç: Çocuklarımıza Açık Kapılar Bırakmak
Çocuk koruma sistemi, bir toplumun vicdan aynasıdır. Ve vicdan, içimizdeki ilahi sestir. İzmir’deki yangın, sadece bir trajedi değil; hepimiz için büyük bir uyarıydı. Bu olay, yalnızca bir annenin çaresizliğini değil, aynı zamanda toplumun çocuklarına nasıl bir dünya sunduğunu da ortaya koydu. Kapalı kapıların ardında unutulan çocukların çığlığı, yalnızca alevlerin değil, reaktif sosyal politikaların ve eksik dayanışma anlayışımızın da yansımasıydı. Bu yangın, çocuklarımızın geleceğini güvence altına almak için kapılarımızı açık tutmamız gerektiğini bir kez daha hatırlattı: Vicdanımıza, sorumluluğumuza, şefkatimize…
Her çocuk, insanlığın en masum yüzüdür. Onların umut dolu gözleri, bizlere ne kadar insanca bir dünya inşa ettiğimizi anlatır. Ancak bu dünyayı çocukların ellerinden tutarak, onları sadece korumakla değil, sevilmenin ve değer görmenin anlamını öğreterek kurabiliriz. Çocuk koruma politikaları, sadece krizlere tepki veren mekanizmalar olmamalıdır; proaktif, sevgi dolu ve sürdürülebilir bir anlayışla şekillenmelidir. Çocuklar yalnızca hayatta kalmamalı; aynı zamanda hayatı güvenle, mutlulukla, şefkatle kucaklamalıdır.
Kapıları açmak, yalnızca mekânları değil, kalpleri de açmaktır. Çocuklarımızı kapılar ardında yalnız bırakmamak için hem birey olarak kendi sorumluluğumuzu hem de toplumsal yapıların eksikliklerini sorgulamalıyız. Unutmamalıyız ki her medeniyetin seviyesi, en savunmasıza gösterdiği şefkatle ölçülür. Çocuklar, geleceğimize yazdığımız mektuplar. Ve o mektupları bizler kaleme alıyoruz. Şimdi vicdanımızla yazalım; kapıları açık bırakıp içini sevgiyle mühürleyelim.