Millî İradenin Ne İdüğü

Bütün gücün partiye, partinin de genel başkana ve nihayet her şeyin parti başkanına devredildiği bir düzende artık ne yargıç ne kolluk ne de herhangi bir kamu görevlisi soyut bir varlık olarak doğrudan devletin kamu görevlisi olarak değil, tek adama bağlı parti devletinin aparatı olarak algılanmaya başlar. Bu durum kelimenin hakiki anlamında devletin çökmesi, kamusallığın bitmesi anlamına gelir.

Celal Bayar ve Milli İrade

Gazeteci:

-Demokrasi inkılâp şeklinde mi olmalıdır?

Bayar:

-III. Selim’den beri bu meseleyi düşünmekle vakit geçirdik. Bundan sonra düşünmeye vaktimiz yok. Olacaksa birden olsun.”[1]

Celal Bayar

 

Bayar, İstanbul Karagümrük’te yaptığı 10 Mart 1947 tarihli bir konuşmasında “Demokrat Parti’nin emeli memlekette demokrasinin tam manasıyla tahakkuk etmesi ve Anayasanın vatandaşa tanıdığı bütün hak ve hürriyetlerin temin olunmasıdır” şeklinde bir söz eder. Cümlenin özellikle ikinci kısmı, ilk bakışta adeta demokratik bir bakış açısının tüm özelliklerini verir gibi görünse de Bayar’ın sonraki açıklamaları ve partinin iktidar sonrası girdiği çizgi bunun hiç de kolay olmadığını gösterir.

 

Aslında erken Cumhuriyet ile I ve II. Meşrutiyet dönemlerinde verilen mücadele, daha çok demokrasinin “devlete bakan yüzünde” yürütülen mücadelenin tarihiydi. Buna bir nevi iktidarın hanedandan bürokrasiye devri, onun mücadelesi de denebilir.

 

Bayar’ın altını çizdiği ikinci safha, meşruiyeti daha çok devletin kendi içinde biriken güçlerin mücadelesinden çok, devlet dışı alanda biriken güçlerin oyuna dâhil olmasının mücadelesi olarak öne çıkar.

 

Gökalp bir yerde demokratikleşme sürecinde yaşanması muhtemel gecikmeleri sınıflı bir toplum yapısına sahip olmayışımıza bağlarken, bu sürecin zorluğuna da dikkatleri çekmiş olur. Gerçekten de sınıflı toplumlarda demokrasi tarihi sınıflar arasındaki bir mücadelenin tarihi olarak gelişirken, bizim gibi çelişkinin devletle toplum arasında değil, devletin kendi içindeki güçlerinin çelişkisi olarak geliştiği ülkelerde daha çok saray darbelerine sahne olan manzaralarla karşılaşılır.

 

O yüzden demokrasimizin bu ilk safhasında gerilim hanedanla aydınlar arasında, sonra da bürokrasinin kendi arasında yaşandı. “Millî irade” kavramı da daha çok yetkinin kimde olacağını değil, kimde olmayacağının ifade eden bir kavram olarak sahaya sürüldü.

 

Halk Oyu ve Kamusal Alan

 

Bir de halkın iradesi vardı, ama bu gerçekte kullanılmayan bir iradeydi. Demokrasi mücadelesi aslında bu iradenin merkeze, yani kamusal alana taşınma mücadelesiydi. Çünkü kamusal alan o ana kadar sürekli olarak halkın dışında ve ona rağmen belirlenmişti. Erken Cumhuriyet dönemi ve sonrasında da bu uzun süre böyle devam etti. Hâlen de bizde kamusal alan büyük ölçüde devletin denetimine inhisar ettirilmiş resmî bir alan olarak algılanır.

 

Oysa kamusal alan sadece resmî olanı değil, gayri resmî olanı da temsil eder. Bunlardan her ikisi de sınırları anayasa tarafından belirlenen ortak alanlardır. Kamusal alan sınırları devlet tarafından yukarıdan dikte edilen bir sınırlamayla değil, ulusun kendi iradesiyle ürettiği ulusal bütüne ve ulusal değerlere katılma ve aynı şey demek olan demokratik bilince ulaşma yoluyla yapılırsa asıl o zaman kamusal olur. Normali budur ve birey ancak bu şekilde ulusun parçası, kendisi ve demokratik sürecin kurucusu olabilir.

 

Ne ki, bütün bunlar bir anda vuku bulan süreçler değildir. Hepsinin tarih içinde gelişen bir geleneği, geçmişi vardır. İlhamını ilk olarak Fransız İhtilali’nden alan demokratik gelenek, ulus, ulusun kaderi ve kamusal alan, bunların hepsi zamanla oluşan bilinçlenme süreçleridir. Ve hepsinin uzun bir zaman dilimine sığan bir tarihi, çetin bir deneyimi, mücadelelerle dolu bir geçmişi vardır.

 

Ve unutmayalım ki, devlet dışı sivil aktörlerin bu sürece katılması bir anda ve kolaylıkla olmaz. Onun da bir tarihi, gelgitleri, tereddütleri, sürtüşmeleri, kanla yazılan bir tarihi vardır. Boşlukta değil, meşru araçlar ve geleneği olan kurumsal mekanizmalarla hayata geçirilebilecek bu tarz deneyimlerin tarihi yıllar, hatta yüz yıllar alabilir.

 

Çok büyük bir mücadeleyle hayata geçirilen demokratik ve anayasal kurumlar, gayri resmi normun resmi alana aktarılma sürecinin asli plasentasını oluşturan yegâne araçlar olsa da bu da bir evrim ve mücadelenin ürünüdür. Gayri resmi norm, halkın henüz kayda geçirilmeyen eğilimleri, onun istekleri; resmi olan da kayda geçmiş veya oluşturulmuş resmi anayasa, yasa, tüzük, genelge, hepsini temsil eder.

 

İradenin Seyri

 

Her şey tamam da irade denilen bu şey doğuştan gelen masum, doğal bir şey midir yoksa işlenerek belli bir şekle sokulan, kurallı bir şey midir? Bu soru önemlidir ve çoğu kez cevapsız veya müphem bırakıldığı için bizatihi problemin kendisi haline gelebilir.

 

İrade dediğimiz şey başlangıcı itibarıyla insan doğasına, onun ilkel tutkularına dayanır. O yüzden istencin kendisine yapılan aşırı vurgu, bir anda onu kutsal bir zırhın içine sarıp sarmalasa da hakikat öyle değildir. Aynı şey halk iradesi, millî irade kavramı için de geçerlidir. Onun da terbiyeye, temeddüne ihtiyacı vardır.

 

Orada da demokratik süreçlerden geçirilmiş tanımlı, işlenmiş karar alma mekanizmaları olabileceği gibi, kayıtlı olmayan histeri halindeki kuralsız, işlenmemiş ham eğilimler ve taşkınlar olabilir. Bunlardan birincisinde her şey anayasal ve demokratik süreçlerle kayıt altına alınmış, içselleştirilmiş norm ve eğilimler halinde kendini gösterirken; ikincilerinde ise her şey keyfî biçimde işleyen kuralsız istenç ve eğilimler şeklinde kendini gösterir.

 

Bunlardan birincisi norm, kural ve kurumlarla terbiye edilmiş gelişmiş bir toplumsal aşamayı temsil ederken, ikincisi henüz norm ve kuralları yerleşmemiş, kurumsal bütünlüğe ulaşmamış az gelişmiş bir aşamayı temsil eder.

 

Birinde her şey hem ahlaki hem estetik hem de yasal açıdan büyük ölçüde öngörülebilir ve gelişmiş bir rasyonellik çizgisine ulaşırken, diğerinde her şey işlenmemiş, belirsiz ve keyfî davranışlarla ilkel dürtülerin kendisi haline gelebilir. Ahlakiliği burada toplumsal akitlere tam tamına uyma anlamında içsel ve içtenlikli bir benimseme, tutarlılık anlamında kullanıyorum. Estetik değerlerle de hakeza, aynı şekilde belli bir üsluba kavuşmuş hayat şekillerini.   

 

İmdi, tam da burada Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi” romanı geliyor aklıma, sonra da devrim sonrasında patlayan ve sokaklara taşan kitlenin öfkesi. Meşruiyetini millî iradeden alan o devrin işlenmemiş ve belli kurallara bağlanmamış ölçüsüz şiddeti, arkasına kamu gücünü alınca nelere yol açabilir, en yalın haliyle orada görülebilir.

 

Bu kargaşa ve devlet terörünü Napolyon dönemi izler. Gücün her şey, hukukun ise sadece retorik olduğu Napolyon devri, bu dönemin sonucudur. Bu sefer de bütün her şey güce bağlanır. İşte bu safhadan sonradır ki Fransa’da birinci mesele hukukun bizatihi güç olduğu bir arayışa yönlendirir aydınları.

 

“Yeter Söz Milletin”, Ya Sonrası…

 

Bizde “Yeter Söz Milletin!” sloganıyla yola çıkan demokratların ilk çıkışı da öyledir. O da bir milli irade hareketidir. Ama gerçekte buradaki milli irade bir demokrasi savunusu mudur değil midir meselesini cevaplandırmak o kadar da kolay değildir. Kuşkusuz savundukları millî iradedir, ama sınırlarının tam olarak çizildiği konusunda kuşkular olan ham bir millî iradedir bu.

 

Bayar’ın söylev ve demeçleriyle partinin verdiği mücadeleye bakılırsa oradaki milli irade kavramının bizim anladığımız milli irade ve demokrasiden çok daha farklı bir şey olduğu anlaşılır. Fransız devriminin öncü teorisyenlerinden E. J. Sieyès’i çağrıştıran fikirlere sahip olan Bayar, her ne kadar, Napolyon’u eleştirirken Sieyès’i [2] eleştiriyor gibi görünse de durum değişmez.

 

Erken dönemde, 1946 Ocak ayında, daha partinin ilk kuruluş yıllarında yaptığı bir konuşmada Bayar, “Anayasanın prensiplerine sadık kalacağız” derken bile vurguladığı şey esas olarak “anayasal kurumlar” değil, “millî iradenin” yalın ve işlenmemiş hali olan milletin kendisidir. Bu ise “serbest seçimle kendini gösterecektir. Milli irade ve hâkimiyet temsil edilirse memleketteki bütün fenalıklar zail olacaktır”.

 

“Anayasamız geniş bir demokrasi ruhuyla tanzim edilmiştir.” Onun kökleri ise “Jön Türklerden tutunuz da Erzurum-Sivas Kongreleri prensiplerine kadar geliniz, Cumhuriyet devrinin esas prensiplerini alınız, işte Anayasanın ruhu budur” (Şahingiray, 1999: s. 34, 69).

 

Bayar aynı ısrarı bu sefer daha net olarak oldukça geç sayılabilecek bir tarihte 1961 Anayasası hakkındaki görüşlerini belirtirken gösterir. Şöyle der:

 

“1961 Anayasasında hâkimiyet kayıtsız şartsız millete bırakılmıştır ama ‘kullanılış biçimi’ değiştirilmiştir. Bu Anayasaya göre ‘Millet egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Demek oluyor ki 1961 Anayasası, ulusal egemenliğin kullanılışına yeni ortaklar getirmektedir. Vatandaş oyunun kuracağı Millet Meclisi’nin bu egemenliği, iyi kullanabileceği konusunda kuşkular vardır. Bu ulusal egemenliğin kullanılışını güvenle yerine getirmek için müesseseler ihdas edilmiştir

 

Düğümün çözüleceği yer burasıdır.[3]

 

Bu duruş yasama, yürütme ve yargı dengesini esas alan kuvvetler ayrılığına dayalı anayasal demokrasi yerine, demokrasi diye gerçek anlamda millî irade arkasına sığınmış denetimsiz bir parti devletini savunmaktan başka bir şey değildir. Bayar ve DP’nin savunduğu düşünce tam olarak budur.

 

Fakat bunun da dahası vardır. Gittikçe güçlenen ve her alanı denetleyen bir devlet vardır günümüzde. Ve asıl risk burada başlamaktadır. Bir an için bu kadar güçlenen devasa devlet mekanizmasında gücün tek elde yoğunlaşması ve bunun muhtemel tehlikeleri düşünülse meselenin vahameti daha iyi anlaşılır.

 

Bütün gücün partiye, partinin de genel başkana ve nihayet her şeyin parti başkanına devredildiği böylesi bir düzende artık ne yargıç ne kolluk ne de herhangi bir kamu görevlisi soyut bir varlık olarak doğrudan devletin kamu görevlisi olarak değil, tek adama bağlı parti devletinin aparatı olarak algılanmaya başlar. Bu durum kelimenin hakiki anlamında devletin çökmesi, kamusallığın bitmesi anlamına gelir.

 

Devletin Direnci

 

Böylesi bir durumda bilinçdışı ve bilincin kodlarına yerleşmiş kolektif hafıza muhakkak surette devreye girer. 2000 küsur yıllık köklü bir devlet geleneğine sahip bir memlekette aksi de söz konusu olamaz. Mesele vaki olana uyanma, farkına varma meselesi olarak sadece an meselesidir. Çünkü bizim geleneğimizde devletin hiçbir şeye inhisar ettirilemeyen, hiçbir kişi ve zümreye devredilemeyen özel bir anlamı vardır.

 

Onun çökmesi sadece asayişin değil; binlerce yılda oluşturulmuş bir mutabakat zeminin de çökmesi, elden çıkması demektir. Çünkü bu devlet herkesin devletidir, inkısam etmez ve ettirilemez. Ederse devlet olmaz. Zaten bizde de devlet ve devletçilik denirken daha çok bu birinci hususa, devletin en erken devirlerden itibaren her hâlükârda bir zümre, sınıf veya parti devleti değil, kamu âlemin devleti olarak öne çıkartılması gerçeğine atıfta bulunulur.

 

Bu tarz bir zihniyetin kökleri sadece devlete iliştirilmiş bürokratik ve sentetik bir tercihe, usulle öğretilen ilmî bir bilgiye dayanmaz; kökleri çok eskilere giden bir geleneğe, kendiliğinden oluşan bir imana dayanır. O yüzden devletin varlığına yönelik bir temellük ve inhisar teşebbüsüne toplumun vereceği tepki, kendiliğinden ve doğal bir refleks olarak bir şekilde tezahür eder.

 

Tam da bu yüzden devletin direnci derken, aslında tarih ve sosyolojinin direnci kastedilir. Direnen tarih ve sosyolojidir, milletin genetiğine işlemiş imandır. Çünkü adı konmasa ve ulus bilinci olmasa da çok erken devirlerden itibaren bu topraklarda vaki bir millet zaten oluşmuştur. Gökalp de zaten vaki milletle devleti kasteder. O yüzden de aşiret ve zümre asabiyesi yerine kamu asabiyesi; aşiret ve zümre velayeti yerine kamu velayeti gelişmiş ve her yere sirayet etmiş, ortak bir mutabakat zemini oluşmuştur. Bu mutabakatın adı devlettir.

 

Bir başka yazıda norm olarak devletle davranış olarak devlet ve bu ikisi arasındaki çelişkinin sosyolojisi üzerinde durmak ve bu meseleyi daha da derinleştirmek istiyorum.

 

__

[1] Şahingiray, Ö. (1999), Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri: Demokrat Parti’nin Kuruluşundan İktidara Kadar Politik Konuşmalar, 1946-1950, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 108.

[2] Nitekim Bayar da Sieyès’e atıf yapmıştır. Bkz. Bayar, C. (1972), Ben de Yazdım: Milli Mücadele, 8, Baha Matbaası, İstanbul, s. 272.

[3] Bozdağ, İ. (2005), Bilinmeyen Atatürk, Celal Bayar Anlatıyor, Truva Yayınları, İstanbul, s. 180.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.