“Ölüyorum Tanrım”

Bütün ayrı gayrı, bütün aykırı seslere rağmen hayat hayatı kuruyor. Masa başında ahkâm kesen muktedirler değil, hayatın kendisi ipleri eline aldı, yeni bir hayatı kuruyor. Kim ne derse desin hayat hükmünü icra ediyor. Ve siz ey her şeyi belli bir parantez, belli bir formda görmeye alışmış zavallılar, kaybeden insanlık değil sizler oluyorsunuz.

deprem

“Ölüyorum Tanrım

Bu da oldu işte,

 

Her ölüm erken ölümdür

Biliyorum Tanrım.

 

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat

Fena değildi.

 

Üstü kalsın…”

CEMAL SÜREYA

 

Türkiye benzerine az rastlanır bir depremle sarsıldı. Ülkenin üzerinden sanki bir kâbus geçti. Her yerde feryat figan. Bütün ulus yas içinde. Ben hiçbir felakette bu denli acı, bu denli duyarlılık görmedim. Herkes tedirgin, herkes öfkeli, herkes çaresiz. Ve herkes bir şeyler yapmanın derdinde.

 

Tam da böyle bir dönemde en değerli, en saf duyguların içinde kötülüğün nabzı atıyor. Bir solucan gibi içimizde bir şeyler kımıldıyor; kirletiyor her şeyi. Tam da burada Nietzsche’nin o eşsiz başarısı aklıma geliyor. Onun iyide kötüyü keşfetmesi ve kötünün pozitif kurumlar içinde bile kendine yer bulabileceğini ifşa eden o sezgisi.

 

Kulakları gerekçeye değil de emredilmeye açık toplumların alın yazısı burada da acıyı katlamaya devam ediyor. Bir yanda her şeye “hâkimiyeti tesis ettik” edasıyla yaklaşan bir zihniyet, bir tür otoritenin namusunu (!) koruma içgüdüsüyle hareket eden farklı bir bilinçdışı, diğer yanda ise yardımlarına yol arayan mustarip insanlar.

 

Hayra Kimlik Vermek

 

20’nci yüzyıl sadece ulus devletlerin çağı olmadı. O aynı zamanda Peygamberlere bile kimlik kartlarının dağıtıldığı bir yüzyıl oldu. Artık İsa da Musa da gelenekte olduğu gibi bizim peygamberlerimiz değil, Hıristiyan ve Yahudilerin peygamberi idi. Zekeriya, Yahya, İlyas ve diğerleri de öyle oldu. Onlar da artık ait oldukları ulusal kimliklerin birer idolü oldular.

 

Peygamberle böyle oldu da diğer modern kimlik ve değerlere öyle olmadı mı? Onların da cevheri buharlaştı. Artık her şey üzerindeki patent ve pasaporta göre değer kazanıyor, ona göre revaç buluyor. Bu, doğal afet zamanları gibi en hayati zamanlarda da hükmünü icra etti.

 

Bunun örneklerini en fazla aşırı politize olmuş siyasal kliklerde görüyoruz. O kadar ki en masum çığlığı bile kendi kutsallarına taarruz gibi algılayıp anında saldırıya geçebiliyorlar. Bunu evimiz, barkımız, sevdiceğimiz, çocuklarımız söz konusu olduğunda bile yapabiliyor, o hakkı kendilerinde görebiliyorlar. Sanki üzerinde yaşadığımız topraklar dâhil ne kadar kutsal varsa her şeyi kullanma ve savunma tekeli sadece onlara aitmiş gibi yapıyorlar bunu. 

 

Ve artık her şey arkasında durdukları siyasal ikonun bekası içi kullanılabilecek birer teferruat haline getiriliyor; yaşantımız bile.

 

Televizyonlarda bunun en tipik örneklerini görebiliyoruz. Hayırda yarış bile lekeleniyor. Lekelenen sadece bir değer değil, peygamber sözü. O da önemini kaybediyor, kirleniyor; kirletiliyor. Ve bütün bunlar sözüm ona bir iman-küfür mücadelesi gibi dinî bir cezbe hâlinde yapılıyor. 

 

Hâlbuki bilseler ki, varlık da Vahdet’in bir parçası, O’nun devamı. Fakat bundan bihaber, içeriği kurumuş bir yığın ritüelin kurbanı olan yığınlar, farkında olmadan birtakım muhterislerin dolgu malzemesi oluyorlar.

 

Kimlik Diye Diye

 

Kimlik diye diye dar koridorlara hapsedilen, lime lime doğranan şeydir varlığımız. Onların kimlik diye diye yücelttikleri şey aslında aklın dile aktarılmış soyut ve kategorize bir parçası, eklentisidir. Ve o eklentilerin içinde öyleleri vardır ki, yüreğimizi kirleten asıl şeytanı onlar barındırır içlerinde. 

 

Bu tür durumlarda her şeye egemen olan sadece dürtülerin tiranlığı, onun karanlığıdır. Oysa filozofun öğüdü dinlense “kendimizin karşı saflara katılmaya teşne parçalarına direnebilmek için” de ilave direniş güçlerine ihtiyacımız olduğunu anlayabilir, herkesten önce kendi içimizdeki düşmanlara karşı duyarlı olabilirdik.

 

Evet, doğruların görünmez orduları vardır; bu doğrudur ama o görünmez ordular da her zaman iyilerin saflarında değil, bizatihi kötülük olarak sapkınların saflarında olabilir. Ve o sapkınlık bizim doğruluğundan asla şüphe etmediğimiz ve kayıtsız şartsız peşinden gittiğimiz otoritenin kaynağı olabilir.

 

İktidarın her şey olduğu, kutsal kitapların tekrar be tekrar sembollerle anlattığı o Firavun imgesi bunu anlatır. Orada anlatılan kıssa içeriği boş bir masal değil, bütün zaman ve mekânları aşarak çağlar ötesinden seslenen bir çağrıdır. Aman dikkat, dikkat edin bunlara şeklinde bir çağrı, uyarıdır anlayana.

 

Bizlerse ilk öğrenilmesi gerekeni sona bırakıyor ve süresiz erteliyoruz. Oysa öğrenilmesi gereken ilk şey kendi yanılabilirliğimizin bilincine varmaktır. Budur Kitab’ın öğrettiği ilk şey, “Her şeyin doğrusunu Allah bilir, O, her şeye kadir her şeyi bilendir!”. Kitap bunu öğretti ama biz öğrenmedik. Denizi bırakıp kendi kavanozumuzun peşinde koştuk. Bunu da kelime-i tevhidi dilimizden düşürmeden yaptık. Asıl kötüsü de buydu. Bilmeden kendi kendimizi aldattık, herkesi aldattık!

 

Bizim vicdanımız var dedik. Ama bilemedik ki vicdan dediğimiz şey bile kirlenmiş, diğer vicdanlara kapanmıştı. Oysa bilebilseydik ki insanda hiçbir şey mutlak, hiçbir şey saf değil, görelidir. O çok güvendiğimiz vicdan bile öyledir. O da verilmiş, saf bir sığınak değil, kültürel olanla halden hale giren son derece kaypak, değişken bir şeydir. 

 

Bunu bilebilseydik eğer, başka vicdanlara kulak verebilirdik, veremedik.

 

Asıl kötülüğümüz buydu, kulaklarımızı hemcinslerimize tıkamak!

Biz Kimiz

 

Cemal Süreya bir şiirinde şöyle demişti:

 

“Asker, su ver asker,” 

“Ben asker değilim, nişanlıyım…”

 

Resmî üniforma içindeki insanı bu kadar berrak biçimde anlatan kaç mısra gösterilebilir? Karşımızda gördüğümüz “üniform” içindeki bir kimlik veya grup değil. Bu kimlik veya grup, her ne grup, sınıf veya rütbeden olursa olsun o da önemli değil. O önce bir insan, baba, anne, kardeş, nişanlı…; bunlardan herhangi biri.

 

Dahası da var. Bugün düşüncelerimizi şekillendiren ne kadar büyük düşünür, şair, bilim insanı veya sanatçı varsa, hangisinin söylediklerinin gerçekte kendilerine ait? Veya soru şöyle de sorulabilir. Gerçekte her sonuç sadece bir düşünür veya sanatçıya değil, sürece doğrudan doğruya katılan herkes ve her şeye ve bunlar arasındaki karşılıklı etkileşime dayalı süreçlere ait değil midir?

 

Öyledir. Gerçek tam olarak budur. Burada da diyalektik hükmünü icra eder. Hayata Kant’ın söylediği gibi saf olan değil Hegel’in söylediği gibi tarihsel olan hükmeder, o levhalarını yazar. Vahye bile insan izi karışır. O bile, lafız olarak kendini korusa da bu süreçten kendini kurtaramaz. Çünkü ona da bir kere insan eli değmiştir.

 

Sahi, biz kimiz? Saf bir “öz”, cevher olarak varlığını devam ettiren sabit elementler mi, kurulmuş, oluşturulmuş bir doğa mı; hangisi? İşin doğrusu, el değmemiş saf bir doğa yoktur, olamaz diye cevaplandırılır bu tür sorular. 

 

Çünkü varlık diye bildiğimiz aslında duyumlarımızın beyin zarı denilen serebral kortekse aktardığı anlık sinyallerden oluşur. Bunların hepsi de beynimize belli kategorik süzgeçlerden geçerek girer. Hiçbir şeyi saf haliyle algılayamaz, kavrayamayız. Doğal bir nesne olan duyular bile saf doğayı temsil etmez. Onlar da işlenir. İşlenirken “his” haline gelir. O yüzden duyu ile duygulanmak farklı şeyleri ifade eder. Kulaklarımız bir melodiyi duyar ama ondan etkilenme süreçleri her bireyde farklı işler.

 

İşte kültür dediğimiz şey budur. Bir Dede’yi, Itrî’yi bile farklı farklı anlarız. Aynı kültürün insanları için bile bu böyledir. Bunu her alana teşmil edebilirsiniz. Hal böyleyken kimlik kimlik diye diye kendini belli bir bilişsel sürecin içine hapseden ve bunu kutsayan insanlara ne denir!

 

Bilseler ki süreçler herkeste her an farklı farklı işleyebilir ve bilinç ve bilinçdışında biriken bu anlıklar anbean başka anlıklarla etkileşerek kültürü, zihniyeti oluşturur; o zaman hem kendilerine hem de başkalarına karşı daha dikkatli olabilirler.

 

Acının Biriktirdiği

 

Savaşlar ve doğal felaketler de böyle bir anlık; bilinç ve bilinçdışında silinmez izler bırakan kolektif anlıklardır. Orada yeni başlangıçlar olabilir. Bitti sanılan yeni başlangıçlar tam da böyle anlarda kültürün biriktirdiği bütün iyi ve kötü çağrışımları canlı birer imge halinde yardıma çağırırlar.

 

Ummadığımız kişilerden ummadığımız hareketler görürüz böyle anlarda. Uluslar böyle anlarda silkinir ve kendine gelir. Bir anda çok pahalıya aldığımız “değerler, sevinçler, ortak kaderler” üretiriz kendi aramızda.

 

Tanrı misafiri gibi her şey kendi bereketiyle gelir, felaketler bile öyledir. Kardeşliğimiz perçinlenir. İnsan yanımızı keşfederiz orada. Bir ölür bin diriliriz. Bir volkan patlamasının ardından etrafa dağılan zengin minerallerle sökün eden baharlar gibi bin bahar sökün eder etrafımızda.

 

Hayat başka bir denklemde üslubunu bulur, yaralarımız sarılır. Ulus böyle olunur. Ulus bir et, kan parçası değil, bir üsluptur. Birikmiş ve süzülmüş bir üslup. Her bir zerresinde bütün insanlık olan izler taşır üzerinde. Bu, tanım gereği böyledir.

 

Ve yeni, yepyeni bir peyzaj sunar insanlığa.

 

Söz Sonu

 

İşte biz ulus olarak şimdi bunu biriktiriyoruz. Bütün ayrı gayrı, bütün aykırı seslere rağmen hayat hayatı kuruyor. Masa başında ahkâm kesen muktedirler değil, hayatın kendisi ipleri eline aldı, yeni bir hayatı kuruyor. Kim ne derse desin hayat hükmünü icra ediyor.

 

Tanrı’nın kulları Tanrı’nın mülkünde, bütün bu acılar içinde kardeş olduklarını öğreniyor, kucaklaşıyorlar. Ve siz ey her şeyi belli bir parantez, belli bir formda görmeye alışmış zavallılar, kaybeden insanlık değil sizler oluyorsunuz.

 

Toz toprak arasından sadece acılar değil insan fışkırıyor, insanlık fışkırıyor.

 

Acılar içinde parlayan bir sevinç, umuttur hayat. Her şeye rağmen hayatı bu karede görmek bir başka anlamlı, bir başka çarpıcı geliyor insana.

 

Hepinize selam ediyorum yurdumun güzel insanları, hepinize. Orada kimsesizlerin kimsesi olabilmek için ta Digor’dan gelen kardeşime de selam ediyorum, Yahşihan’dan gelen kardeşime de…

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.