Sahi, Nerede Bu Devlet?

Devlet geleneği güçlü toplumlarda devlet, genelde sorunların kaynağı olarak görülmez. Tam aksine o sorunların çözüme kavuşturulması gereken yegâne merci olarak kabul edilir. Bundandır ki tüm toplumsal problemler bir şekilde devlet erkinin çözüme kavuşturması gereken ‘kriz’ler olarak değerlendirilir. Peki ama devlete bu kadar yetki vermek, bir anlamıyla ona tanrısal bir statü vermek doğru mu?

Sahi, Nerede Bu Devlet?

Alain Touraine uzunca bir süredir demokrasinin devletin eşitsizlikleri azaltmak ve eğitim, tıp ve ekonomi alanlarında herkese belli bir yardım sağlamak için toplumsal ve ekonomik yaşama müdahale olarak tanımlanmasının artık yeterli görülmemesi gerektiğini söyler. Ona göre devletin başlıca ereği, herkesin kendi yaşamına müdahale etme gücünü artırmayı sağlayan araçtan başka bir şey olmamalıdır.[1] Hukuk, başkalarının hayatı ile kendi hayatı arasındaki sınırları belirlemede insanlar için ancak yardımcı bir araç olmalıdır. Çünkü toplumsal hayatın idamesi, ancak özne olarak kişinin başkalarının sınırları ile kendi sınırları arasındaki farkı görmesi ile mümkün. Devlet burada hukukun sürekliliğini sağlayan bir araçtan öteye geçmemelidir. Aksi takdirde toplumsal yapı, devletin mutlak nizamı dışına çıkmayı illegal bir eylem olarak görmeye başlayabiliyor.

 

Atabaki, İran ile Türkiye modernleşmesini kıyaslarken Kazımzade’den dönemin sosyolojisini ele alan bir alıntı yapar: Kazımzade’ye göre merkezi güçlendiren bir modernleşme dini hurafelerden kurtaracak, modern toplum kurallarına uygun dini hayatın benimsenmesiyle de toplum ulemanın boyunduruğundan kurtulacaktır.[2] Devlet geleneği güçlü toplumlarda devlet, genelde sorunların kaynağı olarak görülmez. Tam aksine o sorunların çözüme kavuşturulması gereken yegâne merci olarak kabul edilir. Bundandır ki tüm toplumsal problemler bir şekilde devlet erkinin çözüme kavuşturması gereken ‘kriz’ler olarak değerlendirilir. Peki ama devlete bu kadar yetki vermek, bir anlamıyla ona tanrısal bir statü vermek doğru mu?

 

Osmanlı’dan Türkiye’ye tevarüs eden geleneksel yönetim biçiminde ordunun yüklendiği misyon, devleti ‘idare’den daha çok yönetme ve disiplin etme işlerine zorluyordu. Karpat’a göre Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Cumhuriyet’te ordu, toplumsal ve siyasal örgütlenmenin temelini oluşturdu.[3] Ordunun kutsal olanın ‘taşıyıcısı’ (Fetih ve Gazve) ve ‘koruyucusu’ olması, devletin de tanrısal bir figür olmasını sağladı. Bu durumda elbette her sorunun çözümü olarak tanrı veya onun yeryüzündeki gölgesine başvurmak bir ritüel haline geldi. Tüm toplumsal yapıların şikâyet ve şükran merci olarak devleti yaratması aynı zamanda onun toplumsal rolleri benimsemesine de imkân veriyor. Devlet babadır, tanrıdır, topraktır.

 

İlahiyat Fakülteleri

 

Bir süre önce Dokuz Eylül İlahiyat Fakültesi’nden bir hocanın Hz. Meryem ile alakalı derste verdiği bilgilerin internete sızmasıyla başlayan tartışma birkaç gün sosyal medyanın gündeminde kaldı. Özellikle ‘klasik İslami eğitim’ diye adlandırılan metotlara aşina bir grup tarafından bahsi geçen kişinin sözlerinin haddini aştığı, bu sözlerin temelinde İslam’a ‘hakaret’ olduğu dile getirildi. Hatta bir grup avukat İstanbul adliyesine suç duyurusunda dahi bulundu. Daha sonra Çorum Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Mehmet Azimli, yıllar önce yazdığı ve daha sonra kitabından kaldırdığı bir ifade yüzünden sosyal medya linçine tabi tutuldu. Azimli hocaya gelen tepkiler akademik veya ilmi olmaktan ziyade tehditkâr ve baskılamaya yönelikti. Her iki olayda da ön plana çıkan tavır, adı geçen kişilerin görevlerine son verilmesi için devleti göreve çağırmaktı. Aslında ilahiyat fakülteleri ile bir süredir ciddi kamplaşma düzeyine gelen bir tartışma mevcut.

 

2012 yılında YÖK üyeliğine getirilen İbrahim Hatipoğlu’nun fikirlerine ve daha sonra başkan olan Yekta Saraç dönemlerine bakmak gerekiyor. Hatipoğlu ilk defa ilahiyat bölümlerinde felsefe derslerini ‘itikadi’ problemlerin kaynağı olarak göstermişti. Ona göre ‘makul’ bir ilahiyat fakültesi temel İslam bilimleri çerçevesinde hareket etmeliydi. Zira o dönemden sonra yeni kurulan ilahiyat fakültelerinin isimlerinin “İslami İlimler Fakültesi” olarak değiştirilmesi bunun ilk adımı oldu. Tabii burayla sınırlı da kalmadı. YÖK’ün ilahiyat fakültesi dekanları ile yaptığı çeşitli toplantılarında Felsefe ve Din Bilimleri bölümlerine yeni kadro açılmaması, Yüksek Lisans ve Doktora alımının azaltılması vs. gibi bazı ‘tavsiye niteliği’nde kararlar aktarıldı. Hasan Onat, Ali Köse gibi bazı hocaların itirazları ise dikkate alınmadı. Hatta fakülte dışından da konuya ilişkin epey tartışma yürütüldü. Fakat YÖK üyesi Hatipoğlu bunun kaldırma olarak değil düzenleme olarak görülmesi gerektiğini söyledi. Oysa Felsefe Tarihi dersleri tamamen kaldırılacak Din Felsefesi dersinin de kredisi azaltılacaktı. Birçoğu Felsefe ve Din Bilimleri hocasından müteşekkil dekanlarla yapılan bir toplantıda konunun uygulanmasına dair karara iddia o ki dönemin Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Ali Köse hariç itiraz eden de olmayacaktı. Yekta Saraç, Felsefe derslerinin kaldırılmasını ciddi derecede savunan bir kesimin en muteber hocalarından Muhammed Emin Saraç’ın oğluydu. Haliyle kültürel hafızası bu tartışmada nerede duracağına dair ipuçları veriyordu ama o beklenildiği gibi ‘geleneği’ne çok da uygun davranmadı ve ilahiyat fakültelerinde Sosyal Bilimlerin omurga olduğuna dair bir beyanat verdi. Ona göre bu konudaki karar üniversitelerin yetkin kurullarına bırakılmalıydı. Bu ifade her ne kadar daha özgürlükçü bir tavır olarak görülse de nihayetinde Cumhuriyet tarihi boyunca üniversiteye idareci atamalarında ortaya çıkan tablo sonuca dair ipuçları veriyordu.

 

Konunun YÖK eksenli tartışılmasında ziyade sokağa yansıyan yönü sosyal medyada veya belirli bir kitlesi olan hocaların aralarındaki diyalogdaki meselelerdi. Akademik dünyaya ‘hiza’ verme çabası elbette ilahiyat alanıyla sınırlı değil. Bununla birlikte sorunu yaratan devlet erkine akademi camiasının bütüncül bir tepkisinden bahsetmek de mümkün değil. Çoğu zaman sebepler farklı olsa da mağdur edilen bir kişiye veya tepeden inme yönetici atanan bir bölüme/fakülteye/üniversiteye akademinin içinden tepki verilmiyor. Bunun yerine güç odakları arasında bir çatışma ortaya çıkıyor. Şehir Üniversitesi kapatıldıktan sonra kurucu vakıf olarak Bilim Sanat Vakfı’na kayyum olarak adı geçen bir hoca, bu hegemonyaya karşı çıkmak yerine ‘Ben bu işi tek başıma yapamam’ kabilinden bir açıklama yapmıştı.

 

Devleti Göreve Çağırma Ayini

 

Mesele, sadece ilahiyat fakülteleri çevresinde dönüyor gibi görünen bu olaylar veya tepki veren kişilerle/gruplarla da sınırlı değildi elbette. Çoğu zaman bir kişi veya grubu belirli bir ‘hizaya’ çekme üslubu devleti göreve çağırma ayini ile başlıyor. Örneğin geçmişte görevinden istifa etmek zorunda kalan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Mustafa Öztürk özellikle 17/25 Aralık veya 15 Temmuz sonrası sık sık konuşmalarında devleti göreve davet ediyordu. Bir tehdit olarak gördükleri dini anlama ve yorumlama biçimlerini devletin sopası ile düzeltme çabası aslında çoğu ‘mağdur’un veya ‘zalim’in başvurduğu bir ‘ıslah’ metodu olarak önümüze çıkıyor. Benzer bir olay da Adnan Oktar meselesinde gündeme geldi. Kendi televizyon kanalında yaptığı programlarda çoğu kişi tarafından İslam’a uygun görülmeyen davranış biçimleri için devlet göreve davet edildi. Peki ama devlet bireylerin bir meseleyi anlama-yorumlama-pratize etme biçimlerine müdahale etme hakkına sahip midir? Örneğin Oktar’ın dekolteli kadınlarla hem oynayıp hem de dini argümanlarla konuşması devletin bir sorunu mudur yoksa o dine inanan insanların, o dinin bağlamı içinde itiraz etmeleri gereken bir konu mudur?

 

Devletin bir ıslah veya hiza verme aracı olarak sopa görevi görmesi herkesin bir gün bu tehdit ile karşı karşıya kalacağının göstergesi olacaktır. İmzacı akademisyenlerin imzaladıkları metnin, imza atmayan hocalar tarafından içerik olarak eleştirilmesi yerine sürecin bir cadı avına dönüştürülmesi, binlerce insanın mağduriyet hatta ailelerinin travma yaşamasına neden oldu. Geçmişte Celâleddîn-i Rumi (Mevlâna) üzerine akademik çalışmalarındaki bazı iddialar nedeniyle kendi ifadesiyle Konya’nın mülki idarecilerince tehdit edilen Mikail Bayram hocanın tezlerine akademik bir cevap gelmemesi de tecrübe olarak toplumsal hafızamızda kalmalı. Şehrin ekonomisini döndüren hayali bir kahraman olarak Mevlâna figürüne sahip çıkmak elbette mülki idarecilere kalacaktır.    

 

Aslında sorunların yegâne çözüm kaynağı olarak devletin güçlü merci imgesi ile her an yeniden yaratılması, sadece hukuken zayıf olan toplumların bir sorunu değil veya bu sorun sadece hukukun zayıflığı ile alaka kurularak tanımlanacak kadar basit değil. Hep kendi geleneksel toplum yapısı ile övünmeyi bir maharet sanan Türkiye gibi toplumlarda devletin bir tanrı figürüne bezenmesi tam aksine geleneğin zayıflığının da göstergesi. Yazılı olmayan kendi toplumsal hukuki bütünlüğü içinde çözüm üretememe, geleneksel anlamda inşa edilmiş bir kökeninin olmadığının göstergesi. Türkiye muhafazakârlığı çoğu zaman köksüzlüğü Kemalist paradigmanın uzun yıllar hüküm süren despotizmine bağlasa da benzer örneklere Kemalizm öncesi dönemde de rastlayabiliyoruz. Her ne kadar dini mezhep veya oluşumların toplumu kanalize etmede gösterdiği potansiyeli yüksek olsa da bir şekilde devlet kurgunun merkezinde yer alıyordu.

 

Özbudun, Türkiye’de Osmanlı’dan gelen güçlü bir devlet geleneğinin hâkim olduğu iddialarını bazı saiklerle destekler: “Osmanlı İmparatorluğu’nda yönetici sınıf ile yönetilenler arasındaki keskin ayrılıktan; piyasaya yönelik değerlerden çok statüye yönelik değerlerin hakim oluşundan; Ortaçağ Batı feodalizminin aksine devletle birey arasında kilise, loncalar ve özerk şehir yönetimleri gibi tampon yapıların mevcut olmamasından; toprak mülkiyetinin devlete ait oluşundan; yerli bir aristokrasinin bulunmamasından; din adamları sınıfının devlet karşısında özerk bir hiyerarşiye sahip bulunmayıp devlete bağımlı bir devlet hizmetlileri sınıfı oluşturmasından; bütün bu etkenlerin sonucu olarak da padişahın elinde mutlak bir otoritenin toplanmış bulunmasından kaynaklanmaktadır.”[4] Din adamları sınıfının özerk yapısının olmayışı aslında devletin resmi din anlayışının sınırında bir ilahiyat kurgusunu destekliyor. Ama daha ilginci merkeze yakın medreselerin de gönüllü olarak bu rüzgâra kendini kaptırma arzusunun ortaya çıkması. Devletin iyi ama iktidarların kötü olabildiğine dair meşruiyet yaratma çabaları da bunun bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Haliyle bugün Türkiye’de geleneksel Osmanlı hayat tarzını ‘asrı saadet’ formuyla yeniden inşa etmek isteyen inanç biçimi, devletin yapıp etmeleri yerine kurgulanmış bir Kemalizm’le hesaplaşmayı ‘cihat’ olarak görebiliyor. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının Osmanlı ile hesaplaşma biçimini kendilerine model alarak tarihle olan bağlarını tazelemeleri de olayın trajik boyutu.     

 

Burada din ile devlet, din ile birey veya birey ile devlet arasında kurulacak ilişkinin kapsamı da tartışmaya açılmalıdır. Ama üniversite adıyla kurumsallaşan ve bir şekilde özgürlük ideasının merkezi sayılan yapıların devletle bu kadar derin ilişki içine girmesi bazı olumsuz sonuçları ortaya çıkarıyor. Çoğu toplumsal örgütlenme biçiminin iddia ettiğinin aksine sorun devleti idare eden ‘iktidar’ mekanizmasını da aşıyor. Burada asıl sorun devletin bizatihi iktidar mekanizmasını aşarak kendini var etme şekli ile alakalı. Böyle olduğunda kurumların rengi iktidardan ziyade hep devletin kendi rengi ile boyanmış oluyor. Her ne kadar yaşanan son olaylar ilahiyat fakülteleri üzerine odaklansa da sorun fakülteleri hatta üniversiteleri aşacak potansiyele sahip. Ama ilahiyat fakülteleri devletin son yöneteninin kendi odağına daha fazla girdiği için tartışmaların merkezinde yer alıyor. Türkiye benzeri toplumlarda devletin merkezi bir figür olarak inşa edilmesi, despotizmin kamusal sınırları da aşarak kendini her an yeniden yaratmasına neden oluyor. ‘Rızık’ veren merci olarak devlet, Weber’in tarif ettiği gibi ‘şiddetin kullanımını tekelinde bulunduran’ bir yapı olarak vatandaşlarının kendi rızası ile yaratılan canavara dönüşüyor. Bu simgeyi yaratan bireylerin bir gün bu canavarın önce sahip olduğu imkânların elinden alınması tehdidi ile, daha sonra ise hapis, sürgün hatta ölüm tehditleri ile karşı karşıya kalması kaçınılmaz.

_

[1] Touraine, A. (2004). Demokrasi Nedir? Çev. Olcay Kunal. İstanbul. YKY. Sf. 54

[2] Aatabaki, T. & Zürcher E. J. (2012). Türkiye ve İran’da Otoriter Modernleşme; Atatürk ve Rıza Şah Dönemleri. Çev. Özgür Bircan. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Sf. 17

[3] Karpat, K. (2007). Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi 1876-1980. Çev. Esin Soğancılar. Ankara. İmge Kitabevi. Sf. 157

[4] Özbudun, E. (2011). Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, sf. 128

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.