Siyasal Topoğrafyamız ve Yeni Partilerin Geleceği
Türkiye’de siyasal topoğrafya sadece yeni partilerin değil, var olan partilerin de hareket alanını kısıtlıyor. Çünkü diğer bir kimliğe ya da başka bir coğrafyaya yapılacak her hamle; eldekilerin kaybedilmesine yol açabiliyor.
Ülkemiz, yaygın olarak anılmaya başlandığı adıyla Koronavirüsü günlerinde sadece sağlık sorunları ya da ekonomik sorunlar ile nasıl mücadele edileceğini tartışmıyor, aynı zamanda “karantina sonrası” günlerde dünyayı ve Türkiye’yi nasıl bir siyasal ortamın beklediği üzerine de kafa yoruyor. Ülkelerarası, ülkelerle uluslararası ve ulusötesi kurumlararası, toplumlararası ve toplumlarla devletarası ilişkilerin alacağı hâl konusunda çok sayıda fikrin dolaşımda olduğunu söyleyebiliriz. Hangi alanda olursa olsun, bu tartışmaların her birinde daha iyiyi müjdeleyen iyimserler olduğu kadar, bardağın boş tarafını görmeyi tercih eden karamsarlar da var. Söz konusu toplumsal meseleler olduğunda “tarih kimi haklı çıkaracak?” diyemiyoruz ne yazık ki, çünkü sosyal bilimin kendi kehanetlerini yanlışlamak ya da doğru çıkarmak gibi bir özelliği var.
Bütün bu tartışmaların yanı sıra, ülkemizdeki hararetli tartışmaların önemli odaklarından birini de siyasal partiler oluşturuyor. Doğru bir tartışma bu. Zira öncelikle iki yeni siyasal parti (Demokrasi ve Atılım Partisi-DEVA ve Gelecek Partisi- GP) siyasi arenaya giriş yapmış bulunuyor, her yeni siyasal girişim heyecan uyandırır ve bazı beklentilere seslenir.
İkincisi, koronavirüsü salgını nedeniyle ötelense de, muhalefetin kilit taşı Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) kurultay yoluyla yenilenme süreci devam ediyor. 31 Mart yerel seçimlerinde “başarılı” notunu rahatlıkla hak eden CHP’nin, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken çıtayı daha yukarıya koyabilmesi bu süreçte yapabileceklerine bağlı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliğiyle günbegün özdeşleşen AK Parti’nin ekonomi ve dış politika krizleri yetmezmiş gibi koronavirüsü salgınıyla mücadeledeki performansının gelecek seçimlerde bir etkisi olacağı açık, buna bir de parti içi çekişmeleri de ekleyebiliriz.
Son dönemde AK Parti’yle iyi bir yoldaşlık ilişkisine giren Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) göreli iktidar gücü ve gelecekteki performansı da ilgi çeken konulardan biri. Buna İYİ Parti’nin sağ kalma savaşını ve Halkların Demokrasi Partisi’nin her zamanki dışlanma sorununu da eklediğimizde, konunun meraklıları için cazip bir tartışma ortamı olduğu yadsınamaz.
Siyasal Partiler Arası Rekabette Topoğrafya Kader midir?
Ancak bu konudaki tartışmaları kabaca eleştirecek olursak, kritik bir noktayı göz ardı ettiklerini görüyoruz. İstisnaları olsa da bu tartışmaların çoğunda partilere ve yöneticilerine önemli bir oranda “faillik” atfediliyor. Başka bir deyişle, partilerin liderlerinin yönetiminde serbest iradeleriyle alacakları kararlarla kaderlerini belirleyecekleri düşünülüyor, o ya da bu stratejinin seçiminin iktidar olmakla muhalefet sıralarında ömür tüketmek arasında fark yaratacağı varsayılıyor. Tabiî ki partilerin nasıl yönetildiklerinin gelecekleri üzerinde önemli bir etkisi olur ancak alınacak kararların etkisi siyasal partilerin içinde bulundukları “yapı”, yani partiler topoğrafyasıyla da sınırlı kalır. İbn Haldun’a atfedilen ünlü söz gibi, siyasal partilerarası rekâbette topografya büyük ölçüde kaderdir.
Siyasal partilerin topoğrafyası dediğimizde, rekâbet ettikleri toplumsal ortamın yapısını kast ediyoruz. Siyaset Bilimi disiplininin önemli çalışmalarından biri olan “Party Systems and Voter Alignments” adlı çalışmalarında Lipset ve Rokkan (1967) Avrupa parti sistemlerinin tarihsel gelişimine odaklanırlar ve partilerin toplumsal fay hatlarının üzerinde konumlandıklarını öne sürerler. Avrupa’nın tarihinde yaşadığı devrimler -Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi ve Sekülerleşme- toplumsal fay hatlarını ve partileri oluşturur. Etnik, dinsel, kırsal-kentsel ve sınıfsal çatışmalar partilerin konumlanacağı topoğrafyayı belirler. Her ne kadar fikrin sahipleri Avrupa parti sisteminin 1920’lerde “donmuş” olduğunu ve başka kırılmaların gerçekleşmesinin zor olacağını iddia etseler de, daha sonraki dönemde yaşanan toplumsal hareketler onları yanlışlar. Avrupa’da yaşanan hızlı toplumsal hareketlilik yeni bir kültürel fay hattının oluşmasıyla, Yeşil ve sağ Radikal Partiler gibi partilerin doğmasıyla sonuçlanır. Günümüzde sıkça tartışılan popülist partilerin yükselmesini de bu kültürel fay hattına bağlayanlar bulunur. Bu kuram o kadar benimsenmiştir ki, bir ülkedeki parti sayısının o ülkedeki fay hattından bir fazla olacağına dair bir kanun bile geliştirilmiştir.
Bu kadar Batı merkezli bir kuram, Türkiye gibi bir ülkenin siyasetini açıklayabilir mi? Zaman içerisinde yapılan çalışmalar sadece Türkiye’de değil başka “gelişmekte olan” demokrasilerde de parti sistemleriyle fay hatları arasında ilişki olduğunu ortaya koydu. Ülkemize gelince, Şerif Mardin’in çok bilinen “merkez-çevre” çatışması -buna kulturkampf da denebilir- 1960’ların hızlı sanayileşmesi sonucunda çıkan sağ-sol ayrımı, Kürt sorununun yarattığı Türk-Kürt gerilimi ve belki de ikincil olarak gözlemlenen Alevi-Sünni fay hattı ülkemizdeki parti sisteminin oluşmasına yol açtı diyebiliriz. 1946’dan bu yana Demokrat Parti ve devamı olan merkez sağ partiler çevrenin, CHP ise merkezin partisi olarak gözlemlendi. Milli Selamet Partisi ve takipçisi olan muhafazakâr partilerse çevrenin kültürel değerlerini savunan partiler olarak algılandı. HDP’nin öncülü olan Kürt milliyetçiliğinin karşısındaysa Türk milliyetçisi Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) bulunmaktaydı.
Şifahi olarak bildiğimiz bu ayrımlar, 2001 yılı gibi erken bir dönemde aşağıdaki haritadaki gibi görselleştirildi. Zamanın partileri Laik-Dindar ve Kürt-Türk ekseninde konumlanmaktaydı, Laik – Dindar ekseni Sol-Sağ boyutunu da içselleştirmiş gibi gözükmekteydi. Türkiye siyasal parti tarihinin en parçalanmış hâlini resmeden bu haritanın 2002 yılında değiştiğini ve hem parlamentoda hem de sandıkta rekabet eden parti sayısının azaldığını bilmekteyiz.
Şekil 1. Türkiye’de Partilerin Pozisyonları ve Kimlikler-1999
Değişen Siyasal Topoğrafyanın Eksenlerinden Biri Erdoğan Karşıtlığı mı?
Doğal olarak AK Parti’nin 2002’den bu yana süregiden iktidarının siyasal topoğrafyayı değiştirdiğini kabul etmek gerekiyor. Öncelikle bu süreç içerisinde partilerin bir kısmı siyaset sahnesinden çekildi. 1999 yılında 7’ye varan parti, seçim sandıklarında etkin bir görünüm sergilerken, bu rakam bugüne kadar olan seçimlerde 3 ile 4 arasında değişti ve aktörler hemen hemen aynı kaldı. Bu bir açıdan siyasal istikrarın göstergesi oldu diyebiliriz.
İkincisi, AK Parti’nin neredeyse egemen bir parti olarak hâkimiyeti/birinciliği sürekli olarak elinde tutması, seçimlerde sürekli bir kaybedenler koalisyonu yarattı, o koalisyonun unsurları 2018 genel ve 2019 yerel seçimlerinde yasal düzenlemenin de sağladığı olanaklarla bir araya gelip resmî ittifaklar kurabildiler, hemen hemen tek ortak paydaları da AK Parti’ye (Cumhur İttifakı) karşı olmaktı.
Üçüncü olarak, hem siyasal ortam, hem de parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesi nedeniyle Recep Tayyip Erdoğan partisinden ve belki Cumhur İttifakı’ndan daha hacimli bir yer tutuyor ve her türlü siyaset Erdoğan’ı desteklemeye ya da karşı olmaya dönüşüyor. Siyasetin magazinleşmesi ve kişiselleşmesi her türlü demokrasinin derdi iken, Türkiye’de Erdoğan üzerinden bir eksen oluşmasına yol açıyor.
Dördüncüsü, ülkenin 2010 yılından beri deneyimlediği sürekli referandumlar ve referandum benzeri seçimler nedeniyle kazananın her şeyi alması ve kaybedenle paylaşmaması nedeniyle siyasal taraflar arası uzlaşmalar imkânsız hâle geliyor.
Sayılabilecek çok nokta var ancak en önemlilerinden biri, ülkenin içerisinde bulunduğu siyasal toplumsal kutuplaşma. Siyasal parti taraftarlarının diğerlerine duygusal mesafesinin artması ve diğerine katlanamaz hâle gelmesi olarak tanımladığımız kutuplaşma siyasal tercihlerin kimlikler ile örtüşmesiyle sonuçlanıyor ve her türlü siyasal münazara kimlik sayımıyla sonuçlanıyor. Buna sosyal medyada gerçekleşen her konuda pozisyon alınmasına yol açan gündelik referandumları da eklerseniz; taraflar arası mesafenin gitgide arttığı bir ortama şahit olduğumuz ortaya çıkar.
Şekil 2. Türkiye’de Kimlikler ve Parti Tercihleri-2017, Mütekabiliyet Haritası
Böyle bir topoğrafyada siyasal partilerin kendilerine yer bulabilmeleri de saydığımız kırılımlardaki duruşlarına bağlı oluyor. Yukarıda yer alan grafik, 2017 yılında yapmış olduğumuz “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” araştırmasından alındı. Haritanın doğusunda HDP duruyor, HDP’ye yakın siyasal kimlikler de Kürtler, Geziciler ve Azınlıklar olarak gözüküyor. Diğer partiler haritanın batısında konumlandıklarından bu ekseni Türk-Kürt ayrışması olarak tanımlayabiliriz.
Haritanın kuzeyinde CHP etrafında Aleviler, Atatürkçüler ve Laikler ile konumlanmış durumdayken; güneyde AK Parti ve MHP’nin yer aldığını görmekteyiz. Bu iki partinin yakın olduğu kimliklerse Muhafazakârlar, Türkler, Ülkücüler ve Milliyetçiler. İYİ Parti de CHP ile Cumhur İttifakı’nın arasında konumlanıyor. Bu eksene ne ad vereceğimiz tartışma konusu olabilir, Laik-Seküler de diyebiliriz -ki bu MHP içerisindeki laiklik vurgusunu yok saymak olur- ya da Cumhur-Millet İttifakı da diyebiliriz ki bence bu aslında Erdoğan Taraftarı-Karşıtı eksenini oluşturuyor.
Görüldüğü üzere haritada yeni aktörler için pek yer bulunmuyor, arazi genellikle tapulanmış. Eğer altın formülü çalıştırırsak iki fay hattının varlığından dolayı sistemin kaldırabileceği parti sayısının 3 olduğunu söyleyebiliriz ki, bu, 2018 seçimlerindeki 3.7’ye oldukça yakın, hatta bloklar üzerinden hesaplanırsa 2.4 olan etkin parti sayısının üstünde.
Şekil 3. Partiler ve İller-2018 Seçim Sonuçları (Mütekabiliyet Haritası)
Eğer söz konusu kırılım sadece kimlikler üzerinden olsaydı, yeni aktörlerin biraz daha şanslı olduğunu söyleyebilirdik. Oysa, ülkemizdeki siyasal topoğrafya coğrafi olarak da ayrışmış durumda. Yukarıda yer alan harita KONDA tarafından hazırlanan 2018 yılı seçim sonuçlarının değerlendirmesini de sergiliyor. Bir önceki siyasal kimliklere dayanarak hazırlanan haritadan çok da farklı olmadığı görülebilir. HDP yine haritanın doğusunda yer alıyor ve Kürt nüfusunun çoğunlukta olduğu illerde önde. AK Parti ve MHP’nin haritanın batısındaki eksenin güneyinde, CHP’ninse kuzeyinde yer aldığını görüyoruz. Ve tıpkı bir önceki haritada olduğu gibi, İYİ Parti de bu eksenin tam ortasında. Bu harita da ülkemizdeki siyasal topoğrafyadaki siyasal eksenlerin sayısının sınırlı olduğunu ve yeni girişimlere pek de yer olmadığını gösteriyor.
Burada tartıştığımız siyasal topoğrafya sadece yeni partilerin değil, var olan partilerin de hareket alanını kısıtlıyor. Çünkü diğer bir kimliğe ya da başka bir coğrafyaya yapılacak her hamle; eldekilerin kaybedilmesine yol açabilir. Bu yüzden de zaten aslında çok uzun zamandır bütün oylamalar yüzde 50-yüzde 50 sonuçlanıyor ve bloklar arası hareketlilik sınırlı kalıyor.
Türkiye Siyasal Topoğrafyası’nın Muhtemel Yeni Fay Hatları
Peki, anlattığımız resim gerçekten de bu kadar “donmuş” mu, değişime olanak tanımıyor mu? Bu kuramı ilk savunanların daha on yıl bile geçmeden hayal kırıklığına uğradıklarını hatırlatalım; toplumsal değişimler başka fay hatlarının çıkmasına yol açmıştı. Türkiye’de de bu tür bir büyük toplumsal değişimin ipuçları var mı, bir bakalım.
Öncelikle, 2018 yılında yaşanan ekonomik kriz, enflasyon ve işsizlik oranlarının artması önemli bir kırılma. Her ne kadar bireyler ekonomik verileri partizanca değerlendirme eğiliminde olsalar da, makro-ekonomik gelişmelerden etkileniyorlar ve nihayetinde bu durumun sorumlusunu cezalandırma fırsatını kaçırmıyorlar. Bu kazananlar-kaybedenler arasında önemli bir fay hattı oluşturabilir.
İkinci olarak, şu anda içinde yaşadığımız salgın durumu da bir fay hattının doğumuna yol açabilir, hem artçı olarak yaşanacak ekonomik sorunlar hem de salgınla mücadelenin başarı/başarısızlık derecesi yeni bir kırılmanın yaşanmasını sağlayabilir.
Üçüncüsü, 2019 Mart-Haziran seçimlerinde başarılı olup büyükşehirleri kazanan muhalefet blokunun olası potansiyel iyi yönetimleri, siyasetin kişiselleştiği günümüzde Erdoğan’a karşı bir zaferin muştucusu olabilir, bu liderler etrafında bir kümelenme olabilir.
Son olarak, henüz siyasette sözünü söylememiş olan yeni neslin, ebeveynlerin çok farklı deneyimlere sahip olarak siyaset sahnesine dahil olması, tıpkı Avrupa’da salgın öncesi Ekolojist hareketlerin başarıya ulaşmasına yol açtığı gibi bir “Yeşil Devrim” ile sonuçlanabilir, bu da bir ihtimal.
Ancak bütün bu olasılıkların yanı sıra, salgının ve ekonomik krizin etkilerinden ürkmüş seçmenler bildikleri ezberlere sarılıp siyaset sahnesini dondurabilirler. Bu da başka bir ihtimal.
Tam bu noktada, siyasal liderlerin elinden “failliği” tamamen almamız gerektiğini söylemek gerekiyor. 2015’te varlığından bile söz edilmeyen İYİ Parti’nin kendisine dikey eksenin tam ortasına yakın bir yerde konum edinebilmesi, sıkışmış bir alanda bir yer bulunabileceğinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Tabiî ki İYİ Parti’nin varlığının 15 Temmuz Darbe Girişimi ve 18 Nisan 2017 Referandumu gibi büyük kırılmalar ile mümkün olduğunu hatırlayalım, İYİ Parti, MHP tabanından “Erdoğancı olmaya” katlanamayan “Hayırcı” bir kitleyi koparmışa benzer.
Yeni girişimlerin de bu izleği takip edip kendilerine seçmen tabanı oluşturma olasılıkları olabilir; İstanbul’da tekrarlanan yerel seçimlerdeki oy kayması bu konuda bir ipucu olarak kabul edilebilir. Burada fazla yer alamayacağımız bir yaklaşım, siyasal partilerin gündemi belirleme etkilerinin varsayılandan fazla olduğunu söyler. Siyasal partiler belirli konuları ön plana çıkararak medyanın ve dolayısıyla seçmenlerin gündemini değiştirebilirler, ilk bakışta önemli olmayan konuların seçmen kararında etkili olmasını sağlayabilirler. Özellikle sağ Popülist partilerin yükselişinde bu “gündem” belirleme işlevinin önemli olduğu söylenir. Doğal olarak ülkemizdeki medya sisteminin tekçi yapısı buna pek izin vermese de, Gezi Protestolarının ve koronavirüsü günlerinin gösterdiği üzere sosyal ve alternatif medyanın bu handikabın aşılmasında bir etkisi olabilir.
Sözün özü, ülkemizin siyasal topoğrafyası siyaset denizinde gemisini yüzdüren kaptanların önündeki olasılıkları kayda değer bir oranda kısıtlıyor ve bütün limanların açık olduğu varsayımını geçersiz kılıyor. Siyasal analizlerin bu sınırlılığın farkında olarak yapılması daha gerçekçi olur.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.