Siyasetin Türkiye Tahayyüllü Var mı?
Ülkenin geleceği için somut hakikatin, sahici hedeflerin yüceltildiği ve eleştiri geleneğinin muhafaza edildiği yeni bir siyasi iklimin oluşturulması şart. Bu yapılamazsa, yeni yüzyıl da ıskalanır ve coğrafyanın ortaya çıkardığı bütün pozitif imkânlar sahte çatışmalara kurban edilir.
Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in geçirdiği son iki yüzyıl dikkate alındığında, sarsıntılı/türbülanslı bir sürecin yaşandığı ve mevcut hal dikkate alındığında bu durumun devam edeceği görülür. Türbülans ve istikrarsızlık hali zaman kaybı, enerji israfı, toplumsal gerginlik, ayrışma ve çok sayıda ‘kurban’ vermek anlamına geliyordu. Sorunlara ilişkin basit çözümler üretmek yerine, gerçeklikten kopuk ‘güvenlik kaygıları’ ön plana çıkarılınca hem maliyet arttı hem de birçok şey heba edildi. Toplumun gelecek vaat eden insanları, olumsuzluğun sebebi gösterilerek kurban edildi. Özenli bir biçimde sürdürülen sahte ‘çatışmalarla’ yaşanılanların tümü ‘olağan’ hale getirildi.
Dünü hatırlayıp bugüne baktığımızda, durumun hiç de farklı olmadığını, hatta gelecek için umudun zayıf olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü var olan siyasi kesimler, geçmişi tekrarlamak konusunda oldukça istekli ve arzulu. Herkesin takılıp kaldığı ve kendince putlaştırdığı tarihi süreçler, kişiler ve kavramlar var. Bu olunca da kendisi dışındakileri düşmanlaştıran, kötü örnekleri tersten sürdüren, eleştiriye kapalı anlayışlar ve toplumsal yapı varlığını muhafaza ediyor. Statükocular bir yana, karşı gibi duranlar dahi tersten statükoyu sürdürme konusunda oldukça mahir. Ülkeye ve ülkenin geleceğine ilişkin sahici bir ufku, ülküsü ve tahayyülü olan yok gibi. Bu olmayınca da ortaya çıkan durumun adı kaos oluyor.
Siyasetin Ana Zemini
Kapsayıcı bir ülkü, ufuk ve tahayyül yoksunluğunun ne tür sonuçlar doğuracağını çok iyi biliyoruz. Bu nedenle de siyasetin hangi zeminlerde yapıldığı meselesi önem arz ediyor. Tahayyül yoksunluğuna da neden olan bu durumu analiz etmek, anlamak, sorunları ortaya koymak, dersler çıkarmak gelecek açısından önemli. Buradan yeni bir anlayış geliştirmek şart. Başka türlü, sahici olmayan bu sakat düzeneği bozmak zor. Ülkeyi ve toplumu ‘esir’ almış olan bu sorunlu anlayış ile mücadele etmek isteniyorsa, yapılması gereken ilk şey, bu zeminin üzerine oturduğu temel noktaları tespit etmek ve bunları gidermeye yönelik bir çabanın içinde olmaktır. Bu çerçevede, geçmişe takılmadan bugüne bakıldığında, siyasetin üzerinde yürüdüğü zeminin temel noktalarını; sorunlu ve düşmanlaştırıcı dil, devlete karşıymış gibi görünmek ama onu tersten kopyalamak ve eleştiriye karşı tahammülsüzlük şekilde somutlaştırmak mümkün.
Sorunlu ve Düşmanlaştırıcı Dil
En temel sorunlardan birisi, karşıtlık ve tarih okumaları üzerinden üretilen ‘düşmanlaştırıcı’ dil. Bu yaklaşımdan ülkenin geleceğine ilişkin hayırlı bir sonuç üretmenin mümkün olmadığı bilinmesine rağmen, ısrarla sürdürüldüğü açık. Bu hal, ancak var olan düzeneği yeniler, günceller. İki yüzyıllık tarihimizin vazgeçilmez siyaset yapma tarzı bu. Durumu netleştirmek için iki örneğe odaklanmak ve kullanılan kavram setleri üzerinden bilinçaltını anlamak mümkün olabilir. Çünkü ülkede, adı konulmamış, ikili bir siyaset yapma tarzı var.
Bir siyasi kanat, kendi pozisyonunu tahkim etmek için tarihi aktörlerden birisi olan Osmanlı padişahlarından Abdülhamit ismini sıklıkla kullanıyor. Kullanılan dil analiz edildiğinde, ‘Abdülhamit’in tüm iyiliklerin’ ve ‘ona karşı olanların da tüm kötülüklerin’ temsilcisi olduğu sonucunu çıkarmak mümkün. Yani günümüzün siyaseti, bugünle hiçbir bağı, ilişkisi olmayan bir isim ve mevcut koşullarla benzerliği olmayan bir dönem üzerinden şekillendiriliyor, yürütülüyor. Tartışmalı bir dönemin/ismin siyaset tarzını bugüne uyarlamak, bugünle ilişkilendirmek, benzeştirmek ve onun kullandığı kavram setleri üzerinden bir dil geliştirmek doğru değildir. Ülkeye ve siyasete hiçbir katkısı yoktur. Bugünü ve geleceği, gerçeklikten kopuk bir siyaset tarzına ‘esir’ etmektir. Gerçek olup olmadığı dahi tartışılan bir dönme ilişkin kavram seti üzerinden toplumu kategorilere ayırmak ve ötekileştirmektir. Bu siyaset tarzı ülkenin bugününe ve geleceğine değil, düşmanlaştırıcı dile hizmet eder ve doğru değildir.
Diğer siyasi kanadın merkezi ise farklı bir döneme ait kavram seti üzerinden konuşmayı tercih ediyor. Normal koşullarda, sıklıkla kutuplaştırıcı siyaset tarzından rahatsızlığını dile getiren bu akımın daha mutedil ve geleceği önceleyen bir siyaset tarzı sergilemesi beklenir. Ama nafile. Kolay ve basit olan bir kez yol olunca herkes aynı yolu tercih ediyor. Çocuksu bir üslupla laf sokma ‘yarışına’ giriliyor. Sözün nereye gideceği hiç değerlendirilmiyor. Bu kesim ise kendini Cumhuriyet’in ‘kurucusu’ ve ‘sahibi’ gördüğü için o döneme ilişkin kavramlar üzerinden konuşuyor. Sıklıkla tekrarladıkları ifade, “Biz Kuva-yi Milliye geleneğinden geliyoruz” oluyor. Bu söz üzerinden toplum kutuplaştırılıyor. Siz Kuva-yi Milliye, peki diğer siyasiler, partiler ve seçmen ne oluyor? Ülkeyi işgal eden Yunan veya düşman mı? Kendinizi tanımlamak için bugüne ilişkin bir kavram bulma sorunu mu var? Bir önceki gibi sorunlu ve yanlış. Yine, bugünle hiçbir bağı ve ilişkisi olmayan geçmiş bir kavramsallaştırmayı, bugünkü siyasal mücadeleye zemin yapmaya ilişkin farklı bir örnek. Yani; ürettiği kavram setini tabu yapmış ve gerekirse zorla herkesin de tabusu yapmaya çalışan sorunlu, sakat bir anlayış.
Bakın, siyaset yapılan alan tüm ülke, hedef kitle ise tüm vatandaşlar. Tek başınıza anlam ifade etmeniz mümkün değil ve doğal olarak toplumun tüm kesiminin oylarına talipsiniz. O zaman soru şu, “Düşman olarak konumlandırdığınız insanlar size neden oy versin?” Siyasi bir liderlik, bu kadar basit bir mantık değerlendirmesinden nasıl yoksun olabilir? Mantık olmayınca, ortaya çıkan siyaset tarzı da sorunlu oluyor. Bu basit örnekler üzerinden, mevcut siyasi partilere bakarak, geleceğe ilişkin sağlıklı bir şey söylemek zor. Çünkü ülkenin geleceğine ilişkin tahayyülden ziyade, karşıtlık, karşıtlıktan üretilen sorunlu kavramlar ve reaksiyonerlik temelinde yürütülen bir siyaset tarzı etkili. Buradan hem ülkeye hayırlı bir sonuç üretilemez hem de geleceğe ilişkin umutlarımızı diri tutacak bir siyaset tarzı geliştirilemez. Sadece iki yüzyıllık sorunlu anlayış ve türbülanslı hal sürdürülebilir.
Devleti Tersten Kopyalamak
Geleceğe ilişkin umutsuzluğu artıran faktörlerden birisi de sorunlu devlet anlayışına karşıymış gibi görünen ama onu tersten taklit eden siyasal hareketlerin toplum ve siyaset üzerindeki ağırlığı. Birçok kesim olan biten yanlış uygulamalardan rahatsız, mağdur olmuş, sorunlu uygulamalardan dolayı sıkıntı yaşamış. Ama iktidara geldiğinde tüm olumsuzlukları tersten kopyalayıp uyguluyor. Buradaki ana sorun, bu siyasal hareketlerin, devlet aygıtını tersten taklit eden ve kötü birer kopyası olan ideolojik, etnik, dini örgüt/hareketlerin çokluğu ve siyaseti etkileme kapasiteleri. Sahici bir tahayyülü geliştiremeyen bu yapıların ortaklaşmasıyla ülke farklı pagan anlayışların buluştuğu bir coğrafyaya dönüşüyor. Aslında durumu, herkesin diğerlerini kendi ‘tanrısına’ tapmaya zorladığı, ama hiç kimsenin gerçekten herhangi bir şeye inanmadığı bir coğrafya şeklinde özetlemek mümkün.
Bu anlayışa sahip olan partilerin, akımların ve örgütlerin tek amacı, ötekine hükmetmek ve kendi hukukunu tesis ederek rövanş almak. Hiç kimsenin aklına, “Biz, bize yapılanı başkasına yapmak için mi iktidara geldik” sorusu gelmiyor. Acı olan bu. Öte yandan, üretilen putlar, yüceltilen liderler, kurtarıcılar, tabulaştırılan kavramların, yüceltilen isimlerin ve kutsal diye sunulan şeylerin hepsi bu süreç için kullanılan birer sarf malzemesi. Sarf malzemelerinin hizmet ettiği diğer şey ise var olan sorunlu yönetim anlayışının tersten sürdürülmesi. Bu işleyişin sorgulanmaması çok garip değil mi? Normal bir aklın bunu kabul etmesi düşünülemez. Ama tablo değişmiyor. Herkes çok iyi bilir ki, yürütülen siyasi mücadele, iki yüzyıllık yanlışlarla yüzleşmeyi hedeflemiyorsa ne bu ülkeye faydası olur ne de ülkenin geleceğine hizmet eder. Yapılacak şey çok basit, bahsettiğimiz tersten üretme geleneğini sürdüren, ötekine hükmetmeye ve rövanş almaya dayalı sakat anlayışları, sahte kavgaları çöpe atmaktır. Kim, ne adına yaparsa yapsın, kötülüğü tersten tekrarlamak yanlıştır, doğru değildir.
Eleştiriye Karşı Tahammülsüzlük
Bugüne ve geleceğe ilişkin sağlıklı ülkünün, ufkun ve tahayyülün ortaya çıkmasını engelleyen başlıklardan birisi de eleştiriye karşı sergilenen tahammülsüzlük halidir. İrili ufaklı var olan yapıların tümü bu konuda çok hassas. Yönetime tabi olan partiler ve hareketlerin en karakteristik özellikleri, eleştiriye kapalı oluşlarıdır. Öyle ki, tüm çevreler açısından, var olanı yüceltmeyen hiçbir değerlendirmenin kabul görmediği, dışlandığı bir süreçten geçiyoruz. Kimileri kendilerini dinin sahibi gördüğü için eleştiriye kapalı, kimileri kendilerini ülkenin sahibi konumuna koydukları için eleştiriye kapalı, kimileri vatan savunmasının kendilerine ait olduğuna inandıkları için eleştiriye kapalı, kimileri “Ben milyonlarca kişinin oy verdiği bir siyasi partinin temsilcisiyim” ifadesi üzerinden eleştiriye kapalı olduğunu ifade eder. Yani; eleştiriye karşı olan herkesin bir gerekçesi var. Ortak bir sorun ve hiç kimsenin bir ötekine, bu konuda söyleyecek sözü yok. Dolayısıyla ülkenin geleceği için somut hakikatin, sahici hedeflerin yüceltildiği ve eleştiri geleneğinin muhafaza edildiği yeni bir siyasi iklimin oluşturulması şart. Bu yapılamazsa, yeni yüzyıl da ıskalanır ve coğrafyanın ortaya çıkardığı bütün pozitif imkânlar sahte çatışmalara kurban edilir.
Dinamik Fikri Yapı
Olan biten tüm olumsuzlukların sorumlusu olarak siyaset kurumunu göstermek, bir anlamıyla kolaycılığa kaçmaktır. Ülkenin temel toplumsal karakteristik özelliklerinin de bu süreçlerde etkili olduğunu görmek lazım. Bu iki faktörün örtüşmesi, statükoyu korumaya yönelik, toplumu hem bölücü hem de kadükleştirici düzeni sürekli kılmaktadır. Oysa, aynı özellikler farklı bir değerlendirme ile yeni yüzyılda pozitif birer gelişme ve bütünleşme dinamiğine dönüşebilir. Toplumsal yapıya uygun bir devlet ve düzen, evrensel demokratik değerleri yeniden yorumlayarak daha ileri bir demokrasi deneyimi üretebilir.
İki hafta önceki yazıda vurguladığımız ve geleceğe ilişkin umutlarımızı artıran konulardan birisi de toplumsal yapının çoklu/çoğulcu haliydi. Bir ülkenin kalkınması ve gelişmesi için önemli bir şans olan bu yapının geliştirilerek korunması çok kıymetli. Ama asıl kıymetli olan, bu halin siyasetin ana dinamiklerine ve diline de yansıması. İşte o zaman çoğulcu demokrasi, senfonik ve dinamik bir toplumsal yapı, özgürlükçü ve adil bir sosyal düzen kurulabilir. Bu ise ortak bir toplumsal değerler kümesiyle mümkündür. Soru şu, sağlıklı bir ülke tahayyülü ortaya koyamayan siyasi anlayışlarla ortak değerler kümesi üretmek mümkün mü? Elbette değil. İşte bunu aşmak gerekiyor.
Peki, çıkış yolu mümkün mü? Evet, mümkün. Bunun yolu, toplumun acımasız eleştirisi ile abartılı hamasi yüceltilmesi gibi iki sorunlu yaklaşımın dışında, eleştirel gelişme mantığıyla düşünmeye çalışmaktır. Çünkü toplumu ve devleti yıkıcı mantıkla eleştirmek ya da tam tersi hamasi yüceltmelerle övüp durmak, en kolay ama en zararlı tutumlardır. Bu iki tutumun da sorunlu olduğu iki yüzyıllık tarihi süreç içinde tescillenmiş ve fayda vermediği görülmüştür. Bize dayatılan ayrımların, kategorileştirmelerin (Batıcı-Doğucu, ilerici-gerici, sağcı-solcu vs.) dışında, yeni, kapsayıcı ve daha üst bir bakış açısı ile düşünmeye başlamak zorundayız. Bununla birlikte, sorunlu düzeneğin dışına çıkamayan, başka bir şey öneremeyen anlayışların peşine takılmamak da önemli. Yani; coğrafyamızı esir almış olan bu fikri atalet halinin somutlaşmış biçimi olan ‘beyin tembelliğine’ son vermek gerekiyor.
Türkiye Nedir?
Sağlıklı bir tahayyül oluşturmanın koşullarından birisi de Türkiye’nin ne olduğunu ortaya koymaktır. Bunun yolu ise ezberlenmiş sözler yerine gerçeği ortaya koymaktan geçiyor. Bu anlamlıya Türkiye; dün olduğu gibi bugün de göç yollarının başında yer alan bir coğrafyada bulunuyor. Bunun ortaya çıkardığı nüfus değişimleri oldukça fazla. Nüfus hareketliliğinden de kaynaklı oldukça farklı inanç, mezhep, etnisite ve kültüre yurtluk eden bir ülke. Belki de tarihin hiçbir döneminde homojen bir nüfus yapısına sahip olmadı. Var olan tüm farklılıklara rağmen, kitlelerin taraf olduğu büyük çaplı çatışma iklimi oluşmadı. Bir biçimde, aklıselim devreye giriyordu. Bununla birlikte, ‘devlet’ ile vatandaşlar arasında ‘çekişme’, ‘güven sorunu’ ve ’çatışma’ süregeldi. Devlet aygıtına egemen olan anlayışın ve kadroların baskın karakteri nedeniyle var olan ‘çatışmalara’ kalıcı çözümler geliştirilemedi. Bu nedenle de güven sorunu varlığını hep korudu. Gelir dağılımı adaletsizliği sürüyor. Vatandaşın gündelik yaşamına ilişkin çözülemeyen sorunlar var. Demokrasi ve hukukun egemenliğine ilişkin tartışmalar eksilmiyor. Sivil-asker ilişkilerine kalıcı bir çözüm üretilemiyor. Bürokrasi iktidarları ‘esir’ alma konusunda çok mahir. İşte Türkiye böyle bir ülke.
Bir şeyin altını çizelim, bu coğrafya ve bu ülke farklı kültürlerin bir arada yaşadığı bir ülke. Türkiye ülküsü ve tahayyülünün ilk ayağı bu gerçeği teslim etmek olmalı. Çünkü çoğulcu kültürel yapıya zarar vermek veya bu coğrafyada yaşayan etnik kimlikler, inançlar, mezheplerden birini yok saymak, dışlamak ülkeye zarar verir. O zaman bu ülke farklı bir şey olur.
Sonuç olarak; bahsettiğimiz bu Türkiye gerçeğini gören, içselleştiren, olan bitene dönemsel olarak yaklaşmayan, ayrıştırıcı ve düşmanlaştırıcı dile teslim olmayan, kötülüğü tersten hayata geçirmeye çalışmayan ve eleştirel yaklaşıma açık bir akıl, ülkeye ilişkin sağlıklı bir tahayyül geliştirebilir. Bunun dışındakiler ancak reaksiyoner olabilir. Reaksiyonerliğin de kendine dahi faydası olmaz.