Siyasi Kültürün Aynası: Konser Tartışmaları
Erdoğan, muhalefeti “Siz daha çok harcadınız” batağının içine çekerek başarılı bir yol izliyor! Normal şartlarda krizler içinde debelenen bir topluma tasarrufun nasıl yapılması gerektiğine dair siyaset üretme fırsatı yakalamış muhalefet ise bunu başarmaktan aciz şekilde, içinde debelendiği aynı siyasi ve ekonomi-politik zihniyetten ötürü, siyasi kültürün metazori kurbanı oluyor. Böylelikle iktidar yandaş kayırmacılıkta, rant paylaşımında, ulufe dağıtımında yalnız olmadığı hissini topluma geçiriyor.
İktidarın en zayıf olduğu alanlarda ana muhalefete olabildiğince yüklenmesi insanın zihninde ister istemez sorular oluşturuyor. Evi bu derece camdan olan iktidar, nasıl olup da muhalefete bu kadar taş atabiliyor?
Önce Erdoğan’ın sözlerini şuraya bir not edelim:
“CHP’li belediyeler, kamunun kaynaklarını hoyratça harcarken halkın temel ihtiyaçlarını karşılayamıyorsa bunların hesabının sorulması gerekir. Bu hesabı milletimiz adına sormaktan çekinmeyiz.”
Erdoğan, ülkeye ciddi maliyetler ödeten ve iktidar için yıllardır kullanılan kavram ve terkipleri muhalefete yöneltiyor: “Kamu kaynaklarının hoyratça harcanması”, “Millet adına hesap sorulması”.
Bir ara “hesap verebilirlik” kavramını da kullanmıştı. Bu özgüvenin nereden geldiğini az sonra sorgulayacağız.
“Evi camdan olan”ın elinde bu kadar taş olmasının hikmetine ilişkin düşünürken, önümüze Adalet Bakanı’nın “Hukukun Üstünlüğü Endeksi” ile ilgili sözleri düştü:
“ABD’de eski ABD Barolar Birliği Başkanı’nın kurduğu bir dernek ve bu derneğin yaptığı bir liste. Bilimsel kriterlerden uzak, Türkiye gerçekliği ile uyuşmayan, Türkiye’de muhalif birkaç kişiden görüş alarak oluşturulan ve bağışlarla ayakta duran, bağış yapanın en ön sıralarda yer aldığı listede, Türkiye’yi de hukuka güven endeksinde en alt sıralarda göstermeye çalışıyorlar.”
Bunlar da bir inkârın parçası olarak bir özgüvenin yansımalarıydı.
Aslında ikisinin de kaynağı aynı idi. Muhalefeti en zayıf olduğu noktadan taşlarken hangi duvara yaslanılıyorsa, çıplak gerçekleri inkâr ederken yaslanılan kaynak da o idi.
Hâlihazırda yüzdesi günden güne düşse de, desteği hissedilen sosyo-kültürel yapı, bu yapı üzerinden sağlanan konsolidasyon ve siyasi kültürün değişmez döngüsü bu özgüveni sağlıyordu.
Düşünsenize, Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ni hazırlayanlar ABD’de eski ABD Barolar Birliği Başkanı’nın kurduğu bir derneğin mensuplarıymış! Parayı verdin mi, üst sıralara taşıyorlarmış! Normal şartlarda Bakan’ın, bu sözleri duyan herhangi bir insanın aklına “Madem bu kadar basit, o zaman biz neden birkaç yüz bin dolar atıvermiyoruz önlerine?” sorusunun düşeceğini bilmesi gerekir değil mi? Belli ki bu konuda hiçbir endişe taşımıyor sayın Bakan. Ya da mesela birilerinin önüne “Peki o zaman 2000’lerde neden kredibilitemiz yüksekti? Neden 2008’den beri yüzlerce bağımsız uzmanla çalışan bu yapı, bizi listenin üstlerinde gösteriyordu?” sorusunu koyacaklarından da endişe etmiyor. Dahası, uluslararası bir yapının itibarını konu ederken, kendi vatandaşının itibarı, onuru, hakları konusunda birilerinin önüne şu tabloyu koymasından ve hin bir aklın kendisine şöyle hitap edebilmesinden de korkmuyor belli ki:
“Sayın Bakan bizce siz,
AİHM kapılarında süründürdüklerinizi düşünün.
KHK’larla tazmini güç bir sivil ölüme mahkûm ettiklerinizi düşünün.
Siz yargıdaki rüşvet skandallarını,
HSK’nın nasıl özerk bir yapıya dönüşeceğini,
FETÖ Borsalarının akıbetinin ne olacağını,
Hâkim teminatının, coğrafi teminatın neden yerlerde süründüğünü,
Yargıyı işlerine alet eden siyasetin vesayetinden o yargıyı nasıl kurtaracağınızı düşünün.
Velhasıl düşünün de düşünün!
Bırakın o uluslararası kuruluşlar kendi itibarlarını düşünsün!
Siz kendi vatandaşınızın itibarını düşünün.
Kendi hâkiminizin, savcınızın itibarını düşünün.
Çetelerden-mafyalardan tehdit aldığı için telefon çekimleri yapmak zorunda olan yargı mensuplarınızın itibarını düşünün!
İçişleri eski bakanınızın ülkenin başına bela ettiği ve yeni bakanın mücadele etmeye çalıştığı yozlaşma iklimiyle mücadeleye yargı sistemi olarak nasıl katkı verebileceğinizi, güçlünün adalet kılıcından sıyrılmasının nasıl engelleneceğini düşünün!
İnkâr siyasetini bırakın da kendi gerçeklerinizle yüzleşin!!!”
Birileri çıkıp der mi der!
Ama asıl sorular şunlar:
Peki Bakan’ın bu çıkışı acaba neden bizleri hiç şaşırtmıyor?
Acaba bu sözlerin ahlaki-bilimsel-ilkesel anlamda tepki oluşturmayacağı düşüncesi nereden geliyor?
Bu ciddiyetsizlik, vurdumduymazlık, umarsızlık, pişkinliğe prim nereden geliyor?
Elbette ki ömrü ve itibarını konsolidasyona ve kitle propagandasına dayayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden!
Peki Bakan, uluslararası arenada bu sözleri Hazine Bakanı’nın önüne koyabilmelerinden de mi endişe duymuyor? Belli ki duymuyor. Hatta umursamıyor bile. Çünkü oralara değil, içeriye sesleniyor. Tıpkı, Gri Listelerde yer almamızı, Avrupa’da Türkiye menşeli olarak yakalanan 30 ton kokaine, ülkede cirit atan baronlara ya da 400 milyarlık kara para ekonomisine değil de terörle bağımsız mücadelemize bağlayan eski İçişleri Bakanı gibi.
Erdoğan Camdan Evden Neden Korkmuyor?
Gelelim yeniden Erdoğan’ın CHP’li belediyelerle ilgili söylediği sözlere. Peki bu özgüven nereden geliyor? Yine aynı kaynaktan elbette ki!
O yüzden “İktidarın bir ara önem verir gibi göründüğü ‘normalleşme’yi de baltalar şekilde muhalefete pervasızca yüklenmesinin altyapısında hangi özgüven yatıyor?” sorusunun cevabı, sürekli kazandıran konsolide sosyo-kültürel arka planda.
Hayrettin Karaman’ın zamanında bizim de eleştirdiğimiz mottosunu hatırlayalım. “Kurtlu Bulgur” yazılarının ortak mottosu “Bin yıldır oluyor bu işler” idi.
Erdoğan ve akıl vericileri, kendileri bataklığın inşa edicileri olsalar da, bu yeni dönemin stratejisi olarak CHP belediyelerindeki usulsüzlük ve/ya da savurganlıkları “çivi çiviyi söker” misali bu zihniyete seslenerek kullanıyorlar.
Böylelikle, konsolide etmeye gayret ettikleri sosyoloji en hafifinden şöyle düşünecek: “Bunlar da geldiğinde aynı şeyi yapıyorlar; ellerine imkân geçse daha fazlasını yaparlar!”
“Yok aslında birbirimizden farkımız”; “Tencere dibin kara” gibi yerleşik zihniyet kodları, Erdoğan ve avanesinin bindiği dal hükmünde.
Ömer Çelik’in şark kurnazlığı içeren “Tabii ki siyasi namus gereği bütün belediyeler incelenmeli” göndermesi de gücünü buradan alıyor.
Karabataklar, herkesi o batağa çekerek “Bu sistem değişmez; ama alternatif sandıklarınız bir de size kimliksel bedeller ödetecekler” şuuraltına oynuyor.
Bu süreci kimliksel çatışma alanlarından örneklerle besleyeceklerinden şüphe duymamakla birlikte, onun zamanının daha var olduğunu belirtmek gerek.
Seçimler öncesi boşuna “geçmiş hatırlatmaları” yapmadılar. Hem de 25-30 yıl öncesinden. Bu stratejide çok da haksız değildi; zira kendisi belli vesayet ve güç odaklarına karşı (sadece asker değil, sermaye ve medya) vuruşa vuruşa gelmişti. Ve bu süreç onu halk nezdine belli bir konuma oturttu; inandırıcılığını pekiştirdi; duygudaşlığı kavileştirdi. İşte Erdoğan son sekiz yıldır bu eski dönemin ekmeğini yiyor, kazandırdığına dair ezberini de koruyor.
Ama daha önemlisi, muhalefetin onu sürekli haklı çıkartan “değişimden azade” yapısı. CHP’nin Kürt sorununda ilerlemeler kaydetmiş ve bir değişim rotasyonuna girmiş olması, kapsayıcı bir toplum ve dış politika vizyonu olduğunu ortaya koymaya yetmiyor. Dahası, iktidarın camdan evine rağmen, siyaseti üst bir çıtaya çıkarıcı ve toplumu şaşırtıcı salvolar yapmasına hem aşamadığı resmî ideolojiye bağlı kimliği hem de siyasetin imkânlarından azami istifade/fırsat getirileri izin vermiyor. Düşünün ki Erdoğan, hesap vermenin, şeffaflığın, denetimin buhar edildiği bir sistemde camdan evinin içinde ne varsa dışarıya doğru fırlatabiliyor. Muhalefeti “Siz daha çok harcadınız” batağının içine çekerek başarılı bir yol izliyor! Normal şartlarda krizler içinde debelenen bir topluma tasarrufun nasıl yapılması gerektiğine dair siyaset üretme fırsatı yakalamış muhalefet ise bunu başarmaktan aciz şekilde, içinde debelendiği aynı siyasi ve ekonomi-politik zihniyetten ötürü, siyasi kültürün metazori kurbanı oluyor. Böylelikle iktidar yandaş kayırmacılıkta, rant paylaşımında, ulufe dağıtımında yalnız olmadığı hissini topluma geçiriyor. Malzemesi muhalefetten olmak kaydıyla, “sanki sen yapmıyorsun” mesajını toplumsal şuuraltına zerk ediyor.
Demek ki neymiş? İktidara “tasarruf yap”; “ranta/yolsuzluğa son ver”; “ulufe dağıtma”; “emanete hıyanet etme” derken, -miktarı önemsiz şekilde- benzer zihin kodlarından ve rasyonel sahadan beslenen yanlışları savunur pozisyonda olmamak gerekiyormuş!
Öyle ya, eleştiren, örnekliğini göstermeli! İktidar olmazdan evvel belediyeler tam bir turnusol ve her hatanın üzerine iktidar olabildiğince yüklenecek, gitmekte de haklı görünecek! Muhalefet de “69 değil 44” savunusuyla tuzağın içinde debelenecek.
Mesela Yavaş’ın Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin paylaştığı rakamlara göre AK Parti’nin son beş yılındaki etkinlik harcaması 33 milyon dolar. CHP ise son beş yılda 30 milyon dolar harcamış. Peki o halde millet ya da iktidara yakın kesimler şunu demez mi “Ne yani şimdi biz 3 milyonun mu tartışmasını yapıyoruz?” Diyeceği en fazla “Yok aslında sizin de bir farkınız” olacaktır ve “Acaba kimler kimlerle beraber zenginleşti? Kimlere neler aktarıldı?” soruları da baki kalacaktır.
Özcesi savunu hâl diliyle olur!
Savunu “yapmayarak” olur!
Tasarruf siyaseti ilan ederek olur!
Diğer türlü Erdoğan’ın “Olan vatandaşa oluyor” sözü bumeranga dönüşmekten ziyade hedefini bulacaktır.
Sözün Özü: Konserler ve Üç Bam Teli
Birincisi şu:
Milletin temel ihtiyaçları karşılanamazken kamu kaynaklarını itibara harcamaktan, peşkeş çekmekten söz etmek en çok iktidar mensuplarının ağzına yakışmamakta ve karşıt cenahta öfke patlamasına sebebiyet vermektedir. Yolsuzluk Endeksi’ndeki sıralaması içler acısı olan bir iktidar için “kamu kaynaklarına hassasiyet”, yani ‘Emanet’ten bahsetmek memleket yangın yerine düşmüşken hiç de komik durmamaktadır! Erdoğan’ın konuyla ilgili sarfettiği cümlelerde bir o kadar da kara mizah mevcut: “Hoyratça”, “Halkın temel ihtiyaçları”, “Millet adına hesap sormak!” Hele ki sonuncusunu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi rejimine geçtiğimizden bu yana unutalı çok olmuştu! Cumhurbaşkanı’nın hatırlattığı iyi oldu.
İkincisi şu:
CHP tarafı AK Parti dönemi savurganlık ve yandaş kayırmacılığıyla ilgili bir tablo ortaya koyup şunu demeye getiriyor:
“Millet hizmet beklerken kaynakları havaya savurmak, yandaşlara yedirmek konusunda iktidar cephesinin eline kimse su dökemez!”
Dökemez de peki cürmü temizler mi?
Zihinlere “Tencere dibin kara” diye ünleyen cümleler kurdurmak vahameti ortadan kaldırır mı?
Olması Gereken Tasarrufta ve Şeffaflıkta Öncülük Değil mi?
Üçüncüsü de şu:
Rakamlar eğri-doğru fark etmiyor; mademki iktidardan ciddi bir tasarruf reformu bekleniyor, o halde bütün muhalefet belediyelerinin bu konularda örneklik göstermeleri gerekmiyor mu? Sonuçta tümü halkın parası. Böylesine bir kriz ortamında “kültür faaliyeti” adı altındaki bir müsrifliğe ara vermek çok mu zor! Hatta sebeplerini kamuoyuna izah ederek bunu bir politik söyleme evriltmek, aynı kaynakların dar gelirli vatandaşlarımıza ilişkin projelerde kullanmak vb. şeklinde bir örneklik sergilemek bu kadar mı güç?
Milletin ivedi ihtiyacı “tencere dibin kara” mizansenleri izlemek değil, hem hizmet alanında hem de bu kaotik kriz sürecinde somut destekleri görebilmek. A4 kâğıdının iki tarafını da kullanmakla övünen bir bakanın sistemik bağlamda eksik, zaaf ve çelişkilerini ortaya koysak da; bir A4 kâğıdının kullanımını bile düşünen bir akıl ve vicdanla yol almak zorunda değil miyiz hem iktidar hem muhalefet olarak? Bir iğnenin bile hesabını yapan ve soran bir dirilikte olmalı değil miyiz? Bu millete retorikte doğruları söyleyip eylemde aynı çelişkileri sürdüren konumunda olunmamalı değil midir? Savurganlık, yandaş kayırmacılık, ulufe dağıtımı bir zihniyet problemi haline gelmişse bu sarmaldan nasıl çıkacağız?
Eğer bu uyarılarımız bizi endişeye gark etmiyorsa, “Acaba toplum bu tartışmayı nasıl notlandırıyor?” diye siyaseten bir endişeye gark olmalıyız. Topluma, kültürüne, sofrasına, yaşadığı zorluklara empati ancak bu şekilde olur.
Toplumun yaşadığı zorlukların çözümüne adres olma siyaseti tamahkârlık, hırs, fırsatçılık yarıştırarak yapılamaz. Osmanlı Bankası reklamındaki sloganlar güçlüye yarar; ülkenin geleceğine ve sosyo-politik zihniyet kodlarının değişeceğine dair umutları da baltalar.