Üçlü Muhtıra Türkiye için Kazanım, Erdoğan için Başarıdır

Erdoğan, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olmalarının Türkiye’nin uzun vadeli çıkarları açısından ne anlama geldiğine değil, Türkiye’nin bu iki ülkenin üyeliğine yeşil ışık yakması karşılığından kısa vadede ne elde edeceğine odaklandı. Krizi, istediğini büyük ölçüde elde edene kadar sürekli tırmandırdı ve geri adım atana kadar hiçbir yumuşama emaresi göstermedi. Ve oynadığı iki aşamalı oyunu hem uluslararası hem de ulusal düzeyde kazandı.

Önce Finlandiya, ardından İsveç’in NATO’ya üye olmak üzere başvurma kararlarını açıklamaları ve ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu iki ülkenin Türkiye’nin mücadele halinde olduğu terör örgütlerine yardım ve yataklık ettikleri gerekçesiyle üyeliklerini reddedeceğini açıklamasıyla fitillenen NATO genişlemesi krizi, 28 Haziran’da üç ülkenin imzaladığı muhtıra ile birlikte ötelendi ve çözüm yoluna girdi.

 

Üçlü muhtıra neden başarıdır ve Türkiye için kazanımdır konusuna girmeden önce Türkiye’deki kamuoyuna yanlış yansıtıldığını düşündüğüm bir konuyu açıklığa kavuşturmak istiyorum. Kriz ortaya çıktığı zaman Türkiye’deki bazı kesimler sanki diğer NATO üyesi devletler Türkiye’nin bu çıkışına karşı büyük bir tepki göstermişler gibi “Türkiye NATO’dan çıksın” çağrısı yapmaya başladılar. Oysa gerçek bunun tam tersiydi. Başta NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg olmak üzere bütün Batılı yetkililer Türkiye’nin dile getirdiği konular için “Türkiye’nin meşru güvenlik kaygıları” ifadesini kullandılar. İsveç ve Finlandiya yetkilileri ise Türkiye’nin kaygılarını ciddiye aldıklarını ve gidermek için çalışacaklarını ifade ettiler.

 

Gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da konunun ABD ve Türkiye arasında bir krize dönüşmesi veya ABD’nin Türkiye’ye başka bir konuda taviz vermesi yoluyla çözüleceğini öngören veya arzu edenler de oldu. Ancak ABD yönetimi topa girmedi ve bu sorunun çözülmesinin öncülüğünü Stoltenberg’e bıraktı. Hakkını vermek lazım, Stoltenberg Ankara nezdinde sahip olduğu krediyi de kullanarak süreci sakin ve kararlı bir şekilde yönetti.

 

Al-Ver İlişkisi ve Tırmandırma

 

Üçlü muhtıranın neden başarı olduğu konusunu ele almadan önce Erdoğan’ın Türkiye’nin dahil olduğu uluslararası krizlerde izlediği stratejinin üç ayağına değinmek istiyorum. Birinci ayak, kısa vadeli al-ver ilişkisi (transactionalism). Türkiye’den bir şey bekleniyorsa karşılığı peşin olarak verilmeli. Al-ver ilişkisinin uzun vadeli stratejik işbirliğinin alternatifi olduğunu, müttefiklerle ilişkide aslında tercih edilmemesi gerektiğini ancak karşılıklı güvenin zedelendiği durumlarda kaçınılmaz olduğunu da saptamak isterim.

 

Erdoğan’ın stratejisinin ikinci ayağı, krizi belli bir noktaya kadar ‘tırmandırıp’ karşı taraftan istediğini elde ettiği veya bu noktadan sonra durumun fazla riskli hale geldiğini düşündüğü zaman ‘geri adım atma’ (brinkmanship).

 

Stratejinin üçüncü ayağı ise ‘iki düzeyli oyun’. Uluslararası krizleri Erdoğan hem uluslararası seviyede hem de ulusal düzeyde oynuyor. Uluslararası düzeyde Türkiye’nin çıkarlarını korumaya çalışırken ulusal düzeyde seçmen nezdinde kazanım elde etmeyi hedefliyor. Burada önemli olan nokta yerel düzeydeki oyunu kazanmak için uluslararası düzeydeki oyunu kazanmasının önkoşul olmaması.

 

NATO genişlemesi krizinde Erdoğan tam olarak bu stratejiyi uyguladı. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olmalarının Türkiye’nin uzun vadeli çıkarları açısından ne anlama geldiğine değil, Türkiye’nin bu iki ülkenin üyeliğine yeşil ışık yakması karşılığından kısa vadede ne elde edeceğine odaklandı. Krizi, istediğini büyük ölçüde elde edene kadar sürekli tırmandırdı ve geri adım atana kadar hiçbir yumuşama emaresi göstermedi. Ve oynadığı iki aşamalı oyunu hem uluslararası düzeyde hem de ulusal düzeyde kazandı.

 

Sorun Çözüldü mü?

 

Üçlü muhtıra elbette Türkiye’nin terör sorununu çözmüyor, terör örgütlerinin sadece İsveç ve Finlandiya’da değil Avrupa ile sınırlı olmayacak şekilde (Rusya PKK’yı terör örgütü olarak bile kabul etmiyor) birçok ülkede sahip olduğu imkânları tamamen ortadan kaldırmıyor, ancak bu iki ülkede oldukça daraltıyor.

 

Muhtıranın 4’üncü maddesi ile İsveç ve Finlandiya terör örgütü olarak tanımlamasalar da PYD-YPG ve FETÖ’ye destek vermemeyi taahhüt ediyorlar. Muhtıranın 5’inci maddesi ile sadece PKK ve diğer terör örgütlerinin değil “bunların uzantılarının faaliyetleri ile iltisaklı kuruluşlar ve paravan örgütler içerisinde yer alan veya bu terör örgütleriyle bağlantısı bulunan şahısların” da faaliyetlerini engelleyeceklerini taahhüt ediyorlar. Muhtıranın 6’ncı maddesinde İsveç ve Finlandiya’nın yasalarında yaptıkları değişikliklerle kamusal alanda terörün tahrik edilmesinin de suç kapsamına alındığına dikkat çekiliyor. 8’inci maddede sıralanan somut adımlar arasında PKK’nın, uzantılarının ve paravan örgütlerinin “para toplama” ve “eleman devşirme” faaliyetlerinin de yasaklanması taahhüt ediliyor. Ayrıca atılacak somut adımlar arasında Türkiye’nin terör zanlılarına ilişkin sınır dışı veya iade taleplerinin ivedilikle işleme koyulması da var. Muhtırada ayrıca İsveç ve Finlandiya’nın Türkiye’ye yönelik herhangi bir silah ambargosu bulunmadığı ve gelecekte bu iki ülkenin Türkiye’ye yönelik silah ihracatında müttefiklik ruhuna uygun hareket edeceği de vurgulanıyor.

 

Bütün bunlar Türkiye’nin terörle mücadelesi açısından önemli kazanımlardır. Hatta muhtıranın tam olarak uygulanması durumunda İsveç ve Finlandiya’nın, Türkiye’nin PKK dahil terör örgütleri ile mücadelesine en büyük desteği veren iki NATO üyesi olacağını bile söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından da kazanımdır, zira geri adım atmayarak Türkiye adına bu kazanımları elde etmiştir. İkili düzeyli oyun stratejisi perspektifinden bakacak olursak, Erdoğan hem uluslararası hem de ulusal düzeyde oynadığı oyunu kazanmıştır.

 

Peki muhtıra bize pürüzsüz bir yol haritası sunuyor mu? Sorunun cevabı ne yazık ki hayır. Türk yetkililer üçlü muhtıranın imzalanmasının hemen ardından İsveç ve Finlandiya’nın taahhütlerini yerine getirmemesi durumunda üye olamayacaklarını belirtti ve özellikle terör zanlılarının iade taleplerinin işleme koyulması gerektiğini, aksi takdirde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki onay sürecinin başlamayacağını vurguladılar.

 

Terör Tanımında Farklılaşma

 

Burada birkaç temel sorun var. Öncelikle Türkiye’nin terör tanımı Avrupa Birliği’nde (AB) genel kabul gören terör tanımından daha geniş ve Türkiye’nin terör faaliyeti olarak gördüğü bazı faaliyetleri İsveç ve Finlandiya’nın böyle görmemesi mümkün. Bu iki ülkenin yasalarında yaptıkları ve yapacakları değişikliklerin geriye işlemeyeceğini, bir diğer ifade ile geçmişte gerçekleştirilmiş faaliyetleri kapsamayacağını unutmamak lazım.

 

İkincisi, iade kararlarını hükümetler değil mahkemeler verir ve Avrupa’da mahkemelerin bu kararları verirken iade edilecek kişilerin talep eden ülkece adil bir şekilde yargılanacakları konusunda emin olmaları gerekir. Birçok kamuoyu yoklaması Türkiye’de vatandaşların önemli bir kesiminin mahkemelere güvenmediğini ortaya koyarken, İsveç ve Finlandiya mahkemelerinin bu konuda tereddüt etme olasılığını göz ardı etmemek lazım.

 

Ayrıca iade taleplerinin tamamı olumlu karşılansa bile ilgili yargı süreçleri aylar değil yıllar alacaktır, oysa NATO’nun beklentisi İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini mümkün olan en hızlı biçimde gerçekleştirmektir.

 

Türkiye’nin beklentisi İsveç ve Finlandiya hükümetlerinin iade süreçlerini başlatıp konuyu yargıya havale etmesi ile sınırlı ise, bu talep çok hızlı bir şekilde karşılanabilir ve gerçekçi olan da budur.

 

Öte yandan bir önceki yazımda belirttiğim gibi Türkiye’nin terör tanımını AB ile yakınsaması ve bunun yanı sıra yurt içinde yargı kurumlarına olan güveni yeniden tesis etmesi, terörle mücadelede de elini güçlendirecek önemli konulardır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.