11 Eylül Dünyası ve Amerika
Maalesef Amerika’nın dertleri genellikle dünyanın da krizleri haline dönüşüyor. Dolayısıyla Amerika’nın 11 Eylül dünyasından çıkması, dünya için Afganistan veya Irak’tan çıkmasından çok daha hayati bir vakıaya denk geliyor. Biden yönetimi nispeten derli toplu bir kadrodan oluşmuş olsa da son 20 yılın oluşturduğu erozyon, Biden’ın fazlasıyla 20. yüzyıla ait zihin kodları ve ekibinin bürokratik tutukluğu yakın döneme dair radikal bir değişimin işaretlerini vermiyor.
20 yıl önce bugün, Kuzey Amerika’daki havalimanı kontrol kuleleri, sabahın erken saatlerinde pilotlara havanın “fazlasıyla açık” olduğunu, yani hemen her tarafın göz alabildiğine “görünür” olduğunu söylüyorlardı. Sadece pilotların önündeki ufuk açık değildi. Milenyuma Soğuk Savaş’ın galibi, “tek kutuplu” bir dünya düzeninin lideri, zamanı ve mekânı derin bir dönüşüme zorlayan telekomünikasyon devriminin sahibi ve küreselleşmenin hâmisi olarak giren Washington da jeopolitik ve ekonomik ufkunun “fazlasıyla açık” olduğunu düşünüyordu. Sonbaharın, özellikle Kuzey Amerika’daki muhteşem renk resitalinin etkileyici olmakla birlikte kışın da habercisi olduğuna dair ekonomi-politik ve jeopolitik okumalara kulak kesilmeksizin 90’ları “tarihin sonu” tezlerinin şehveti ve “küresel ekonomik liberal düzenin” zafer sarhoşluğu içerisinde geçiren Amerika’nın, ufkunun fazlasıyla açık olduğuna mutmain olması kaçınılmazdı. Salı sabahı 8:46’da Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey gökdeleninin 93 ila 99’uncu katları arasına ilk uçak girdiğinde Amerika’nın milenyum sarhoşluğu sona ermişti. 10:28’de, en son, ilk vurulan Kuzey Kule çöktüğünde, Dünya Ticaret Merkezi’nin iki gökdeleni yıkılmış, Amerikan imparatorluğunun kalesi kabul edilen Pentagon vurulmuş ve Beyaz Saray’ı hedef alacağı farz edilen son uçak Pennsylvania’da şüpheli bir şekilde düşmüştü. Amerika’nın ufku 102 dakika içerisinde “fazlasıyla kapalı” hale gelmişti.
11 Eylül Salı sabahında ilk kuleden yükselen dumanların kapladığı ufka bakarken oluşacak karanlığı tahmin etmek zor değildi. Kulelerin yıkılışına canlı gözlerle şahitlik ederken Amerika’nın kurucu duygularına tekabül eden “paranoyaların” bir anda sokaklardan medyaya, Washington liderliğinden üniversitelere nasıl hızla zuhur ettiğini hissediyordum. Saramago’nun Körlük’teki tasvirlerini aratmayacak sahneler Manhattan’da yeniden canlanırken salgın kısa zamanda Amerikan körlüğüne de dönüşecekti. Amerika hızla 17. yüzyıl Salem momentine dönüyordu. Öğleden sonra saldırıya dair bir yazı yazmamı isteyen telefon geldiğinde, 329 yıl önceki Salem cadı mahkemelerindeki paranoyadan daha etkili Amerikan korkularına dikkat çekecek bir vakıa aklıma gelmemişti. Şu satırları yazmışım: “1692’de Massachusetts’in Salem şehrinde bir cadı mahkemesi kurulur. 140 kişi cadı olmakla, şeytan olmakla suçlanır. Salem, Avrupa’dan 1600’lerde ilk göç eden Püritenlerin kurduğu ve geldikleri yıllarda kışın soğuktan binlercesinin öldüğü, ilk Kızılderili katliamlarının yapıldığı bir şehirdir. Mahkemede ormandan, karanlıktan geldiği söylenen ve cadı olmakla suçlananlar arasında 5 yaşında bir çocuk bile vardır. Mahkeme, sonunda 19 kişinin asılmasına karar verir. 1692 Salem cadı mahkemesinden 329 yıl sonra Salem’den üç saat uzaklıktaki Manhattan’da başka bir cadı mahkemesi kurulur: 19 saldırgan Amerikan korkularını haklı çıkarmıştır.”
11 Eylül her yönüyle Amerikan korkularını ve üzerine bina edilen siyasal teolojisini, toplumsal muhayyilesini ve ‘ben’ bilincini teyit eden bir eylemdi. Amerika(lılar) şok oldukları ve dehşete düştükleri kadar paranoyalarının teyit edilmesinin de garip tahkimatının getirdiği karışık duygular içerisindeydiler. Defalarca Hollywood’un simülasyonunu yaptığı, 1993’te fiilen bombalanan Dünya Ticaret Merkezi sürreel bir saldırıyla tam da Amerikalının aşina olduğu bir sinematografik sahne eşliğinde yıkılmıştı. O günlerde yoğun bir şekilde tartışılan Amerikan siyasal ve toplumsal tepkisinin ana ekseninin ne olduğu konusunda keskin bir cevap vermek kolay değildi. Ancak Amerika dışında nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, Amerika içerisinde bu tartışmanın cevabı belliydi: korku! İç savaş sonrasında kendi topraklarında savaş yaşamamış, 20. yüzyıl boyunca savaşlara müdahil olmasına rağmen en son 11 Eylül’den 60 yıl önce Japonların ABD ana kıtasında olmayan Pasifik’teki Hawaii adalarındaki Pearl Harbor askeri üssüne “anlık saldırısından” başka kendi topraklarında savaş sahnesi görmemiş Amerikalılar için, Atlantik’teki 2001 saldırısının yıkıcı etkisi güçlü bir korkunun kontrolsüz bir şekilde zuhur etmesini sağladı.
Korkular ve İntikam Arasında Amerika
Ortaya çıkan Amerikan korkularını bastırması beklenen tecrübeli Beyaz Saray yönetimi ise ardı ardına panik tepkiler verdi. Eski CIA ve ABD başkanın oğlu Bush’un ulusal güvenlik ve dış politika ekibi Amerika’nın yakın tarihinin savaş yaşamış en tecrübeli ve devlet umuru görmüş isimlerinden oluşmaktaydı. Bu kadronun soğukkanlı bir şekilde davranması beklenirken tam aksi bir manzara ortaya çıktı. Uzun yıllar birlikte çalışmış, göreve gelmeden ‘ekip’ olarak anılan ve ideolojik insicama sahip olmaları beklenenin aksine stratejik ve vizyoner bakış açısının doğmasına değil, ufuk daralmasına yol açmıştı. Zira ideolojik körlüğe varacak derecede hemfikir olan bu ekip alternatif herhangi bir planı dinlemek yerine hızla Amerikan paranoyasının peşine takıldı. 11 Eylül saldırılarının üzerinden saatler geçmişken sıkletine uygun olmadığını düşündükleri Afganistan’a saldırı kanaatini şekillendiren Amerikan yönetiminin o akşamki toplantısında Savunma Bakanı Rumsfeld “büyük ve güçlü olduğumuzu ve bu tür saldırılarla itilip kakılmadığımızı kanıtlamak için başka bir şeyi bombalamamız gerekiyor” diyerek, dünya ABD’nin Afganistan planından henüz habersizken bir sonraki hedefi gündeme almıştı bile. Washington 11 Eylül saldırısına cevap hatta intikam arayışında değildi. Aksine korkuyla sarsılan Amerikan gücünü ispatlama derdine düşmüştü. İşte bu körleşme Amerikan yönetiminin 2001 sonrasında küresel bir dinamiğe dönüşerek geleneksel jeopolitik işleyişi ve güvenlik yaklaşımlarını ciddi anlamda tahrip eden “terörle savaş” konseptinin önünü açmış oldu. 20 yıldır Amerika’nın kapanan ufkunun maliyetini başta bölgemiz olmak üzere bütün dünya ödemek zorunda kaldı.
Milenyumla birlikte hegemonik zirvesine çıktığını düşünen Amerikan siyasal aklı ne kendisini dengeleyecek ne de kendisine meydan okuyacak bir aktör görebiliyordu. Soğuk Savaş’ın açık galibi için yakın gelecekte sıcak bir savaş, ihtimaller dahilinde bile değildi. Ancak 11 Eylül Amerika’yı tam da zirvede yakaladı. Zirve, kriz anında çıkış seçeneklerinin daraldığı bir yere ve pozisyona da tekabül eder. Washington tam da böylesi zihinsel ve fiziksel pozisyonda yakalandığı 11 Eylül’de ne yapacağını tartışamayacak ve 11 Eylül’ün ne olduğunu göremeyecek kadar zirvedeydi.
Saldırının yapıldığı gün CNN’nin son dakika altyazısı “Amerika saldırı altında” şeklindeydi. İlerleyen saatlerde bu ifade “terör saldırısına” döndü. Akşam yayınlarında çoktan “terörizmle savaş” ana betimleyici olmuştu. Amerika, tam bir paranoya atmosferinde konvansiyonel tarifi, mekânı, düşmanı, faili ve hedefi olmayan bir savaşa çoktan girmişti. Amerikan siyasal geleneğindeki paranoyaya dair en erken ve cins tespitleri yapan Hofstadter “Amerikalıların bir ideolojisi yok” der. Zira ona göre Amerika’nın kendisi “bizatihi bir ideolojidir.” Washington 11 Eylül’e verdiği refleksle Amerika’ya neoconların marifetiyle imkânsız bir ideoloji bulma misyonuna girişti. Sonuçta Hofstadter haklı çıktı. Neoconlar 1990’ların başlarına giden hazırlıklarına, sekiz yıllık iktidarlarına, Amerikan paranoyalarının zirve yapmasına ve küresel düzeyde dengeleyici hiçbir aktör bulunmamasına rağmen Amerikalılara bir ideoloji geliştiremediler. Ama Amerika’nın imparatorluktan ulus devlete dönüşme ihtimalini ortaya çıkardılar. Hatta sebep oldukları enkazdan çıkan Trump, Amerika’nın ulus devlete en yaklaştığı bir dönemin yaşanmasına da yol açtı. Neticede henüz Amerika bir ulus devlet olmadı belki ama Amerikan müstesnacılığının büyük ölçüde tahrip olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik Afganistan ve Irak işgalleri tam da Amerikan müstesnacılığının bir ispatı olsun diye gerçekleştirilmişken.
11 Eylül sonrası Amerika’nın “istisnadan aleladeliğe” geçiş süreci Washington’da ağır siyasal ve toplumsal sancılara, dünyada ise yapısal jeopolitik ve ekonomik kırılmalara yol açtı. Amerika’nın kurucu aklı, Cumhuriyetçi Parti başta olmak üzere, derin bir siyasal elit krizine girerken, 60’tan fazla ülkeden ve 90’dan fazla farklı etnisiteden insanın hayatını kaybettiği “9/11” sonrası yabancı düşmanlığı kontrolden çıktı. Elbette Amerikan siyonizminin fanatik müdahalesiyle, Amerika için(de) gerçekten o güne kadar bir sorun düzeyine ulaşmamış olan İslamofobi kelimenin tam anlamıyla hortladı. Avrupa-merkezci siyasal tahayyülün, özellikle de Fransız İslam(cı)fobizminin sağladığı mühimmat ve entelektüel vandalizm İslam dünyasına karşı açık bir saldırganlığa dönüştü. Salem’deki cadı mahkemesi bu sefer İslam için kuruldu. Akıl almaz bir şeytanlaştırma eşliğinde Amerika’dan Çin’e, Fransa’dan Rusya’ya İslamofobi etkili bir cezalandırma aracına dönüştürüldü. ABD’de güvenlikleştirme adımları ise kurumsal hale getirildi. Anavatan Güvenliği Bakanlığı’nın kurulmasıyla, politik teolojisi “devlet karşıtlığına” varacak düzeyde “zayıf devlet, güçlü birey” üzerine kurulu Amerikan toplumsal yaşamı “devlet ve güvenlikle” tanışırken, dünyanın geriye kalanı da bu fırsatı kaçırmadı. 11 Eylül sonrası toplumsal hayat, bireysel özgürlükler ve ifade hürriyeti bütün dünyada ciddi anlamda geriledi. Muhayyel “terörle savaş” konsepti eşliğinde devletler fiilen yeni vatandaş tarif(ler)i yapmaya başladılar.
Küresel Siyasal Kriz
Liberalizmin 1990’lardaki renkli manzaralarının sonbaharın renk cümbüşü olduğu da ortaya çıkmış oldu. Son 20 yıl, seyahatten ifade hürriyetine, sinemadan üniversitelere, siyasetten ekonomiye, toplumsaldan kültürele, jeopolitikten eğitime ve dış politikadan güvenliğe hayatın her bir köşesi “terörle savaş” makasında şekillendi. Ortaya çıkan ağır “küresel kaotik belirsizlik” beraberinde yapısal kırılmaları ve dengesizlikleri de getirdi. Bu dönemde küresel-ekonomi politik hizalanma radikal bir şekilde değişirken, küresel hegemon yönsüzlüğe saplandığında, bunun bütün dünya için maliyetinin ne olduğunu daha iyi anlaşıldı. Oluşan boşluğu doldurmaya hevesli, belli düzeyde -askeri ve ekonomik- kapasitelerine karşın vizyonları olmayan, salt güç maksimizasyonuna dayanan başta Çin olmak üzere Rusya, Fransa, Körfez ülkeleri ve İsrail gibi unsurların çatışma alanlarını nasıl derinleştirdikleri ve küresel jeopolitik çıkmazı nasıl güçlendirdikleri görüldü.
Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Demir Perde’nin aralanmasıyla 20. yüzyıl, bir asrı tamamlamaya gerek duymadan 1989’da hitama ermişti. Ancak bu durum 21. yüzyılın bidayeti için yeterli değildi. Zira bazı vakaların çağ kapatmaya güçleri yetiyor ama açmaya takatleri olmayabiliyordu. Tam da bu sebepten olsa gerek, Soğuk Savaş akabindeki 10 yıl, 1990’lar, oldukça konforlu arayışlar, çözülüşler ve aceleci kanaatlerin oluşmasıyla geçti. Elbette bütün bu değişimlerin merkezinde Amerikan liderliğindeki globalizasyonun sunduğu küresel liberal ekonomik düzenin zaferi bulunmaktaydı. Küresel kapitalizmin sembolik mabedine, onu korumakla görevli dünyanın en güçlü ordusunun ana karargahına yapılan saldırılar hem bu şımartılmış düzeni imtihana soktu hem de 21. yüzyılın başladığına dair sağlam bir işaret vermiş oldu. 11 Eylül’ün çok gecikmeden 21 ay sonra başlamasını sağladığı 21. yüzyılın ana eksenini değiştirecek ölçekte bir olay henüz vuku bulmadı. 11 Eylül dünyasının ve döneminin inşa ettiği eksene dair sorgulamaların başlamış olması ya da Amerika’nın Afganistan ve Irak’tan en azından askerlerini çekmiş olması da bu durumu değiştirmiyor. Zira 11 Eylül sonrası dünyada yaşanan radikal jeopolitik, demokratik ve ekonomik eksen kaymalarının sebep olduğu aktif fay hatları varlığını sürdürüyor.
Milenyuma girdiğimizde Hollanda, Çin’den daha fazla ihracat yapıyordu. Rusya’nın kişi başına geliri Tunus’tan daha azdı. Küresel kişi başına gelir 5 bin dolardı, bugün 11 bin dolar civarında. 2000’de 1,5 milyar insan hava taşımacılığını kullanabiliyordu, bugün 5 milyar kişi uçuyor. 2000’de dünya genelindeki mülteci sayısı 21 milyondu, bugün 82 milyona ulaştı. Aynı şekilde 150 milyon olan göçmen sayısı 300 milyona yaklaştı ve yüzde 70’i gelişmiş ekonomilerde bulunuyorlar. Jeopolitikten ekonomiye, küresel entegrasyondan teknolojik devrimlere kadar milenyumun başlangıcına göre oldukça farklı bir noktadayız. Son 20 yıl boyunca yaşanan gelişmeler emperyal bir vizyonun vasiliğinden ziyade kapitalizmin yaratıcı tahripkâr tabiatı içerisinde vuku buldu. Küresel hegemon gücüne rağmen jeopolitik sermayesini, 11 Eylül’ün açtığını düşündüğü abartılı zararı telafiye yönlendiren Washington tam anlamıyla son 20 yılı bir kısır döngü içerisinde geçirdi. Amerika “hayaletle savaş” olarak kavramsallaştırılan terörle savaşının peşindeyken küresel jeopolitik hizalanma Washingtonsuz bir şekilde radikal değişimler yaşadı. Obama’nın ikinci döneminde bu durumu fark ettiğinde, 2008 global ekonomik krizinin yaralarını sarmaktan küresel jeopolitik (Asya askeri ve ekonomik) eksen değişimine mecali bulunmuyordu. Terörle savaş Amerikan jeopolitik aklını olabildiğince daraltırken, terör örgütlerini de 11 Eylül’le mukayese edilmeyecek kadar küresel hale getirdi.
Neoconların İsrail merkezci tahrikler eşliğinde Ortadoğu’ya odaklanmaları, Washington’ı dünyayı yeniden şekillendiren jeopolitik değişimlerden kopardı. Rusya toparlandı, Çin yükseldi. Bu körleşme; Kırım’dan Tayvan Boğazı’na, Amerika’nın kalbindeki fabrikalardan küçük kasabalarda yaşanan ekonomik iflaslara, Arap Baharı’ndan Brexit’e, milliyetçiliğin yükselmesinden demokrasilerin baskılanmasına kadar bir dizi başlığın Amerika ve dünya için neticelerinin okunamamasına yol açtı. Bu dönemde Amerikan entelektüel ve karar verici aklı polisiye kinetik kontrterorizm ve askeri binary yaklaşımlarla jeopolitik kararların “terörle mücadele” düzeyine indirgenmesiyle fazlasıyla meşguldü. Bu ufuk daralması kısa sürede bütün dünyaya metastaz yaptı ve jeopolitiğin yerini terörle savaş aldı. Sonuçta, batı-merkezci bir şekilde sadece Amerika için 2 ila 4 trilyon dolar arasında hesaplanan 11 Eylül sonrası jeopolitik ve ekonomik maliyete, işgallerin yaşandığı bölgemiz başta olmak üzere küresel düzeyde çıkan çok ağır fatura da eklendiğinde, fırsat maliyetinin hem ekonomik hem insani hem de refah kaybı anlamında astronomik olduğunu söyleyebiliriz.
Amerika Savaşmadan Durabilir mi?
İstihbarat ve diğer güvenlik örgütleri hariç Amerikan askeri harcamaları küresel askeri harcamaların yüzde 40’ını oluşturuyor. Amerika’nın, sosyal güvenlikten sonraki en büyük bütçe kalemi 800 milyar doları bulan askeri harcamaları kendisinden sonraki 15 ülkenin toplam harcamasından daha fazla durumda. Buna diğer güvenlik harcamaları da eklenince 1 trilyon doları geçen güvenlik sektörü ve askeri-endüstriyel kompleks daha berrak bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Silah lobisi mi askeri-endüstriyel komplekse sürekli can veriyor yoksa Washington’da “sürekli savaş” şeklinde tarif edilen siyasal akıl mı sorunsalı ortaya çıkıyor. Askeri endüstriye odaklanmak keskin ve çoğu kez hatalı sonuçlara varmamıza yol açabilir. Kaldı ki burada içinden çıkılması zor bir kısır döngü de bulunuyor. Zira sürekli savaş dünyası içerisinde kesintisiz kas yapan Amerikan askeri gücü için savaş anlamsızlaşmakta ve maceraya dönüşmektedir. Özellikle Soğuk Savaş sonrasında dünya ile askeri güç farkı bu denli açılırken jeopolitik vizyonunun da kaybolması, Amerikan savaşlarında dev Gulliver’in Lilliputlu cüceler tarafından bağlanmasını andıran sahnelerin ortaya çıkmasını sağlamakta. Washington bu dengesiz durumu sonlandırmak ve “sürekli savaş” aklından kurtulmak yerine, Gulliver gibi bir başka maceraya atılmaktan kendisini kurtaramamaktadır. 11 Eylül sonrası “terörle savaş”, Amerika’nın askeri cari fazla sorununu ve sürekli savaş dürtüsünü neredeyse sınırsız bir şekilde tatmin imkânı verdi. Üstelik “terörle savaş”, başı sonu belli bir siyasal ve jeopolitik hedeflere ulaşma mücadelesinde araçsal bir unsur olan geleneksel ve konvansiyonel savaştan farklı olarak; zaman, mekân ve somut düşman tahditlerini ortadan kaldırarak çok daha büyük bir kısır döngüye yol açmaktadır. Amerika 11 Eylül’den beri bu kısır döngünün içerisinde bocalıyor.
Eski ABD başkanı Obama, Amerika’yı bir “transatlantik dev gemiye” benzetip, Amerika’nın krizler karşısında manevra kabiliyetinin çok zor olduğuna dikkat çekiyordu. Bu durum ABD için büyük bir açmaz olduğu kadar doğru kararlar aldığında dünyayı da etkileme gücüne sahip değişimlerin önünü geçmişte açabildi. Bütün bu krizler sadece Amerika’nın dertleri olsa dünya da kendi dertlerinin peşine düşebilirdi. Maalesef Amerika’nın dertleri genellikle dünyanın da krizleri haline dönüşüyor. Dolayısıyla Amerika’nın 11 Eylül dünyasından çıkması, dünya için Afganistan veya Irak’tan çıkmasından çok daha hayati bir vakıaya denk geliyor. Biden yönetimi nispeten derli toplu bir kadrodan oluşmuş olsa da son 20 yılın oluşturduğu erozyon, Biden’ın fazlasıyla 20. yüzyıla ait zihin kodları ve ekibinin bürokratik tutukluğu yakın döneme dair radikal bir değişimin işaretlerini vermiyor. Ayrıca 11 Eylül saldırıları sırasında eylemcilerin dördüncü hedefi olan ama ulaşamadıkları Capitol’de 9 ay önce yerli eylemciler kanlı bir darbe gerçekleştirmenin eşiğinden döndüler.
Üstü örtülen ve yıllanmış Amerikan iç siyasal krizleri ve fay hatları iyiden iyiye ortaya çıkmış durumda. Dolayısıyla Biden’ın aynı anda iç konsolidasyonu sağlarken dış jeopolitik açılım yapması gerekiyor. Biden yönetiminin bu iki minderde aynı anda mücadele verecek kadar nefesi olduğuna dair bir işaret de bulunmuyor. Afganistan’dan çekilmenin hızla bir kaosa dönüşmesi de bu durumu teyit ediyor. Kaldı ki Biden’ın planları değişmeseydi, Afganistan’dan çekilme kararını tuhaf bir akıl yürütmeyle 11 Eylül 2021’de gerçekleştirmeyi planlıyordu. Afganistan planlarının bozulmasıyla küresel komplo cemaati böylesine şahane bir sembolizmden yoksun bırakılmış olsa da Washington bir yönüyle 11 Eylül 2001’e dönme imkanını yakaladı. Şimdi sorun Biden’ın bu fırsatı nasıl değerlendireceğinde. 20 yıl önce Amerika’nın ufkunu, saldırılardan daha çok paranoyadan beslenen Amerikan aklının sebep olduğu körlük karartmıştı. Amerikan körlüğüne, Amerika’nın fazlaca hazzetmediği Marx’ın mütevazi bir çözüm önerisi olabilir. Marx, Kapital’in önsözünde “Perseus, avladığı canavarlar kendisini görmesin diye sihirli bir miğfer giyerdi. Biz ise, canavarların varlığını görmemek için, sihirli miğferi gözlerimize ve kulaklarımıza kadar indiriyoruz” der!