Aşırı Sağ Yükseliyor mu, Yükseldi mi, Yükselecek mi?
Son AP seçimlerinin kör topal devam eden Avrupa’nın birlik olma fikrini zedelediği söylenebilirse de henüz öldürücü hamleyi vurduğu söylenemez. Bu küçük kıta, farklılıklarıyla bir arada durmayı başardığı için dünyanın geri kalanından olumlu anlamda ayrılabilmişti. Özgülüğün yerel grupların tekelinde değil birlikte mücadeleyle kazanılacağı fikrini yerleştirebilmek, Avrupa halkları arasında yeniden ortak duyuyu geliştirebilmek, bu hamleyi mümkün olduğunca geciktirecek.
6-9 Haziran’da gerçekleşen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri, yine bilindik manşetlerle kamuoyunda gündem oldu: “Aşırı sağ yükselişe geçti!” Son birkaç AP seçiminde de benzer durum söz konusuydu. Diğer bir deyişle bu tartışma yeni değil; benim 2017’de yazdığım¹ ve birçok akademisyenin de o dönem popülizm olgusuyla eşleştirerek tartıştığı aşırı/radikal sağ yükselişi, son 10 yılın ana konularından biri.
Bu klişeyi sürekli kullanan medya çalışanlarına kötü haber: Aşırı sağ zaten yükseldi! İyi haber ise bu yükseliş bugüne kadar parti sistemini ve siyasal işleyişi değiştirmedi ama tabii ki bir krize soktu. Bu yazıda söz konusu krizin görüntülerinden bahsedeceğim. Değineceğim temel noktalar, AP seçimlerinin ülke seçimlerinden görece farklılığı, seçime katılım oranları ve artık aşırı sağ tabirini kullanmanın yersizliği… Öneriler tartışılabilir ama burada benim vurgum liberalizmden kopmuş bir muhafazakârlığın bu partilerin ana çizgisi olduğu yönünde. 1970’lerde piyasalar üzerinden özgürlük düşüncesine yaklaşarak “yeni sağ” adını alan ve neoliberal dalgayı başlatan liberal-muhafazakâr işbirliği, 2020’ler itibarıyla bozulmuş durumda.
Aşırı sağ olarak nitelendirilen partilerin temel başarıları şu oldu: Gündemi belirliyorlar. (Bizdeki tabirle “algı yaratıyorlar” ama onun siyaset bilimindeki karşılığı gündem yaratmaktır.) Siyasetin ana eksenlerinden olan gündem yaratmak, belli konuları konuşturabilmek, aşırı-sağın günümüzdeki en önemli başarısı. Karşı oldukları şey (küreselleşmenin dış etkileri, göçmenlerin yarattığı sorunlar, Avrupa Birliği’nin [AB] politikalarına eleştiri) sadece onların tekelindeymiş gibi bir eksen kurabildiler. Bunlar muhalif her partinin az veya çok söz söylediği konular ama tabii ki çözüm yolları farklı. Medyanın bu partilerin sıra dışı önerilerini biraz daha parlatması onların işlerine geliyor. Esasen artık hiçbir partinin “küreselleşme iyi gidiyor”, “göçmenler ülkemizi iyi hale getirdi”, “AB’de işler yolunda gidiyor” gibi argümanları kalmadı. Bu tespitler AB’den çıkmaya, göçmenleri yollamaya ya da uluslararası sözleşmeleri tanımamaya varmıyor. En azından şimdilik… Korku biraz da bu çizgiye gittikçe yaklaşıldığı. Aşağıda yeniden değineceğim gibi, burada liberal Avrupa ile muhafazakâr Avrupa arasındaki bağların iyice koptuğu, bu partilerin de muhafazakâr sağ olarak nitelendirilebilecek yeni bir siyasal alanı doldurmaya başladığı söylenebilir. Ancak açık bir gerçek var ki sol/sosyalist hattın geri çekilmesinin daha liberal bir Avrupa kuracağı düşüncesi, geçen 25 yılda çökme aşamasına geldi.
AB’nin Avrupalılar tarafından doğrudan seçilen temsilcilerinin yer aldığı organı olan AP, örgütün en demokratik organı olarak bilinir. Brüksel’le eşleşen bürokrat (ya da eurokrat) ve elit Avrupa yerine halkın sesinin burada duyulduğu varsayılır. (Aşırı/muhafazakâr/liberal olmayan) sağın yükselişi, elit/halk gerginliğini öne çıkarıyor. Gerçek halkı kendilerinin sembolize ettiği varsayımıyla hareket eden bu partilerin yarattığı gündem, önceki yıllarda daha çok Polonya ve Macaristan’daki deneyimler üzerinden tartışıldı. Konu şimdi yeniden merkez ülkelere, Fransa ve Almanya’ya doğru seyredince bu kez yeniden gündem oldu. Esasen Fransa’da da konu yeni değil, Baba Le Pen’den kızına geçen gelenek, 2017 ve 2022 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de ikinci turu görmüştü. Almanya’da uzun süreli Hristiyan Demokrat hükümetlerinin sonrasında, Merkel’in olmadığı ilk seçimi ucu ucuna kazanabilen Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlarla trafik ışığı adı verilen farklı renklerin bir araya gelmesiyle kurulan koalisyonla iktidar olabilmişti. Merkez sağın yaşadığı değişim, AfD gibi eskiden aşırı olan partiyi gittikçe daha güçlü alternatif haline getiriyor. Bunu son Hollanda seçimlerinde de yaşamıştık. Merkez sağ partinin lider değişikliğiyle güç kaybetmesi, oyların daha sağa kaymasına neden oluyor.
Bu partilerin sürekli yükseldiğine dair düşüncede birkaç ana unsur öne çıkıyor. Birincisi yerleşik partilerin eskimesi, birbirine benzemesi. Merkez sağda Hristiyan demokratlar ve merkez solda sosyal demokratlar, yaşlılara hitap eden, eski tür yapılar olarak görülüyor. Her ne kadar daha genç liderlerle imaj tazelemeye çalışsalar da yeni nesle bu partilerin ruhları eski geliyor diyebiliriz. Muhafazakâr argümanlara dayansalar da sistemi yöneten liberal argümanların karşısında yer aldıkları için kendilerini sistem-dışı/muhalif/sıra dışı olarak gösterebiliyorlar.
İkincisi AP seçimlerinde, örneğin bir sandalyeden iki sandalyeye yükselmesinin getirdiği, oransal başarı. Yüzde 100’e tekabül eden bu artış, AP’nin genel tablosunda büyük bir etki yaratmıyor. AP seçimlerinde bu tip partilere yönelmenin olduğu bir gerçek, çünkü ülkelerinde iktidar olma şansı daha düşük olan bu partiler, görece düşük oylarla AP’de yer bulma imkânı kazanıyor ya da ülke seçimlerinde merkeze yönelen seçmenleri bu seçim için kendinde toplayabiliyor.
AP seçimlerinde katılım oranının çok düşük olması da bir diğer etken. Siyasetten uzaklaşan ılımlı kesimin karşısında radikal seslere duyarlı olanların katılıma eğilimli hale geldiği söylenebilir. Avrupa çapında yüzde 50 civarında olan katılım oranı bazı ülkelerde yüzde 20’lere kadar düşüyor.²
Girişte belirttiğim gibi artık bu partileri aşırı olarak nitelendirmek pek mümkün değil. Birincisi, oy oranları belli bir noktaya gelmiş ve sistemin içinde yer edinmiş durumdalar. Kuruluş aşamalarındaki aşırı söylemler, pratikte karşılık bulmuyor. Onları popülist yapan şey de biraz bu; yani seçim sürecindeki talepler, vaatler kitlelerin duymak istediği konular. Bunları en sert şekilde dile getiriyorlar ama uygulamada yarattıkları değişiklikler daha sınırlı. Kendi ülkelerinde de iktidar ortağı olabilmek veya koalisyon görüşmelerinde muhatap alınmak bu partiler için bir başarı.
Liberalizmden Kopmuş Muhafazakârlık
Daha teorik bir noktaya değinmek gerekirse aşırı sağ, liberalizmden kopmuş bir muhafazakârlığa denk geliyor. Yine serbest piyasacılar ama AB standartlarında ekonomi ve müdahaleye karşılar. ABD’de daha yaygın olan liberter geleneğe yakın oldukları söylenebilir. Özgürlüğü bireysel ya da en fazla belli bir grup için, burada beyaz/yerli ve Hristiyan olmak devreye giriyor, istiyorlar. Toplumsal bir özgürlük değil bu; en fazla toplulukçu diyebiliriz. Ana noktalar şunlar: Piyasa ve demokrasi yerel standartlarla işlesin, küresel etkilere karşı devlet müdahalesi olsun, keza yabancılara karşı da devlet müdahalesi kültürel alanı düzenlemek için daha geniş biçimde olsun ama insan hakları ve evrensel hukukun kriterlerine uymak zorunda değiliz.
İnsan hakları ve demokrasinin, dış elitlerin içerideki düzeni bozmak için kullandığı araçlar olduğu fikri, bunlara uymamanın güçlü devlet göstergesi olduğu sanrısı aşırı-sağın beslendiği bir damar olarak öne çıkıyor. Avrupa geleneğinin dayandığı sosyal demokrat, siyasal liberal hat bu partiler tarafından muhafazakârlık/milliyetçilik hatlarına doğru çekiliyor. Bu eğilim de birleşik Avrupa fikrini etkiliyor tabii ki.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kıta içinde bir savaşı yeniden yaşamamak için entegre piyasalarla ve ortak hukuk sistemi ile birbirine bağlanmayı başaran Batı Avrupa için, Soğuk Savaş sonrasında bu standartları Doğu’ya doğru yayma beklentisi hayal kırıklığına uğradı. Doğu’nun görece otokratik yönetimleri, seçimle işbaşına gelse de hukuk-devleti prensiplerine şüpheyle bakan, demokrasiyi hukukla sınırlanmak yerine, tersine hukuku yenilemek olarak gören, seçimleri “halk beni seçti, bu güç bana hukuk dışına taşma yetkisi veriyor” yönündeki bakış açısı Avrupa’ya doğru sızıyor. Uluslararası hukukun sınırlayıcılığı olmadan ulaşılabilecek noktaları Rusya ve İsrail tüm dünyaya gösteriyor. Bu nedenle insan hakları ve demokrasi standartlarının, dış güçlerin oyunu değil, on yıllar içinde pek çok kesimin verdiği mücadelelerle geliştiği, emekçilerin, kadınların, ezilenlerin hak taleplerinin bugünkü demokrasi çizgisini kurduğu vurgulanmalı.
Son AP seçimlerinin kör topal devam eden Avrupa’nın birlik olma fikrini zedelediği söylenebilirse de henüz öldürücü hamleyi vurduğu söylenemez. Bu küçük kıta, farklılıklarıyla bir arada durmayı başardığı için dünyanın geri kalanından olumlu anlamda ayrılabilmişti. Özgülüğün yerel grupların tekelinde değil birlikte mücadeleyle kazanılacağı fikrini yerleştirebilmek, Avrupa halkları arasında yeniden ortak duyuyu geliştirebilmek, bu hamleyi mümkün olduğunca geciktirecek. Tersi durum, kimsenin işine yarayan bir nokta değil.
__
¹Yıldırım, Y. (2017). Liberal demokrasinin krizi bağlamında Avrupa’da sağ popülizm ve yükselen aşırı-sağ. Amme İdaresi Dergisi, 50(2), 51-72.
²Katılım oranlarına şu adresten bakılabilir: https://results.elections.europa.eu/en/