Bir “Hürriyet” Hikayesi
Siyasi elitler geçmişin yaralarını ve eksiklerini sarmaktansa daha fazla güç talebi içerisine girince onu kaybetme korkusu özgüvensizliği de beslemektedir. Paylaşımcılık ve özveri gerektiren ama bir o kadar da meşakkatli olan “daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlükler, daha fazla adalet” diyemeyince geriye tek seçenek kalmakta, otoriterleşme artmakta, otoriterleşme de özgüvensizliği beslemektedir.
- BAHADIR KURBANOĞLU
- 3 Kasım 2021

Yazının başlığı Ertuğrul Günay’ın Demokrat Parti’nin (DP) içinden çıkan ama siyasi ömrü çok kısa süren Hürriyet Partisi (HP)’ne ilişkin yakın zamanda okuyucuyla buluşan çalışmasına ait.[1]
Yine yakın zamanda Taha Akyol’un “Otoriter Demokrasi” olarak değerlendirdiği 1946-1960 arasındaki dönemle ilgili yaptığı araştırmaları muhtevi eseri de Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca başlığıyla yayımlanmıştı.[2] Vahap Coşkun da bunu Perspektif’te etraflıca konu etmişti.
Bu tarz çalışmaları motive eden bir dönemden geçmekteyiz. Bunlar elbette “dönem araştırmaları”nın ötesinde anlamlar ihtiva etmekte. Aslında bize bugünü tartıştırmak istemekte. Siyasi Dejavu’lardan dersler çıkarılmasını salık vermekte. İnsanlık tarihi boyunca çeşitli sınamalardan geçmiş ve postulat halini almış siyasi ilkelerle kamuoyunu yeniden bir yüzleşmeye davet etmekte. Bu yüzleşmeyi hem siyasilere ve bürokrasiye hem de kimlik ve ideoloji tercihleri farklı olan sosyo-kültürel yapımıza teklif etmekte.
“İnsan Doğası İşte Ne Yaparsın” mı?
Şüphesiz hangi konuyu ele alıyorsak alalım konuştuğumuz şey insan doğasıdır. O doğada var olan olumlu-olumsuz etmenlere yönelik tercih kullanan iradi yapımızdır. Buna ilişkin farkındalık hali, bilmek, bilsek de yapmamak, yapmanın işimize gelmemesi, hırslar, çıkarlar, doğru bilinenleri bile isteye örtmek, bilmemekten ötürü azade kalmak, öğrenmek, iradi olarak öğrenmeyi tercih etmemek, önyargılara ram olmak, bildiklerimizle yetinmek gibi pek çok umde hem insan psikolojisini ve grup davranışını hesaba katar hem de belli bir demos içinde yaşadığımızı kabullenip doğamızı buna ilişkin yönlendirme tercihlerimizi etkiler.
Siyaset ve iktidar ilişkileri de böyledir. Böyle olduğu içindir ki kadimden bu yana yanlışları gemleyen, doğru bilinenleri kalıcılaştırmaya/sistemleştirmeye gayret eden öneriler ortaya atılmış, teoriler sınanmaya tabi tutulmuş, faydalı ve zararlı olanlar tarihin not defterine kaydedilmiştir. Toplumların maslahatına en uygun olduğu düşünülen çıkarımlar hikmet ile felsefenin, bunun uzantısı olan siyaset felsefesinin, siyasi tarihin ve yönetim tecrübelerinin konusu olmuştur. Buradan da bir takım insani, siyasi ve hukuki ilkeler zuhur etmiştir.
Siyasal Kültürel İnkılaba Olan İhtiyaç
Siyasi ilkelerle -farklılıklar içerse de- toplumsal değerlerin harmanlandığı bir siyasal kültürel dönüşüme ihtiyaç olduğu izahtan varestedir. Hangi kimliğe kendimizi refere ediyorsak edelim, hem kimlik/ideoloji içi hem de farklı kimlikler arası adalet ve ahlak mefhumlarını oluşturan bu postulatlarla sınandığımız bir vakıadır.
Hangi ideoloji ve kimliğe sahip olursanız olun mesela “güç” ile sınanırsınız. Gücü nasıl elde ettiğiniz, nasıl kullandığınız, tercihlerinizin kendinize ve gücün etki ettiği toplumsal katmanlara olumlu-olumsuz etkileri birtakım kriterlere vurularak ölçülür. İster birbirine çok benzeşenlerden isterse çoklu kültür umdelerine sahip bir toplumdan müteşekkil olun, mesela “saydamlık/şeffaflık” ve “denetime açık olmak” bireysel olarak “dürüstlük” ile sınanmakla eşdeğerdir. “Ben dürüst bir kişiliğe sahibim” dediğinizde o dürüstlüğü kamuoyuna açık eden göstergelere sahip olduğunuzu ifade etmiş olursunuz. Dürüst olup olmadığınız sizin beyanınıza göre değil, insanların sizin dürüstlüğünüzü birtakım kriterlere vurarak ölçebilmesiyle ortaya çıkar. İşte bir sistemin de efdal olup olmadığı, asgari ya da azami düzeyde insanların faydasına işleyip işlemediği de postulat halini almış birtakım kriterler/ilkelerle belirlenir. O ilkelere yönetimsel düzeyde uyum sağlayabilme çıtanız hiç şüphesiz toplumsal medeniyet seviyenizin de belirleyicisidir. Toplumun farklı kesimlerinin bir arada yaşamın gerekliliğini ve önemini kavramış olması, birbirine güvenmesi, farklı siyasal, sosyal tercihlere rağmen birlikte karar alabildiği mekanizmaların gelişkinliğini arzu etmesi, toplumsal medenilik seviyesini ortaya koyduğu gibi aynı zamanda tarihin tekerrür etmesinin önüne geçen, tarihi yaşanmışlıkları geride bırakmış bir olgunluk seviyesini gösterir.
Bu ilkelerin dışında kalmak, siyasi ve toplumsal ergenlikten çıkamama halinin göstergesi olarak biçimlenir. İnsanlık tecrübesinden mülhem siyasi ve toplumsal ilkelerin uygulanmasının onları paylaşıma açmak ve onlardan hep birlikte istifade etmek ile mümkün olduğu bilinir ama bu elde edilen gücü zayıflatacağı zannıyla ertelenir. Üstelik bu erteleme halinin belli bir azınlığa sadece sınırlı bir zaman diliminde çıkarlar sağlayacağı bilindiği halde yapılır. Siyasi tecrübeleri yarım asra uzanan ölümlüler bile (siyasi elitler) kısa vadeli çıkarları ve hırsları uğruna sistemin ergenlikten olgunluk safhasına gelişiminin önüne set çekerler. Daha önce muhalefetteyken ve başkaları o ilkeleri bile isteye inkâr ederlerken talep ettikleri inşa süreçlerini kendileri muktedir olduğunda geciktirirler, hatta bu süreci engelleyici ara mekanizmalar, gayrı hukuki yasalaştırmalar üretirler. Bazen de gücün bahşettiği sarhoşlukla toplumsal sözleşmeleri kör göze parmak yöntemlerle ihlal ederler.
Bu bir tavuk yumurta hikayesi gibidir. Aslında siyasal ilkelere mebni sistemik dönüşüm insanın/grubun bu ihtiraslarını gemlemek için üretilmiştir ama bunun kültürleşmesi bizzat elitler eliyle engellenir. Siyasi kültürümüzün çoğunlukla yukarıdan aşağı dönüşüme uğradığı göz önüne alındığında bu tutum sosyo-kültürel dönüşümü engeller. Kimi zaman aşağıdan yukarıya toplumsal talepler bu ilkelerin hayata geçirilmesini yukarı doğru baskılasa da bu tutum geniş çeperli bilinçli bir dönüşümün değil, dezavantajlı toplumsal kesimlerin sınırlı taleplerinin uzantısı olarak kalır. Mesela 28 Şubat’ta yaşadığınız tecrübe genel ilkelerin herkes için uygulanmasının değeri ve bilincine varmaktan ziyade o anki durumdan çıkma, hatta mümkünse mahallenizin galebe çalıp size adaletsizlik yapanların yerini doldurması arzusuyla sınırlı kalır. Toplumun güçten istifade eden kesimi çözümü kazan-kazan şeklindeki bütüncül dönüşümde değil, sınırlı kazanımlarda arar. Türkiye’de bu durumu bir parça “değilleyen” süreç 2000’li yıllardı. Geniş toplumsal konsensüs içerisinde vesayete karşı verilen mücadele eşzamanlı olarak toplumun geniş kesimlerinin sürece onay vermesini beraberinde getirmiş ama siyasi elitlerin bir bölümü tarafından güvenlik/beka, diğerleri tarafından da “hayat tarzına müdahale” paranoyasıyla korkutulup eski limanlara yanaşma eğilimine itilmiştir. İktidarın elde ettiği imkanları vesayete dönüştürme arzusu ile eski vesayet odaklarının etkisinden kurtulamamış muhalif öbeklerin ezberleri toplumun önüne serilen fırsatları yeniden heba etmiştir. Elbette bütün bu hikâyede gerek toplumsal yapıların gerekse siyasi elitlerin zihin dünyasını inşa eden siyasal süreçler, paranoyalar ve travmaların da etkisi vardır.
İşte yazının girişinde bahsettiğimiz iki kitap bu serencamın nasıl kırılabileceğine dair yol işaretlerini önümüze sermekte, Amerika’yı yeniden keşfetme zorluğu içermediği halde siyasi elitlerin siyasi ilkelerin inşasını engellemede gösterdikleri reflekslerin bilinçaltındaki çaresizliği arka plan sebepleriyle ortaya koymaktadır. Hiç şüphesiz bu tutumun verdiği kümülatif zararların toplumsal maliyetlerinin de farklı çalışmalarla masaya yatırılması elzemdir.
Hürriyet Partisi’nin Kuruluşunu Oluşturan Siyasal Zeminin Bugün ile Benzerlikleri
DP kurucuları tek parti döneminin siyasileri olmaları bakımından o dönemin tüm zaaflarına vakıf idiler. Muhalefette oldukları 1946 sonrasında çağdaş siyasi ilkeler düzleminde o dönemi eleştirmekteydiler.
1950-1954 arası kalkınma hamleleri ve bazı sınırlı özgürlük alanlarının genişletilmesiyle halkın teveccühünü kazanan DP, bu tavrıyla AK Parti’nin ilk on yılına benzer bir süreci ülkeye yaşatmıştı. Lakin önündeki pek çok engelin ortadan kalktığı bu dönemi daha önce şevkle savunduğu ve iktidara geldiğinde inşa sözü verdiği siyasi kültürü güçlendirme olunda kullan(a)madı. Gerek “kuvvetler birliği”ne dayalı 1924 Anayasası’nın handikaplı yönlerini gerekse daha önce CHP’ye avantaj sağlayan çoğunlukçu seçim sisteminin temsilde yarattığı adaletsizliği giderme yoluna gitmedi. Ali Fuat Başgil’in tespitiyle “Kurallar ve kurumların zayıf olduğu yerde, kişisel öfke ve ihtiraslar siyasete egemen oluyordu”, öyle de oldu. (Akyol, s. 459) Kuralları ve kurumları kavi kılmaya hiç girişmedikleri gibi hürriyetlerin geliştirilmesi, kamu yönetiminde haksızlıkların önlenmesi, partili cumhurbaşkanlığı sisteminden vazgeçilmesi, çoğulculuğun egemen kılınması ve basın özgürlüğü gibi konularda muhalefette iken ısrarcı olan kadroların partide barınmaları da zorlaştı. Adil ve demokratik bir sistemin kurulması yönünde etkili olmaya çalışan kadroların tıpkı bugünkü gibi ayrı partileşme süreçleri de başlamış oldu.
Hürriyet Partisi bundan tam altmış altı yıl önce bugün de ısrarla talep edilen ilkeler bütününü parti programına koymuştu. Hatta bu genişlik ve bütünlükte bu ilkeleri tarihte ilk savunanlar Hürriyet Partililer olmuştu. Mecliste en nitelikli muhalefeti de onlar yapmaktaydı. Israrla üzerinde durdukları hususlar güç yozlaşması başta olmak üzere 1946-54 arası vaatlerin yerine getirilmemiş olmamasıydı.
Hürriyet Partisi’nin kurucu başkanı, eski İçişleri Bakanı Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, DP’den ihraç edilmeden önce Adnan Menderes’e yazdığı mektupta şikâyet konularının genel tasvirini şu şekilde yapıyordu:
Reis Beyefendi,
Rejim hala teminatsızdır; teminatsız olduğu için diktatörlüğe meyyaldir. Murakabe yoktur, meşveret yoktur. Partimizin programı bir yanda, tatbikat başka yandadır. Milli davalara prensipler değil, bir tek adam ve onun meydana getirdiği zümre hakimdir. Böyle olduğu için de iktidarı tutmak gaye olmuş ve her türlü fesadı, entrikayı gayenin hizmetinde kullanmak siyasi ve milli hayatımızın yek vasıtası haline gelmiştir. Hürriyet bayrağı ile iktidara gelen parti içinde hürriyet yoktur. Bu hal karşısında idealist partililer şaşkın, millet hayal kırıklığı içinde, üniversiteler hareket yeteneğini yitirmiş, matbuat zayıftır. Halas ve ümid sığınağımız olan Meclis grubu ise bozguna uğramış, ruh haletlerine ışık ve aydınlık verip milli şevkin temin yolunu bulamamaktadır.
Sistemin Dönüşümündeki Başat Engel: Siyasi Elitlerin Muhayyilesi ve Hırsları
Peki bu durum sadece sonrasında yaşanan gelişmelerle mi alakalıdır? Acaba öncesinde kurgulanan siyasetin, özellikle Celal Bayar gibi “tecrübeli” elitlerin bugünleri inşada hiç rolü yok mudur?
Ali Fuat Başgil’in “kurum ve kuralların zayıf olduğu ortamlarda kişisel öfke ve ihtirasların siyasete egemen olması” konusunu tersinden ele aldığımızda karşımıza tek parti döneminin jakoben sisteminin siyasi elitlerinin dünya görüşlerinden öte kişisel ihtiraslarının, kurum ve kuralları güçlendirmenin önündeki engelleri çıkmaktadır. Nitekim 1950’li yılların Bayar-İnönü çekişmelerinin tarihi arka planı da 1930’lu yıllara dayanmaktadır.
Tecrübeli siyasi elitler konusunu Celal Bayar üzerinden açmamızın sebebi DP’nin henüz kuruluş yıllarında aldığı kararların da bunda etkili olması dolayısıyladır. Bayar cumhurbaşkanı olduktan sonra yürütme üzerinde etkili olabilmek gibi sebeplerle daha tecrübeli ve kıdemli başkalarını değil, kendisine bağlı olan Menderes’i seçmişti. Günay, bu analize güç temerküzünü oluşturan kararları da ekliyor:
Aslında, parti genel başkanlığı için başka ve kıdemli isimler üzerinde duruluyordu. Prof. Fuat Köprülü ilk akla gelenlerdendi. Yahut Ege’de partinin önde gelen isimlerinden Fevzi Lütfi (Karaosmanoğlu) olabilirdi. Ama eski bir İttihatçı olan Celal Bayar, merkezi umumi ile hükümet ve grup arasındaki çekişmelerin sonuçlarını bildiğinden, parti içinde başbakanla güç yarıştıracak yeni bir kademe oluşmasını arzu etmedi. Başbakanın aynı zamanda “genel başkan” olmasının önünü açtı. Böylece DP’nin makus talihinin yolu da açılmış oldu. (Günay, s.45)
Menderes hakkında içten duygular beslediğinden hiç şüphe etmeyeceğimiz, muhafazakarların öncü isimlerinden Samiha Ayverdi de bu tercihi şu zımni sözlerle onaylamakta:
Milletçe makbul, temiz, dürüst, imanlı, heyecanlı ve çok iyi niyetli olmasına rağmen ne ilmi, ne siyasi kifayete sahipti, ne de devlet mantığı tanımaktaydı (s.47)
Bir siyasi elit olarak Bayar’ın siyasi muhayyilesinin “kuvvetler birliği” olduğu ve tüm siyasi tecrübesini “kuvvetler birliği” altındaki bir sistemde geçirdiğinin tekrar altını çizmekte fayda var. Buna halktan yüzde 58 oy alınmasına karşın adaletsiz bir seçim sistemi nedeniyle meclisin yüzde 93’üne hâkim olmayı da eklediğimizde güç zehirlenmesinin bir sacayağı daha belirginleşmiş olur.
Siyasi ilkelerin inşasını engellemede geçmişin tek parti dönemine ait alışkanlıkların ve siyasi hırsların nasıl başat bir rol oynadığına değinirken tavuk-yumurta hikayesini tekrar hatırlatmış olalım: İdealizmini koruyan, bilahare partiden tasfiye edilen ya da istifa eden siyasiler tam da geçmişin rövanşist tutumları yaşanmasın diye siyasi ilkelerin önemine, kurum ve kuralların inşasına, özgürlüklerin anayasal teminat altına alınmasına inanmakta iken siyasi muhayyilesi ya da itikatları buna müsait olmayanların bile isteye buna köstek olmaları, eğriliği korunan sistemlerin bu kişiliklerin önünü açmada etkili oluşuyla ilgilidir. (Sistemin bu öze dönük yeniden yapılanması kadar, siyasi partiler yasası dahil olmak üzere, parti içi demokrasinin gelişiminin de bunda etkili olacağı, lakin bunun da salt teknik açıdan sistemsel değil, toplumsal taleplere mebni kültürel dönüşümle de ilgili olduğunun altını çizmek gerek. Bu noktada kültürel dönüşümden kasıt toplumun ölümlü liderlere değil, ilkesel süreçlere yaslanma noktasında bilinçli ve sorumlu olmasıdır.)
Geçmişin kötü örneklerine bakıp gereken dersleri çıkarmaya çalıştığımız 2000’li yıllara nazaran, aynı yılların siyasi ve bürokratik kadrolarının başarılarıyla oluşturulan liderliğin beka ve güvenlik tehditlerini arkasına alarak 2014’ten itibaren siyasi ilkeleri önemseyen kadroları tasfiye etmeye yönelmesi bu gücü ona -tıpkı Menderes örneğinde olduğu gibi- bahşeden çarpık siyasi partiler geleneğiyle ve sistemin kurum, kurallar noktasındaki zaafları-eksikleriyle yakın ilgisi vardır. 15 Temmuz sonrasının “korkuları” ve OHAL süreçlerinin de tetiklemesiyle bir otoriterleşme sürecine evrilen sistemsel yapıyı KHK’lar eliyle de facto, hatta Anayasal düzlemde bile kuvvetler birliğine dönüştüren sürecin oluşmasında hiç şüphesiz tecrübeli, ehliyet ve liyakat sahibi kadroları ve onlarla birlikte kurumları tasfiye etme gücüne sahip olmanın yanında, siyasi muhayyile itibariyle de otoriter bir geleneğe yaslanmanın maliyetlerini hesap edememenin de etkisi vardır. Ülkenin 1876’dan bu yana sahip olduğu geleneği onca yaşanmışlığa rağmen tarumar edebilme cesareti sadece geçmişten gereken dersleri çıkarmamakla değil, inşa edilmesi gereken ilkeler noktasında bir sorumluluk hissetmemekle de yakından ilgilidir.
Hürriyet Partisi kadrolarını bugün AK Parti’den ayrılan ve manifestolar yayınlayarak başka partiler kuranların o günkü karşılığı olarak nitelemek mümkündür. Birçoğu yönetimi tabana şikayet edecek büyük kurultay öncesi partiden ihraç edilmişlerdi. Basın özgürlüğünü ilgilendiren “ispat hakkı” tartışmaları bardağı taşıran son damla olmuştu. Genel beklenti, sadakat ve vefayı ilkelere değil, kişilere hamleden siyasi anlayışın uzantısı olarak tıpkı bugün olduğu gibi hak edilmemiş bir sadakat idi. Tıpkı siyasi ve iktisadi yozlaşma ve yolsuzluk iddiaları ve bunların sorgulanma talebini ihanetle eşdeğer görmek gibi.
Her şeye rağmen o günkü meclisin özgürlüğünün bugünkünden fazla olduğunu, parlamento gurubunun lider üzerinde çok daha etkili olduğunu da bir kenara not etmek gerekir ki geriye düşüşümüzün maliyetini görmek açısından önemlidir. 1955 sonrasında da meclis, yönetimi sarsabilmiştir. Mesela CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı bile seçime cezaevinden katılabilmiştir.
O gün de şiddetle yapılan partili cumhurbaşkanlığına dönük eleştirilerin bugün “partili cumhurbaşkanlığı İsmet Paşa ve Celal Bayar dönemlerinde de vardı” şeklinde su-i misali emsal getirmelere yol açması, 65-70 yıl sonra içine girilen girdabı göstermesi açısından manidardır.
Seçim sisteminin adaletli, yönetimin katılımcı ve saydam olması tartışmaları; muhalefetin ve DP’den ayrılan siyasilerin hainlik, vatan hainliği, çetecilik, dış mihraklarla birliktelik, ihtilalcilik gibi nitelemelerle suçlanması; İnönü’nün sistemden kaynaklı güç istenci karşısında DP dışındaki muhalefet partilerine -parti içi radikalizme rağmen- yumuşak ve sabırlı davranması, bu partilerin bazı konuları münazarada bir araya gelişleri, (hatta Hürriyet Partisi gibi oluşumların mecliste CHP’yi de eleştirip İnönü’nün cumhurbaşkanlığı adaylığına kesinlikle karşı çıkmalarına rağmen) “bütün dünya liderleri başbakanımıza hayran” şeklindeki matbuat alemindeki tabasbus halleri; radyo yayınlarının sadece iktidarın hakkı olarak görülüp muhalefete yasaklanması; basın ve üniversiteler üzerindeki baskılar, tipik siyasi dejavu ve özgüvensizlik hallerini ortaya koymaktadır.
Özgüvensizlikte Benzerlikler
Siyasi elitler geçmişin yaralarını ve eksiklerini sarmaktansa daha fazla güç talebi içerisine girince onu kaybetme korkusu özgüvensizliği de beslemektedir. Paylaşımcılık ve özveri gerektiren ama bir o kadar da meşakkatli olan “daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlükler, daha fazla adalet” diyemeyince geriye tek seçenek kalmakta, otoriterleşme artmakta, otoriterleşme de özgüvensizliği beslemektedir. Bu da beraberinde totaliterleşmeye kapı aralamaktadır. Çok güçlü bir iktidar yapısı olmasına rağmen daha fazla sertleşmenin ve bir türlü geri dönüşü sağlayamamanın sebebi de bu sarmaldan çıkamamaktır.
Kurum ve kuralları gelişmemiş, ortak siyasi normlara kavuşamamış toplumlarda sorunların çözümünden ziyade, her şeyin birden kazanılmasının yollarını üretmek sorun çözmek olarak algılanır olmuştur.
Buna belli kimlik-ideoloji mensuplarının siyasete egemen olma şeklindeki varlık-yokluk mücadeleleri eklenince “ya devlet başa ya kuzgun leşe” zihniyeti siyaseti rehin almaktadır. Travmatik dönemlerin deyişi olan “ya öleceğiz ya da devletin sahibi olacağız” tutumunun demokratik normaller içerisinde yer bulamayacağını ve sürekli toplumsal ve siyasal anomaliler yarattığını/yaratacağını söylemeye bile gerek yok. Ama dejavularla dolu siyasi tarihimiz hepsini kazanma üzerine kurulu olduğu için demokratik yapı ve kurumları hazmetmekten ziyade kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı gibi ilkeler retorikte kalmış; ordu, AYM, Yargıtay, Danıştay gibi kurumlar da siyasi ve hukuki pozitivizmin konusu olmuşlardır.
Bir ideoloji ya da kimlik adına her şeyin sahibi olduğunuzda muktedir olduğunuzu zannediyorsunuz. Oysa ne yapıyorsanız yapın herkes için yapmanız lazım. Birlikte paylaşılabilecek adil bir sistem üretmeniz lazım. O sistemin önündeki engelleri, kendi aleyhinize görünen hususlar olsa da kaldırmaya gayret sarfetmeniz gerekmekte. Akif’in deyişiyle “Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi tarih!” “Hayat ileriye doğru yaşanır ama geriye bakınca anlaşılır” şeklindeki meşhur deyişi bu noktada hatırlamak gerekmekte.
Bugün olduğu gibi 1950’lerde de dillere pelesenk olan “o yanlışlar geçmişte de oluyordu” sözünün sorunların çözümüne hiçbir katkı yapmadığı, aksine zaafları pekiştirdiği bu sözün bugün hala tedavülde oluşundan belli değil midir?
Muhalefetin Hırçınlığının da Siyasal Sistemin Dönüşümüne Barikat Oluşu
Siyasete hikmetli bir gözle bakanlar açısından aslında “düşman” bellenenlerin nelerin yapılmaması gerektiğini öğretmesi gerekir. Ama çoğunlukla “dost” bellenenlerle paylaşılan güç yanlışlar bataklığında debelenmeye sebebiyet vermektedir. Kendisiyle yüzleşme cesareti gösteremeyenler ellerine geçirdikleri fırsatı devrimci bir çabaya teksif etmektense siyasi ömürleriyle sınırlı çıkarlara tevdi etmeleri dejavu sarmalını kavileştiriyor. Umutlar da hep başka baharlara kalıyor.
DP iktidarının eline imkanlar geçtiği halde siyasal kültürün dönüşümünü beceremediğini, hatta iktidarını zaafa uğratacağı düşüncesiyle tüm gücüyle buna nasıl engel olduğunun örneklerini serdetmeye çalıştık. Peki ya ana muhalefet? Üzerine düşeni bihakkın yerine getirdi mi? Muhalif partilerle DP’ye karşı güçlenme adına bir araya geldi. DP’den çıkan muhalefete de aynı gözle bakan radikallerini geçiş döneminin hatırına susturmaya gayret etti. Tıpkı bugün olduğu gibi ayrılık konularını gündem etmedi. Yegâne hedef olarak DP’yi belledi. DP’nin gücünün kırılması için bildik siyasi atraksiyonlara başvurdu. Peki ya sonra?
Akyol’un kitabında Faik Ahmet Barutçu ve Metin Toker’in tanıklığıyla İnönü’nün nasıl hırçın bir siyaset izlediğinin örneklerini takip etmek mümkün. Nihat Erim de Günlükler’ine düştüğü 29 Ağustos 1960 tarihli notunda şu analizi yapmakta:
Bir 27 Mayıs darbesinin zaruri hale gelmesinde İnönü’nün mesuliyeti yok mu? Ciddi, samimi ve ısrarlı bir uzlaşma aradı mı? Buna rağmen yürüttüğü 1955-1960 politikasının ya Menderes diktatörlüğüne veya askeri bir darbeye götüreceğini anlamadı mı? Askeri darbenin neticelerini hesaplayamadı mı? Son bir buçuk yıl, nutuklarıyla da böyle bir darbeyi teşvik etmedi mi? Tıpkı 1945’te, 1947’de, 1948’de anayasayı ıslah etmeyişi, nisbi temsili kabul etmeyişi gibi. (Akyol, s. 431)
Peki ya Celal Bayar’ın 1959’da içinde Adnan Menderes’in de olduğu siyasi parti liderlerinin Ali Fuat Başgil ile bir araya gelip, onun tecrübelerinden istifadeyle çıkış yolu aradıkları ve üzerinde anlaştıkları görüşmeleri kişisel ve siyasi ihtiraslar uğruna baltalamasına ne demeli? “Zayıflık göstergesi olur” bahanesiyle baltaladığı sürecin Türkiye’nin makus talihinde nasıl bir kırılmaya yol açtığı göz ardı edilebilir mi? Ne tesadüftür ki iki İttihatçı eski ezberleri, çekişmeleri ve siyasi hırsları uğruna demokrasi ve siyaset içi çözüm üretme gayretindeki ehliyet ve liyakat sahibi aktörlerin önünü kesmişler ve ülkenin sorgulayarak ve biriktirerek elde ettiği kazanımların sahiplenilerek ileriye taşınmasına da köstek olmuşlardı.
Akyol yukarıdaki alıntıyı aktardıktan sonra rövanşizm sarmalının sürgit devamının yarattığı kan davası ve buradan çıkışla ilgili şunları paylaşıyor:
İnönü, DP iktidarının kendisine saygılı davranmaması halinde ‘Yapmayacağım yoktur’ demişti, bunu icra etti.
Bugün bir tarafı tutup öbür tarafa karşı kavgayı sürdürmenin ilkel kan davalarından ne farkı var? Tarihe laboratuvar gibi bakmak ve hataların tekerrürünü önlemek için neler yapmak gerektiğini düşünmeliyiz.
Evvela görmeliyiz ki kimse “öteki”ni yok edemiyor. Susturursa öfke patlamasıyla yeniden ortaya çıkıyor. Birlikte yaşamayı, bunun hukuki şartlarını düşünmek zorundayız. Bunların başında kuvvetler ayrılığını içimize sindirmek, içimizde yanardağ gibi püskürmekte olan iktidar hırsını kuvvetler ayrılığı ilkesinin kurumlarıyla inşa etmek gerekiyor…
Otoriterleşme Sarmalı “U” Dönüşüne İzin Vermiyor
Hürriyet Partisi’nde CHP, DP ve İttihatçılardan farklı olarak “kolektif liderlik” anlayışı egemen kılınmaya çalışıldı. Aydınlar, hukukçular, akademisyenler ve iktisatçılar bu yeni zihniyetin şemsiyesi altında birleşmeye koşarken bu demokrat, katılımcı, uzmanlığa saygılı anlayış, eski zihniyet sahipleri tarafından eleştiriler de almaktaydı. Onlara göre “demokrat” dahi olunsa askeri nizamat disiplininden ödün verilmemeliydi! Dışarıdan Metin Toker gibiler bu eleştirileri yaparken siyasi partilerdeki baskı, tahakküm, katı merkeziyetçilik anlayışı ve uygulamalarına karşı Karaosmanoğlu onun gibilere şu cevabı veriyordu:
…Otoriteden hala mı ürkmedik, hala mı bıkmadık? Siyasi otorite, devlet otoritesi, lider baskısı ve tahakkümü…Yıllardan beri memleket ufuklarını karartan bunlar değil mi? Bizleri bezdiren, Türk milletini hengamelere sürükleyen?
En geniş yürek ve en geniş emellerle işbaşına gelen İttihat ve Terakki, otorite yokluğundan değil, çokluğundan ve onun birkaç insanda bir noktada şuursuzca temerküzünden yıkıldı, gitti.
Halk Partisine gelince, başından beri otoritelerden şikayet edildi ve otoriterlik yüzünden partide de memlekette de nefes alınmaz günler yaşandı.
Demokrat Parti’yi ise hepimiz biliyoruz. Disiplin denilen şeyler bu partide o hale geldi ki, artık partiyi dünyanın hiçbir parlamentosunda görülmemiş hareketler içinde görüyoruz…
Gel kardeşim! Şu otoriterliği, liderliği falan bırakalım da, önce insan olmaya çalışalım…İktidar denilen şeyi bir ikbal ve ondan uzakta kalmayı bir idbar (talihsizlik) saymazsak ve nizamın hakimiyetini en iyi otorite sayıp, fikirleri lider haline getirmesini bilirsek en güzel ve şuurlu disiplini memlekette de, partilerde de tesis etmiş oluruz (Günay, s.110)
DP, 1957 seçimlerine doğru seçim yasasını muhalefet blokunu dağıtacak, seçimi muhalefet açısından daha da zorlu hale getirmeye çalışacak şekilde ayarladı. Buna göre seçimlere katılacak her parti, örgütünün olduğu her yerde seçime girmek zorundaydı. Partiler her seçim bölgesinde gösterilen sayının tamamı kadar aday gösterecekti. Bir partinin üyesi bağımsız olmayacak veya başka partiden aday gösterilmeyecekti. Geçen altı ay içinde partisinden istifa eden kimse başka partiden aday olmayacaktı. Bu son madde de kişiye özel olarak Prof. Fuad Köprülü için yapılmıştı. (Günay, s.120)
Partiler arası işbirliğini bozmak için yargı da devreye sokuldu. CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı TBMM’ye hakaret iddiasıyla tutuklandı.
O günkü Hürriyet Partisi bildirgesini okuduğunuzda yine bir dejavuya maruz kalmak ve adeta bugün yazılmış hissine kapılmamak elde değil:
“1950 öncesinde siyasi acıların kaynağını Anayasanın, millet egemenliğini kabul etmesine karşın kuvvetler birliği esasına dayanmasında ve vatandaş hak ve hürriyetlerini güvence altına alacak yeterli yaptırımlardan yoksun bulunduğu için tek parti ve zümre egemenliğine engel olamamasında gören bu zümre liderleri, bugün totaliter rejimin savunmasını açıkça ele almış bulunmaktadır…” (Günay, 122)
Günümüzde bu hal güvenlikçi paranoyalar ve hızlı karar alma mekanizmalarını harekete geçirebilme iddiasıyla hem anayasal olarak hem de de facto yeniden kurgulanmıştır.
Hürriyet Partililerin o gün 19 başlıkta dile getirdikleri anayasa, seçim yasası, parti içi demokrasi, anayasa mahkemesinin kurulma talebi, yargı bağımsızlığı; ekonomi, kamu yönetimi ve sosyal alanlardaki problemlerin hemen tamamının günümüzde de halen sorunsallığını devam ettiren hususlar olması bir yana, talep edilen bazı kurumların inşası ya da kuvvetler ayrılığı prensibinin hayata geçirilmiş olması maalesef siyasi kültürümüzün gelişimine gerekli katkıları yapamamıştır. Şekilsel dönüşüm ortak bir siyasi kültür havzası oluşumunu beraberinde getirmemiştir. Siyaset üstünde militarist ya da otoriter sivil vesayet oluşumunu engelleyecek şekilde “yapısal reformlar” ise her türlü engelin konusu olmuştur.
Öte yandan DP’nin Hürriyet Partisi’nin seçim bildirgesine yönelik eleştirisi de otoriter zihnin siyasi ilkeleri nasıl okuduğuna ilişkin hem o güne hem de günümüze ışık tutmaktadır:
Nisbi seçim esası, Anayasa Mahkemesi, Çift Meclis yahut yürütmenin yasama kuvveti tarafından daha sıkı şekilde denetlenmesi gibi hususlar, daha önce de defalarca öne sürdükleri görüşlerdir…Bunlar büyük dünya demokrasilerinin bugünkü eğilimleri bakımından da tamamiyle anakronik olmuş ve uygulamadan kalkmış hususlardır.
Kuvvetler arasında dengeye her şeyden fazla önem veren görüşün yerini, şimdi artık süratli karar ve icraata geçebilecek yürütme cihazlarına ve bunların yasama meclisleriyle en kestirme yoldan anlaşmalarına imkân verecek sistemler almaktadır. (Günay, s.123)
Hürriyet Partisi’nin bu görüşlere itirazı tahmin edildiği üzeredir:
Zümre liderlerinin artık açıkça görülen demokratik rejime kast etme niyetleri karşısında…millet olarak totaliter rejimi tercih etmek gibi bir oldu-bitti ile karşı karşıya bırakılmak istendiğimize şüphe yoktur.
Hürriyet Partisi’nin bu tespit ve uyarısı sadece DP belgelerindeki bu ifadelerden kaynaklanmıyordu. 1956’dan bu yana basın yasasında yapılan olumsuz değişiklikler, radyonun iktidar organına dönüştürülmesi, milletvekillerinin tutuklanmalarıyla yargıya kadar uzanan partizanlık ve başbakanın hem hükümete hem meclise egemenliği, yeniden bir “Şefli Sistem”e gidildiği görüntüsü yaratmıştı. Hürriyet Partisi bu vahim gidişin köklerinin kuvvetler birliği sisteminden kaynaklandığını düşünüyor ve bunu önlemenin kuvvetler ayrılığı anlayışının kurumsallaşmasıyla mümkün olacağına inanıyordu. (Günay, s.123)
“Suç”u Paylaştıralım Ama Paşaçayırında Güreşten de Çıkalım Artık!
Elbette olması gereken siyasal kültürel zeminin inşa edilememesinde tek parti dönemi radikallerinin, resmi ideolojinin ve o ideolojiyi korumaya odaklı siyasi ve hukuki pozitivizmin ve kurumların buna uygun bir zihniyetle yapılanmasının büyük payı vardır.
Mesela II. Dünya Savaşı sonrası dünyada olduğu gibi Türkiye’de de demokrasi talebinin patlamasına karşın 1943 CHP Kurultayı’nda yayınlanan “20 Yıl İçinde CHP” adlı broşür dönemin muktedirlerinin zihin yapısını ve kültürel kodlarını da ortaya koymaktadır:
Partiler olmaksızın ve bunlar arasında mücadeleye lüzum kalmaksızın demokrasinin temel fikri olan ‘hürriyet’in korunabileceğini partimiz yarattığı rejimle âleme göstermiştir.
Eminiz ki 20. asırda Türk’ün devlet ve rejim telakkisi gene dünya milletlerinin birçoğu üzerinden söylenerek veya söylenmeyerek örnek gibi görülecektir. Şimdiden olaylara dayanarak bu tesiri inceleme ilim adamları için çok çekici bir konu olsa gerektir. Türk rejiminin bu hususiyeti Türk milletinin devlet kurmada ve şef yaratmada daima gösterdiği üstün kabiliyetten ileri geliyor.
Kanaatimizce Partimiz yalnız memleketimize yeni fikirler getirmedi, diğer memleketlerin rejimleriyle iyi mukayeseler yapılırsa dünya için de yeni bir millet idaresi ve kamu hukuku görüşü ortaya koydu. (Akyol, s.32)
Bunlar sadece propaganda cümleleri değil. Böyle sanıyor ve böyle inanıyorlardı! Fakat bu ezber kendi içlerinde herkeste makes bulmuyordu. Çünkü bu tablonun daha iyisi, daha doğrusu mümkündü. Dahası, kapalı bir rejimin kendine hayranlığı rejimin kendisinin, kurumlarının, bürokrasisinin denetlenemez oluşunu ve bu denetimsizlikten kaynaklı sorunları ortadan kaldırmıyordu.
Nitekim 1943’te yayınlanan broşürden yaklaşık bir buçuk yıl sonra Genel Sekreter Memduh Şevket Esendal sistemin güzel işlediğini söylediğinde Faik Ahmet Barutçu “tatbikat dediği kadar parlak değil” diyerek itiraz etmişti:
…Büyük Millet Meclisi’nde milletvekilleri murakabe (denetim) vazifesini hakkıyla ifa edemiyorlar. Tek Parti ile milli murakabeyi sağlamak müşkül olduğu kanaatindeyim…Bizim eksiğimiz rejim istikrarını sağlayacak olan milli murakabenin organizmasını (muhalefet) tamamlamayı düşünmektir…
Broşürdeki zihniyet bilahare kendisini 27 Mayıs’larda, 12 Eylül’lerde “demokrasi için müdahale” formülasyonuyla ifade etti. Sivil otoriterleşme ile siyasi kültürün dönüşümü önüne engeller çıktıkça kendilerine memleket kurtarma adına pay çıkaran zinde güçlerin toplumu ve siyaseti yeniden dizayn çabaları makes buldu.
Ne acıdır ki bugün 1943’ün tek parti rejimi döneminde bile içeriden konuşmaya cesaret edebilen Faik Ahmet Barutçu’lara nadiren rastlanabiliyor. Sistemsel deneyimler ve ilkeler noktasında daha ileri pozisyonda olmaları beklenen siyaset ve bürokrasi bildiklerini uygulayamıyor ve konuşamıyor. Ana muhalefet ise bu döngüden çıkış adına umut vermiyor, rövanşizm sarmalından çıkış adına üzerine düşeni yapma cesareti sergileyemiyor. Geçmişle bugün arasındaki belki bir parça fark, artık toplumun belli kesimlerinin bu döngünün daha fazla farkında/bilincinde olmasında ama bu da yeter seviyede değil.
Rahmetle Andıklarımızı Anlamaya Gayret Etsek…
Oysa bundan tam yüzyıl evvel Birinci Meclis’te Hüseyin Avni (Ulaş) “Özgürlükçü Cumhuriyet”ten bahsetmişti. Her tartışmada meclis duvarlarını “hak, hukuk, ismet” diye çınlatan, bugün iktidara destek verenlerin ziyadesiyle değer verip rahmetle andıkları Ali Şükrü Bey de kendisine itiraz eden radikallere “İfade özgürlüğünü, kişi dokunulmazlığını yasalaştıramıyorsanız, diğer kanunları çöpe atabilirsiniz” mealinde cevaplar vermişti.[3]
17 Ocak 1923’te Hürriyet-i Şahsiye Kanunu ile ilgili söz alan Heyet-i Vekile Reisi Rauf Orbay’ın “hür doğan insanların hürriyetini sağlayacak bir kanunun uygulanmasının zamana bağlı olduğunu” söylemesini öfkeyle karşılayıp “kanunun üstüne çıkıp halkın en doğal, en temel hakkını, hürriyetini iptal etmek gücünü kendinde görenler cezalandırılmadıkça, bu şeklin sonsuza kadar süreceği”nden yakınmıştı. Kişi dokunulmazlığı sağlanmadıkça diğer kanunların havada kalacağını vurgularken tarihe şu kaydı düşmüştü:
…Hâkimiyet-i milliyenin esası kişi dokunulmazlığıdır. Bunu sağlayacak şu kanun buradan çıkmadıkça bendenizce diğer kanunların hiçbirinin değeri yoktur; çünkü hepsinin temelini bu kanun oluşturur. Bir halk hakkını muhafaza edeceğini bilmezse ve saldırganların saldırısına karşı kendini savunacak bir kuvvet ve kudret görmezse, yani o halk hürriyet ve serbestîsine sahip olmazsa, mutlaka müstebitlerin, mütegallibenin esiri olacaktır. Efendiler! Biz halka benliğini vermeliyiz, halk hür olduğunu bilmeli ki kendi vicdanı doğrultusunda iş görsün. Hâkimiyet-i milliye tecellisini göstermek için önce halkın hürriyetini sağlamak gerekir.
Tan gazetesindeki yazılarında fikirler üzerindeki baskıları “Üç Başlı Ejderha”ya benzeten Ali Şükrü Bey bunları “kötü idare”, “göreneğe bağlı eski düşünceler” ve “cehalet” olarak nitelendirmişti. Bu üç başa birden hücum edilmesinin gerektiğinden bahisle “…Fikrinden, kanaatinden dolayı ne kimse hapsedilsin ve baskı görsün ve ne de küfür ve lânete layık görülsün… Her açılan ağza kilit vurulup, her düşünen kafaya darbe indirilip, düşünmek ve söylemek hakları tekelleştirilirse ortaya çıkacak sonucun hepimiz için hayal kırıklığından ibaret olacağı”nın altını kalınca çizer.
“Hürriyet-i Şahsiye Kanunu”nun Meclis’te kabul edilmesinin ardından Tan’da yazdığı yazıda sevincini ortaya koyarken “Bu kanunun, kendilerinde sınırsız yetkiler olduğunu sanarak, kişi haklarına tecavüz etmeyi alışkanlık haline getirmiş olanlara, insanların bazı kutsal ve dokunulmaz haklara sahip olduğu gerçeğini anlatacağını” vurgulamıştır.
Allah gani gani rahmet eylesin. Bugün yaşasaydı ve mecliste olsaydı o meclisin hali kim bilir nasıl olurdu!
Demek ki toplumun rahmetle andıklarını sadece kimliksel olarak sahiplenmesi yeterli olmuyor. Dejavulardan kurtulmak için hiç yeterli gelmiyor. Şahsiyetler ve onların şuur ve fikir seviyeleri bir yana, onların da canları pahasına savundukları insanlığın ortak mirası olan ilkeler bütününü canı istediğinde çiğneyecek değil; emek verecek, ter dökecek, korku ve çıkarlarına meze yapmayacak, gerektiğinde canını verme bilinciyle hareket edecek nesiller yetiştirmedikçe bu sarmaldan çıkış pek mümkün görünmüyor.
_
[1] Günay Ertuğrul, Bir “Hürriyet” Hikayesi, Çok Partili Dönemde Özgürlükçü Bir Siyaset Girişimi (1955-1958), İletişim yay, 2020, İst.
[2] Akyol Taha, Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca, Otoriter Demokrasi: 1946-1960, Doğan Egmont yay, 2021, İst.
[3] Bahadır Kurbanoğlu, İlk Darbeye Yol Açan Lozan Sürecinde Ali Şükrü Bey Cinayeti, http://www.haksozhaber.net/okul/ilk-darbeye-yol-acan-lozan-surecinde-ali-sukru-bey-cinayeti-7041yy.htm
(Ali Şükrü Bey’in Tan Gazetesi yazılarına, Ahmet Demirel’in İletişim Yayınlarından çıkan “Ali Şükrü Bey’in Tan Gazetesi” başlıklı çalışmasından ulaşılabilir)
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

BAHADIR KURBANOĞLU
