Cihatçı ve Şii Hilali: Yaşananlardan Sonra Kalan Boşluk
1979’u ya da 11 Eylül’ü “yakıt” kabul eden kuşakların artık depoları boşalıyor. Diplomasinin ve istihbarat oyunlarının sert dünyasına çarpıyorlar. Birbirlerine düşürülüp cephenin her iki tarafına geçenler benzer kaderi paylaşırken bunu farklı kelimelerle anlatıyorlar.
Dünya, koca bir hayal kırıklığından ibaret. Binlerce yıl içinde mikro hayatlar da büyük ideallerin sahipleri de bin yerinden kırıldı. Hayat, her defasında kendisini, bir kez daha yıkılmak üzere yeni baştan kurdu.
Gençlik ümitleri sağaltılan, umutları istismar edilen, enerjisi çalınan “yenik” kuşakların anlattıkları, savaşların ferman buyurduğu devletlû tarihten daha ilginç gelmiştir.
İdeoloji insanı diri tutar. Ama neredeyse hiçbirinin “kızıl elma”sı gerçeğe dönüşmemiştir. Hemen hepsi, Ekim Devrimi’nden bir sonraki gün koca bir ülkenin çarklarının dönmek zorunda olduğunu anlayan ve devrim sarhoşluğu yerini sükûnete bıraktıktan sonra öylece kalakalan Rus devrimcilerinki dahil, gerçeğin soğuk ve şok edici yüzüyle baş başa kalmıştır. İstisnanız hepsinin, hiçbir kitapta yazılmayan, hiçbir teoride bulunmayan, hiçbir ağabeyin, reisin, yeşil sarıklı ulu hocanın anlatamayacağı kapkara bir boşlukla kalakalması bundandır.
Bunları ülkemizde en son 12 Eylül’ün bir silindir gibi üzerinden geçtiği solcu, ülkücü ve İslamcı kuşak yaşadı. Tankların paletleri hayatlarını vakfettiği her şeyin üzerinden geçerken, gelecek yıllar neredeyse bütün ülke için koca bir obsesyon ve depresyondan ibaret kaldı. (Yakın gelecekte benzer tehlikenin muhafazakâr kuşaklar tarafından yaşanacağı, bunun nedeninin ise tank paletleri değil bizatihi uzun bir iktidara sahip olmanın komplikasyonları olacağı birçok kalem tarafından yazılıyor ama bu başlı başına başka bir yazı konusu.)
2013’teki darbeden sonra cezaevine konulan ve bir tutsakken hayatını kaybeden Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin sprey boyayla fotoğrafı çizilmiş, altına da Mursi’nin o çok bilinen konuşmasına atıfla “Onlar adamdı” yazılmış duvarın önünden geçiyorum. Karşıdaki duvarda “Müslüman uyuma, ölen senin evladın” yazıyor. Gazze’deki korkunç soykırımı yoldan geçenlere bir kez daha hatırlatıyor. Hemen yanında belli belirsiz “Boykot” yazılmış. Kırmızı boyayla. Biraz ileride yerde kıpkırmızı bir boya daha var. Duvar dibini boydan boya geçip birbirini şifahen tanıyan, benzer bir habitattan neşet etmiş iki kişi, bir de ben Fatih Camii’nin arka sokaklarında tenha bir çay ocağının beyaz plastik sandalyelerine oturuyoruz. “İşlerden” büyük ölçüde el-etek çektikleri için isimlerini vermem doğru olmaz. Birinin yolu Afganistan ve Suriye’den geçmiş. “İlahi bir çağrının” peşinden giderek siperlere girmiş. Uluslararası güvenlik kurumlarının, düşünce kuruluşlarının raporlarında “cihatçı” denilen o kalabalığın bir parçasıyken IŞİD, dünyadaki birçok insan gibi onun hayatının üzerine de bir karabasan gibi çökmüş. Literatürden konuşuyor ve “(IŞİD) sahayı ifsat etti” diyor. IŞİD’in “tekfir” ettiği bir “cihatçı” sahayı bilmeyenlere çok garip bir şey gibi geliyor elbette. Ama kanın, dumanın, şarapnel parçalarının içinde en büyük savaşı bin yıllık çözülmemiş meselelerle verdiklerini söylüyor. Bütün bunların, bunca yaşanandan sonra kendisine anlamsız ve saçma sapan şeyler olarak geldiğini de ekliyor. “Mazlumları ve sivilleri korumak için” çıkılan bir yolda “terörist” ilan edilmenin işin doğasında olduğunu belirtiyor. Ama moralini en çok bozan şey, aynı “davayı” paylaştığı büyüklerinin “olmadık işlere” girip “olmayacak ilişkiler” kurup “bazı şeylere” tevessül etmesi.
Bedeli ödenmiş hayal kırıklığı içinde yaşayan birini dinlemek istedim sadece. Şöyle devam ediyor:
“Ağır yenildik. Kaba kuvvetle olacağını zannettik. Siyasetin en büyüğünün bizim karargâhlarımızda döndüğünü anlamadık. Anlamamamız için her şeyi yaptılar.”
Masanın diğer tarafında, yukarıda söylediklerini aktardığım “eski cihatçıyla” taban tabana zıt bir hayata görüşü benimseyen başka biri oturuyor. 2013 öncesi muhtemelen aynı meydanlarda aynı sloganları attılar. Ama o 1979’da İran’da esen rüzgârın etkisine ve Direniş Ekseni’ne inanıyor. O yüzden aynı mahallelerde büyüdükleri halde 2013’ten sonra kendilerini karşı karşıya buldular. Suriye’de biri cephenin kuzeyinde savaşırken diğeri güneyde savaşanlar için dua etti.
Tam olarak bu ifadelerle söylemese de anladığım şu: Hiç inanmak istemese de İran’ın İsrail’e aslında sıcak bir savaşa girmek istemediğini, Tahran’ın Şiiliği Fars devletinin çıkarı için bir manivela olarak kullandığını, Gazze, Yemen, Afganistan, Suriye’de ölen herkesin sadece Sadabat Sarayı’nın güvenliği için öldüğünü düşünüyor. Artık stratejik sabır sözünü duymak istemiyor. Onu eski motivasyonuna kavuşturacak tek şey ancak topyekûn bir savaş olabilir. Çevre ülkelerden ölecek insan bulmanın “kolaycılık” olduğu görüşünde.
1979’u ya da 11 Eylül’ü “yakıt” kabul eden kuşakların artık depoları boşalıyor. Diplomasinin ve istihbarat oyunlarının sert dünyasına çarpıyorlar. Birbirlerine düşürülüp cephenin her iki tarafına geçenler benzer kaderi paylaşırken bunu farklı kelimelerle anlatıyorlar.
El-ayak çekildikten ve karanlık çöktükten sonra çıldıran bir muhasebeye girişiyor, dibi olmayan bir tükenmişlik yaşıyorlar. Mutabık kaldıkları en önemli husus ise şu: Her şey başka olabilirdi.