COVID-19 Trump’ı Yenebilir
2015’te dünyayı salgın hastalıklar konusunda uyaran Dünya Ekonomik Forumu bile, 2020 riskleri arasında salgın tehlikesini ilk beşine koymamıştı. Ne var ki daha yeni yılın üçüncü ayı dolmadan, bilinen her şeyin sorgulanacağı gelişmelerin önünü açan Covid-19 hastalığı Amerikan Başkanlık seçimlerinin de sonucunu etkileyecek gibi duruyor.
Geçen yılın sonunda 2020 ile ilgili öngörüler ve analizler yapılırken ve gelen yılın en önemli olayları listeleri hazırlanırken Amerikan seçimleri bu listelerin pek çoğunda yer alıyordu. Bazı listelerde seçimler yılın en önemli siyasi olayı diye değerlendiriliyordu. ABD’nin dünyanın en büyük ekonomisi, en önemli askeri gücü ve siyaseten ağırlığı en yüksek ülkesi olması elbette bu değerlendirmeleri belirleyen unsurlardı. Ancak daha önceki seçimlerden farklı olarak 2020 Başkanlık Seçimleri ABD’nin siyasal sisteminin geleceği ve bu durumun dünyaya etkileri nedeniyle de ayrıca önemseniyordu. Koronavirüsü bu listelerde yer almıyordu. 2015’te dünyayı salgın hastalıklar konusunda uyaran Dünya Ekonomik Forumu bile, 2020 riskleri arasında salgın tehlikesini ilk beşine koymamıştı. Ne var ki daha yeni yılın üçüncü ayı dolmadan, bilinen her şeyin sorgulanacağı gelişmelerin önünü açan Covid-19 hastalığı Amerikan Başkanlık seçimlerinin de sonucunu etkileyecek gibi duruyor.
2016 yılında yapılan seçimlerde Donald Trump önce beklenmedik şekilde karşısındaki güçlü rakipleri ezerek Cumhuriyetçi Parti adaylığını kazandı. Ardından da açık arayla favori gözüken Demokrat Parti adayı Hillary Clinton’u mağlup ederek ABD Başkanı oldu. Bu makama gelecek hemen hiçbir temel niteliğe sahip olmayan yeni Başkan, aslında seçimlerde rakibesi Clinton’dan üç milyon daha az oy almıştı. Ancak iki dereceli yapılan Başkanlık seçiminde asıl önemli olan delege sayısıydı. Başkanı her eyaletin nüfusuna göre temsil edildiği Seçmenler Kurulu seçiyordu. Her eyaletin tüm delegeleri o eyaleti kazanan adaya oy veriyordu. Seçim sistemindeki bu garabet nedeniyle bir zamanlar Amerikan imalat sanayinin merkezi diye bilinen, bugünse “Pas kuşağı” diye anılan Ortabatı Amerika’da, daha önceleri Demokratların kalesi diye bilinen, şimdilerde ise her iki yöne de kayabilecek üç eyalette verilen toplam 79 bin oyluk farkla Trump Başkan seçildi.
Trump’ın Başkanlıkta geçirdiği üç yıl gerek ABD demokrasisi gerekse ABD’nin dünyadaki rolü açısından şaşkınlık yaratan gelişmelerle doluydu. Yeni Başkan ABD’nin kurumsal yapısına neredeyse cepheden savaş açmış, üç yıl içinde etrafını sadece kendisine sadakatleriyle öne çıkan yardımcılarla doldurmuştu. Otoriter liderlere hayranlığını sürekli dile getiren Başkan, topluma mesajlarını twitter’dan veriyor, ailesini yönetimin parçası haline getiriyor, kişisel işiyle makamını birbirinden ayırmıyor, kuvvetler ayrılığını umursamıyor, yalan söylemekten de hiç çekinmiyordu. Göçmen karşıtlığı politikası, tüm insan hakları ihlallerine rağmen toplumun önemli bir kesiminden destek görüyordu. Kindar karakteri nedeniyle kendisine destek olmayanlara, sevmediği eyaletlere elindeki yürütme gücünü kullanarak ceza kesiyordu.
Kendisini dengeleyeceği düşünülen ve “odadaki akil adamlar” diye tanımlanan kadrodan ilk iki yılın sonunda kimse kalmıyor, Başkan hakkındaki soruşturmalarda ortaya suç unsuru taşıyan gerçekler çıkmasına rağmen azil süreci Senato’daki Cumhuriyetçilerin oylarıyla öldürülüyordu. Trump yönetiminde etkili olan evanjelistler ve Başkanlığı bir nevi sultanlık gibi tanımlayan “tekil başkanlık” doktrinine inananların etkisiyle Amerikan yargısındaki hakimlerin yüzde 20’si ideolojik saflıklarına göre atanıyorlardı. Bunun önemli bir sonucu bundan sonra yargıdan çıkacak kararların sağcı ve köktendinci ideolojinin görüşlerine uygun şekillendirileceğidir. Örneğin bu durumda Trump’ın göçmen politikalarında onu engelleyecek kararların yargıdan çıkması giderek zorlaşacaktır.
Amerikan ekonomisinin sürekli büyümesine ve işsizliğin azalmasına rağmen Trump bir türlü yaptığı işin değerlendirilmesinde yüzde 50’yi yakalayamadı. Kutuplaşmış bir Amerika’da, yerleşik düzene öfkeli, “beyaz” Amerika Trump’a ilah muamelesi yapıyor, verdiği sözleri tutmamasını, izlediği ekonomi politikasının en çok en zenginlere yaradığını görmemeyi tercih ediyordu. Ne var ki, 2018 ara seçimlerinde sağlık sigortası başta olmak üzere seçmenin asıl dertlerini ön plana çıkaran bir platformla seçime giden Demokrat Parti, Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu kazanıyor ve uzun zamandır ilk kez kent çeperindeki eğitimli kadın seçmene hitap etmeyi başarabiliyordu.
ABD Dış Politikasında Makas Değişimi
Daha yemin töreninde “önce Amerika” diyen Başkan ülkesinin geleneksel dış politika anlayışından da, söyleminden de uzaklaşıyordu. Geçmişteki, Irak savaşı gibi, büyük dış politika fiyaskolarını sorguluyor, askerleri savaş alanlarından çekmek istiyordu. İttifakları külfet olarak değerlendiriyor, gereksiz bulduğu NATO’daki müttefiklere özellikle Almanya’ya hakaretler yağdırıyor, tutarsız Kuzey Kore politikalarıyla Japonya ve Güney Kore’yi tedirgin ediyor, Çin’i ise baş düşman ilan ediyordu. Ekonomide de korumacılığı ön plana çıkarıyor, gümrük duvarlarını yükseltiyordu. ABD’nin kendisinin kurduğu liberal değerler ve çok taraflı kurumlar üzerinden şekillenen düzen kurucusunun yeni Başkan’ı tarafından hemen her yönüyle saldırıya uğruyor ve zayıflıyordu.
Trump Gitse, Trumpizm Kalır Mı?
Trump “vaka”sını açıklamak için çok söz söylendi, çok klavye kırıldı. Trump’ın simgelediği siyaset anlayışının, “Trumpizm”in kaynakları, dinamikleri, oluşmasında ekonomik unsurların mı, kültürel unsurların mı daha ağırlıklı olduğu çok tartışıldı. Trump gitse bile Trumpizm’in devam edeceği de bir veri olarak kabul edildi. Ancak Trump’ın şahsiyeti ve siyaset anlayışının bir dönem daha Başkanlık yapması halinde Amerikan demokrasisini belki de onarılamaz şekilde hırpalayacağı hakkında da mutabakat var. 2016 yılında, seçimleri kaybettiği taktirde sonucun meşruiyetini tanımayacağını ima etmiş birisinin 2020’de Başkanlık seçimini kaybetmesi halinde bu yenilgiyi kabul edip etmeyeceği ciddi ciddi tartışıldı.
2020 yılındaki seçimler bu bağlamda yapılıyor. Giderek faşizan bir parti haline gelen ve Trump destekçilerinin parti içindeki gücü nedeniyle Başkan’a neredeyse tümden biat eden Cumhuriyetçi Parti’ye kıyasla Demokrat Parti’nin daha çoğulcu bir yapısı var. Bu çoğulculuk bir yandan Amerikan toplumunun farklı renklerinin kendilerine siyasi alanda bir ses bulabilmelerini sağlarken, diğer yandan da Parti’nin ortak hedefler, ortak söylem benimsemesinin önünde de engel teşkil ediyor. Amerikan seçim sisteminin para bağımlılığı sıradan Demokrat siyasetçiyi sermayenin eline bakar hale getirdiğinden çizgi dışına kolay çıkamıyorlar. Buna karşılık daha sol bir siyaset önerenler hayli radikal tekliflerle gündem oluşturabiliyorlar. Bu çoğulculuğun abartılı bir göstergesi olarak önseçimler henüz başlamadan tam 29 kişi Demokrat Parti’den aday adaylığını ilan etti. Şubat başında Iowa’da yapılan ilk seçmen tercih belirlemesine kadar sayı 11’e inmişti. Bu arada da önseçim safları belirlenmişti. Partinin merkez siyasetini Joe Biden, Pete Buttigieg ve Amy Klobuchar temsil ederken, Elizabeth Warren ve Bernie Sanders sol siyasetin sözcüleri olarak öne çıkıyorlardı.
Başlangıçta en şanslı aday gösterilen ancak yaşını ve zaman tünelinde kalmışlığını her tartışma programında gösteren eski Başkan Yardımcısı Joe Biden ilk iki sınavdan çok başarısız çıkarken, merkez adaylar arasında kimse birleştirici bir şahsiyet olarak da temayüz etmedi. Solda, uzun zaman kamuoyu yoklamalarında önde giden Elizabeth Warren rüzgarı aniden kesilirken, kampanya sırasında kalp krizi geçirdiği için stent takılan Bernie Sanders solun bayraktarı olarak tıpkı dört yıl öncesinde olduğu gibi kitleyi dalgalandırıyordu. Gençlerden aldığı destek nedeniyle Demokrat Parti’nin geleceğini temsil ettiğine inanılan ve özellikle okumuş beyaz kentlilerden, ki Demokrat `Parti’nin özellikle sosyal ve kültürel alanlarda en radikal kesimini oluşturuyorlar ve Hispaniklerden büyük destek alan Sanders’in şansı giderek yükseliyordu.
Tam o noktada iki önemli gelişme yaşandı: Neredeyse tüm Demokrat Parti nomenklaturası ve Demokrat eğilimli medya Sanders’in önünü kesmek için hareketlendi. Dört yıl önce Cumhuriyetçi Parti’nin ana akım siyasetçilerinin başına geleni engellemek ve aslında Demokrat Parti üyesi olmadığı halde bu partiden adaylığını koyan sosyalist Sanders’e yönelik bir kampanya başladı. Asıl önemli olansa ikinci gelişmeydi. Demokrat Parti tabanının en sadık kesimini oluşturan ancak sosyal ve kültürel olarak yüksek eğitimli beyaz seçkinlerden daha muhafazakâr olan güneyli siyah seçmen Güney Karolina’daki önseçimde Biden’ı açık arayla birinci çıkardı. Bunun üzerine diğer iki merkez siyaset adayı Buttigieg ve Klobuchar 14 eyalette aynı gün yapıldığı için “Süper Salı” diye anılan önseçimlerden önce yarıştan çekilip Biden’a desteklerini açıkladılar. Sanders’in en kalabalık ve zengin eyalet California’yı kazanmasına rağmen Süper Salı önseçimlerinde Demokrat partililer yüksek oranda katılımla artık merkez siyasetin/statükonun tek temsilcisi olarak kalan Biden’i pek çok eyalette birinci yaptılar.
Süper Salı’dan sonra, adaylığı satın alabileceğini düşünerek cebinden 500 milyon dolar para harcayan eski New York belediye başkanı Mike Bloomberg de yarıştan çekildi. Kendi eyaletinde bile birinci çıkamayan Warren da yarıştan cinsiyetçi ayrımcılığa uğradığını ihsas ederek ama herhangi bir adayı desteklemeden ayrıldı. Meydan 78 yaşındaki Bernie Sanders ile 77 yaşındaki Joe Biden’a kaldı.
17 Mart Salı günü yapılan üç önseçimin ardından Demokrat Parti’nin 2020 Başkanlık seçimlerindeki adayının kim olacağı kesin sayılabilecek şekilde belli oldu. Partinin adayı, daha önce iki kez başarısız Başkanlık adaylıkları da bulunan, eski Senatör ve Barack Obama’nın başkan yardımcısı Joe Biden olacak. Henüz seçilmek için gerekli delege sayısının tümüne ulaşmış olmasa bile, Sanders’in bundan sonraki eyaletlerde arayı kapatıp adaylığı alabilmesi matematiksel olarak imkânsıza yakın. Gençler ağırlıklı olarak Sanders’i destekledilerse de, çoğu oy vermeye gitmedi. Ortabatı’da ise bir önceki önseçimlerde kendisini öne çıkaran Michigan eyaletinde bile Müslüman nüfustan aldığı desteğe rağmen yenilgiye uğradı.
Bu durumda Parti liderliğinin en büyük sorusu Sanders’in mücadeleden ne zaman çekileceği. 2016 yılında Hillary Clinton karşısında beklenmedik bir başarı gösteren ve önseçimlerde yüzde 43 oy alan Sanders o zaman son eyalet oy verene kadar yarıştan çekilmemişti. Kendisi Kurultay’da partinin adayına destek vereceğini söylese de, önseçimlerde Sanders’i destekleyenlerin yüzde 10-12’si seçimlerde Trump’a oy verdiler. Bir diğer yüzde 12’nin de ya sandık başına gitmediği ya da üçüncü parti adayına oy verdiği biliniyor. Kısacası Sanders’in başarısının önemli bir boyutu Demokrat Parti tabanında Hillary Clinton’a karşı duyulan antipatiydi.
Amerikan Siyasetinin İki Damarı: Trumpçılık ve Sandersçılık
Aslında Sanders yenilse bile kazandı sayılabilir. Zira fikirleri artık Demokrat Parti’nin seçim platformunun ana temalarını oluşturacak. Koronavirüs salgınından önce bile geçerli olan bu durum, salgınla mücadelede yetersiz kaldığı ayan beyan ortaya çıkan Amerikan yönetim sisteminin ve özellikle sağlık hizmetleri yapılanmasının sorgulanmasını gerekli kıldı. 40 yıldır Federal devleti küçültmek, sosyal güvenlik hizmetlerini lağvetmek için ideolojik savaş veren Cumhuriyetçi Parti, devletin güçlendirilmesi, vatandaşa yardımcı olması gerektiği noktasına ite kaka da olsa geliyor. Sanders’in Amerikan siyasetinin paraya bağımlılığı, adaletsizliği hakkında söyledikleri ve bunlara yönelik radikal adımlar atılması gerektiğine dair inançlı tavrı artık demokrat tabanın gündemidir. Daha eyyamcı olmayı tercih edecek Biden’in artık eskisi kadar orta yolcu olabilmesi çok zor. Seçimlerde Trump’a karşı başarılı olabilmek için, özellikle de Koronavirüs felâketinden sonra daha radikal bir yaklaşımı benimsemesi ve geleceğe inancını kaybetmiş gençlerin desteğini nasıl alacağını düşünmesi gerekecek. Servet ve gelir dağılımındaki bozukluğu mesele etmesi, Federal devletin yeniden örgütlenmesini gündeme getirmesi gerekecek.
Ne var ki bunları yaparken merkezdeki seçmeni, özellikle de Parti sadakati nedeniyle geçen seçimlerde Trump’a oy veren eğitimli, çeperde yaşayan kadın seçmeni ürkütmeyecek bir dil ve yaklaşım da benimsemesi gerekecek. Clinton’dan farklı olarak gerek işçi sınıfında gerekse siyahlar arasında sevilen bir siyasetçi olan Biden’ın bundan sonraki en önemli kararı Başkan yardımcısı seçimi olacak. O mevkiye de bir kadını seçmesi bekleniyor. Sanders’in işi tadında bırakarak bir an önce, kazanamayacağı belli olan kampanyayı kesip Parti’nin bütünleşmesi için gayret göstermesi gerektiğini söyleyen çok kişi var. Ancak New York önseçimlerine kadar böyle bir karar vermeyeceği de anlaşılıyor.
Koronavirüs salgını Demokrat Parti’ye bir avantaj sağlamış gibi gözüküyor. En azından Trump’ın mutlaka seçileceği beklentisi kırılmış durumda. Partinin merkez çizgisinin kısa sürede tek aday etrafında birleşmiş olması da seçime daha güçlü katılabileceklerini gösteriyor. Bundan çok daha önemlisi Trump’ın baştan ciddiye almadığı, kendisine yönelik bir komplo diye takdim ettiği, destekçilerinin konuyu gündeme getirenlere hakaret yağdırdığı Koronavirüs salgınının ekonomik ve toplumsal sonuçları olacak. Her ne kadar en başlarda Trumpçı evrende haberlere kulak verilmese, Başkanın krizi iyi yönettiğine inanılsa da, salgın en başta bu kitleye zarar vereceğinden bu algının dağılması ihtimali de kriz derinleştikçe yükseliyor.
Bu durumda seçimin kaderi salgının etkilerine birebir bağlı olacak.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.