Haziranda Ölmek Zor

Haziran ayında kimleri kaybetmemişiz ki… Şöyle küçük bir tarama yaptığımızda karşımıza onlarca ismin çıktığını görürüz. Farklı tarih aralıklarında neredeyse haziran ayının her günü ölen bir veya birkaç şair, yazar, sanatçımız var.

nazım hikmet orhan kemal

Haziran ayı edebiyatımızda bir yaprak döküm mevsimi gibidir adeta. Ölümüyle içimizde büyük bir boşluk oluşturan şair, yazar ve sanatçılarımızı en çok kaybettiğimiz aylardan biridir çünkü. O nedenle olsa gerek her haziran ayı geldiğinde dudaklarımızdan gayriihtiyari şairin o mısraları dökülür: 

 

“ah yavrum

ah güzelim

canım benim/sevdiceğim

bitanem

kısa sürdü bu yolculuk

n’eylersin ki sonu yok!

gece leylâk

ve tomurcuk kokuyor

uy anam anam

haziranda ölmek zor!”

 

Ölüm ki; dünyayı anlamlı kılan en önemli derstir. Pek hatırlamak ve anmak istemeyiz. Neden peki? Çünkü hayattan, yaşamdan, sevdiklerimizden ayrılmak istemeyiz. Yüzü soğuk, benzi bozuktur ölümün. En son hangi canparemizi yitirdik? Hangi sevdiceğimizi kaybettik? Hangi kınalı kuzumuzu toprağa verdik? Hangisinde acısını iliklerimize varıncaya kadar yaşamadık ki?…

 

Gerçek şu ki; her yeni ölümde kendimize, kendi ölümümüze, kendi sevdiklerimize üzülür, ağlarız. İçimize akıtırız gözyaşlarımızı.

 

Yukarıda küçük bir kesitini alıntıladığımız uzun şiirin sahibi Hasan Hüseyin Korkmazgil her ne kadar 1977 yılında yayınlanan şiir kitabına aldığı “Haziranda Ölmek Zor” şiirini Orhan Kemal ve Nâzım Hikmet’e ithaf etmiş olsa da, bu şiir o ay ölen bütün yazar-şair ve sanatçılarımız için ortak bir acıyı ifade eder.

 

Haziran ayında kimleri kaybetmemişiz ki… Şöyle küçük bir tarama yaptığımızda karşımıza onlarca şair, yazar, sanatçının çıktığını görürüz. Farklı tarih aralıklarında neredeyse haziran ayının her günü ölen bir veya birkaç şair, yazar, sanatçımız var. 

 

Mesela;

 

2 Haziran 1970’te Orhan Kemal’i, aynı günün 1991 yılında Ahmed Arif’i,

3 Haziran 1963’te Nâzım Hikmet Ran’ı,

4 Haziran 1933’te Ahmet Hâşim’i, 

5 Haziran 1947’de Ebubekir Hâzım Tepeyran’ı,

5 Haziran 1971’de Cahit Irgat’ı, 

7 Haziran 1987’de Abdurrahman Cahit Zarifoğlu’nu, aynı günün 2012 yılında Abdurrahim Karakoç’u, 2022 yılında ise Mevlâna İdris Zengin’i, 

10 Haziran 1984’te Halide Nusret Zorlutuna’yı,

13 Haziran 1987’de Hüseyin Cemil Meriç’i, 

15 Haziran 1961’de Peyami Safa, aynı günün 1966 yılında İzzet Melih Devrim’i, 

16 Haziran 2014’te Ayşe Şasa’yı, 

20 Haziran 1989’da Hasan İzzettin Dinamo’yu, aynı günün 1997 yılında Mahmut Cahit Külebi’yi,  

21 Haziran 1980’de Ahmet Muhip Dıranas’ı,

25 Haziran 2008’de Ahmed Yüksel Özemre’yi, 

26 Haziran 2003’te Alâeddin Özdenören’i kaybetmişiz.

 

Ve daha ismini hatırlayamadığımız nicelerini…

 

Bir o kadar da yabancı yazar, şair, sanatçı var aslında, lakin listeyi uzatmaya gerek yok. 

 

Her mayıs sonundan başlayarak haziran ayı içerisinde yitirdiğimiz şair, yazar ve sanatçılarımızı yâd eder, böylece bir nebze de olsa ölümü tadarız. Tabii yazar, şair, sanatçılarımızın eserlerini, fikirlerini, hayata bıraktığı izleri de konuşmayı, yazmayı ihmal etmeyiz. En çok da 25 Mayıs 1985’te vefat eden Necip Fazıl Kısakürek başta olmak üzere son dönem kuşakların yetişmesine ciddi katkıları olan Cahit Zarifoğlu, Cemil Meriç ve Nâzım Hikmet’i yâd ederiz. Bir de en son bizim kuşaktan yine bir haziran sıcağında yitirdiğimiz Mevlâna İdris’i…

 

Güzel Günler Göreceğiz

 

20’nci yüzyılın en gözde şairleri arasında olan ve yine bugün en çok bilinen, okunan şairlerden biri olan Nâzım Hikmet yaşadığı dönemde siyasi düşünceleri nedeniyle pek çok kez tutuklanmış, hapse atılmış, sürgün edilmiştir. Öyle ki hayatının büyük kısmını hapishanelerde geçirmiştir. 

 

1951 yılında Türk vatandaşlığından da çıkarılan şair ancak vefatından (3 Haziran 1963) neredeyse yarım asır sonra, 5 Ocak 2009 yılında yeniden Türk vatandaşı olarak kabul edilmiştir.

 

Mezarı hâlâ Moskova’da bulunan Nâzım Hikmet hep güzel günler özlemiyle yaşamış ve şiirlerine hep ümitvar bir ses katmıştır. Bu vesileyle biz de onu ölüm yıldönümünde “Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar” şiirinden bir kesitle anmak istiyoruz:

 

“Güzel günler göreceğiz çocuklar

Güneşli günler göreceğiz.

Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar

Işıklı maviliklere süreceğiz…

 

Açtık mıydı hele bir son vitesi,

Adedi devir, motorun sesi.

Uuuuuuuy! Çocuklar kim bilir

Ne harikûlâdedir

160 kilometre giderken öpüşmesi.”

 

Edebiyatımızın köşe taşlarında biri olan Necip Fazıl da bir hayli sıkıntılı bir hayat yaşamış, hapishanede olduğu dönemlerde bile yazmaktan, mücadele etmekten vazgeçmemiştir. Onun bir nevi hapishane günlüğü olan Cinnet Mustatili kitabı o acı günlerin kaydıdır. Necip Fazıl her ne kadar kuvvetli şiirler yazmış, büyük şair-sultanü’ş-şuara olarak anılmış olsa da onun ismi Büyük Doğu ile özdeşleşmiştir adeta. Bu nedenle onun ölüm yıldönümünü de vesile kılarak Büyük Doğu’sundan bahsetmek isteriz. Akabinde de düşüncenin gökkuşağı Cemil Meriç’in Bu Ülkesi’nden ve şair-i maderzad Cahit Zarifoğlu’nun zarafetinden… Şimdi Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ufkuna yolculukta bulunalım.

 

Büyük Doğu Ufku

 

Necip Fazıl; O Ve Ben adlı eserinde isim olarak Büyük Doğu kavramının ilk çıkışına ışık tutar. O dönem Ulus gazetesi yeni bir milli marş için yarışma açmıştır. Aynı gazete böyle bir marşın ancak Necip Fazıl tarafından yazılabileceğini düşünerek teklifi üstada getirir. Necip Fazıl ise Mehmet Akif Ersoy’a büyük hürmeti olduğunu beyan ederek, ancak gazetedeki yarışmayı durdurmak ve hiçbir isimden bahsedilmemesi şartıyla bu teklifi kabul eder. Bu şart kabul edilir ve Necip Fazıl Çile adlı şiir kitabında yer alan Büyük Doğu isimli marşı yazar: 

 

“aynası ufkumun, ateşten bayrak!

babamın külleri, sen, kara toprak!

şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!

doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!”

 

Fakat o zamanki reis-i cumhurun hastalanması ve akabinde ölmesi, yazılan bu marşın kendisine gösterilmesine engel olur ve milli marş macerası da biter. Ve böylece bu marş Necip Fazıl’ın fikir ve aksiyonunda büyük öneme sahip Büyük Doğu ismini doğurur.

 

Büyük Doğu, Necip Fazıl’ın bütün yazılarına (şiir, hikâye, roman, tiyatro vs.) sinmiştir. Ancak, İdeolocya Örgüsü adlı eseri Büyük Doğu ufkunu zihinlerimize ana hatlarıyla nakşeder. Necip Fazıl da bu esere büyük önem verdiğini ifade eden; “Bu eser benim bütün varlığım, vücut hikmetim her şeyim… Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım “müştemilat”tan başka bir şey değil…” sözleriyle hem ruh dünyası, hem aksiyonu, hem de Büyük Doğu’nun köşe koordinatları hakkında bize fikir verir.

 

Necip Fazıl’ın Büyük Doğu mefkûresi, mekândan çok zamanla ilintilidir. O, bu durumu şöyle ifade eder: “Biz büyük doğuyu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet planında arıyoruz. O kendini mekân çevresinde değil, zaman çevresinde gerçekleştirmeye talip…” 

 

Bu anlamda Büyük Doğu, her insanın kendi içine doğru akan, hem zamanı hem mekânı hem manayı, hem de maddeyi içinde barındıran bir seferdir. Yine Necip Fazıl’ın deyişiyle; “… âlem olduğu mefkûre çerçevesinde bir (senfonik) orkestra…”

 

Necip Fazıl; fikir ve aksiyonuyla kendi çağdaşı diğer düşünürler gibi Doğu-Batı ikilemine Büyük Doğu ufkundan yola çıkarak açıklık getirmeye çalışmış ve Batı’nın haset, kin, öfke, çılgınlık kokan kirli yüzüne karşı insanlığın ilk havzası Doğu’nun aydınlık ve bereketli yüzünü koymuştur.

 

Necip Fazıl’ın tespitiyle; ilk Doğu-Batı kamplaşması Perslerin Yunanlara saldırısıyla ortaya çıkmış ve zamanla değişik anlamlar kazanmıştır. 

 

Yine Necip Fazıl’a göre Doğu, bir millet anlayışına sahiptir ve özellikle İslamiyet’ten sonra bu anlayışı netleştirmiştir. “Küfür tek millettir”, böylesi bir bakışın tezahürüdür.

 

Bu anlamda insanlığa sınır tanımanın yanlış olacağına inanmakla birlikte, tarihteki gelişimin mecburiyetinden dolayı veya düşünce ve olayları daha iyi anlamak ve açıklayabilmek için Doğu-Batı kavramları zamanla çokça kullanılmaya başlanmıştır. Bu maksatla Necip Fazıl, Doğu’yu tanımamız ve sahip çıkmamız gerektiğini salık verir. Çünkü Doğu, ilk peygamberlerin, resullerin, vahyin merkezidir. 

 

“Her şey doğudan geldi, her şey, yani ruhumuz…”

 

Batı, aklı ve maddeyi temsil ederken, Doğu derinliğin ve ruhun simgesidir. 

 

Bu yönüyle Necip Fazıl, Batı’yı ve Doğu’yu kendi içlerinde yaşadığı buhranlarıyla ele alarak, bu buhran ve ucuzluktan kurtulmanın hal çareleri peşindedir.

 

Ve tabii ki; yeniden toparlanmamızın yolu ise İslamiyet’ten geçmektedir bu anlayış gereği: “Evvela şahsını, sonra bütün doğu âlemini kurtarması, daha sonra da çepeçevre yeryüzüne ve insanlık kadrosuna sahip bir kurtuluş ifadesine varması için Türk milletine gereken yol, en girift, en mahrem ve en iç kavranışıyla İslamiyet’tir.” 

 

Çünkü ona göre; memba İslam, mansap ise her şeydir. Yani; “her şey onda ve o da her şeydedir…”

 

Bu anlamda Büyük Doğu düşüncesinin ana kaynağının İslam olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Necip Fazıl, bu ana kaynak bahsini geniş olarak ele alır İdeolocya Örgüsü eserinde. Ve ana kaynak İslam’ı; insan, cemiyet, devlet, kâinat, siyaset, adalet, mülkiyet, ordu, kadın, sanat vs. boyutlarıyla ele alırken ana kıstas da; dışı şeriat, içi tasavvuf olan bir Doğu mefkûresi şeklinde karşımıza çıkar.

 

Necip Fazıl, Kanuni Sultan Süleyman döneminde bozulmaya başlayan topluma Büyük Doğu menşeli kurtuluş reçeteleri hazırlar sürekli. Ve bozulan gidişatı yeniden düzeltecek, insanlığı İslam’ın aydınlığına kavuşturacak bir inkılâp bekleyişi içerisindedir. Bu inkılâp devrimbazların işi olamaz. Büyük Doğu, bu inkılâbın zuhurunda etkin rol almalıdır ona göre.

 

Yine o, bozulan insanlığa kurtuluş olarak gördüğü inkılâbı bütün yönleriyle izah ederken; aynı zamanda ideal toplum profili hakkında da bir resim sunar bize. Böylece olması gereken bir devlet yönetim ve idaresi fikri de doğmuş olur. Bu detaylarla, meşhur Büyük Doğu mefkûresinin içini doldurur. Bu yönüyle Büyük Doğu; toplumu kucaklayan büyük bir idealdir: 

 

“İslam inkılâbının günlük politika üstünde; iç oluşu dışarıya doğru örnekleştirici, bütünleştirici ve kadrolaştırıcı büyük siyasi, milli, ruhi davası Asyacılıktır.”  

 

Necip Fazıl; Büyük Doğu mefkûresini en ince detaylarına kadar topluma tatbikini emir-yasaklarla birtakım kurallar çerçevesinde ortaya koyar. Adeta yeni kurulmakta olan bir devletin anayasası gibi… Bu idaredeki temel kıstas İslam’dır elbette. Ancak, kuralları saptayıp ortaya koyan Necip Fazıl, yani reistir. Toplumun yönetim mekanizmasını ve bu mekanizmanın yetkili organ ve liderlerini görevde kalma süresi ve vasıflarıyla birlikte zikreder. En önemli kavramlar; “yüceler kurultayı”, “başyüce ve başyüce vekili”, “başbuğ”…

 

Büyük Doğu mefkûresinin temel prensipleri ise; ruhçuluk, keyfiyetçilik, şahsiyetçilik, ahlakçılık, milliyetçilik, sermaye ve mülkiyete tedbircilik, cemiyetçilik, nizamcılık, müdahalecilik…

 

Bu anlamda Büyük Doğu; çileli ve meşakkatli bir davadır. Yürüyüş ızdıraplı ve yollar cam kırıklarıyla doludur. Ümidini yitirmeden Büyük Doğu mimarının ifadesiyle; “Sislere batmış bir dağ başına doğru ilerleyen kıvrım kıvrım bir patika örgüsü…” Bu patika, bir zamanlar dünyanın en muhteşem caddesiyken, zamanla bozulmuş, tahrip edilmiş ve yol işlenmez hale getirilmiştir. Büyük Doğu erine düşen; bu yolu yeniden işler hale getirip tepedeki güneşe ulaşmaya çalışmaktır.

 

Düşüncenin Gökkuşağı

 

Yine haziran ayında kaybettiğimiz önemli edebiyatçı düşünürlerimizden olan Cemil Meriç’i ise Bu Ülke kitabı ile yâd etmek isteriz. Zira Bu Ülke Meriç’in hülasasıdır. 

 

Meriç’in yüreğimizde silinmez ve tükenmez bir iz bırakan Bu Ülke’si, tek kelimeyle klasiklerin şahikasıdır. Gönlünü içine döktüğü bu eseri, onu anlamaya ve yaşamaya yeter sanırım. Az, öz ve dolgun kelimelerle donatır düşünce dünyamızı ve bu ülkenin olması gereken köşe koordinatlarını çakar yüreğimize. Bu Ülke, genç neslin sindire sindire okuması ve üzerinde derince düşünmesi gereken bir başucu kitabı. Hepimizin hayallerinin, umutlarının içinde çırpındığı bir cangıl… Ya da onun ifadesiyle; “denize atılan bir şişe” ki; içinde yaşam iksiri var. 

 

“Bu Ülke, yarım asırlık bir tetebbuun, bir sanatçı mizacından süzülen usaresi. Bir mesaj, daha doğrusu bir çığlık… Kesif, dertli, derbeder…”

 

Bu ülke senin, bu ülke benim, bu ülke hepimizin.

 

Meriç, bir söyleşisinde hayatında ne yapmak istediğini anlatırken “düşüncenin gökkuşağını” bütün renkleriyle sevmeyi öğrendiğinin altını çizer. Gerçekten de o, kelimenin tam anlamıyla düşüncenin gökkuşağıdır. Onda bütün renklerin o canlı haline rastlamak mümkündür.  Düşündüğü, konuştuğu ve yazdığı bütün renklerin hakkını vermiştir.  

 

Edebiyatımızın Zarif Prensi 

 

Edebiyatımızın zarif prensi olarak da anılan Cahit Zarifoğlu hayatının ve sanatının baharında (47 yaşında) aramızdan ayrılmıştır.  

 

Sağlığında yeterince keşfedilemeyen her deha gibi o da ölümünden sonra fark edildi. Öğrencilik bursuyla taksitlendirerek bastırdığı, ancak soğuk bir kış günü soba tutuşturulan ilk şiir kitabı İşaret Çocukları da dâhil bütün yazdıkları toplatılıp kitaplaştırıldı bir vefa borcu olarak. Yalnızlığın nehirlerini içinde okyanuslaştırarak hayata kanatlanan “uyarılan şair” Zarifoğlu, hem yaşadığı çağ hem de kendinden sonraki nesiller için güzel bir örnektir. Avrupa’yı otostopla gezecek kadar gözü kara, bir sabah camiden ezan duymayınca rahatı kaçacak kadar hassas, yaşadığı dağınıklıktan düzen oluşturacak kadar tertipli, bütün İslam coğrafyasına duyarlı, kırlarda bir tay gibi koşmak isteyen, çevresindekilere sürekli beyaz haberler veren bir adadır o.   

 

Zarifoğlu, hayalleri zengin cevval bir şair-yazardır. Zinde bir kalemi olan aşk ve dava adamıdır aynı zamanda. Kalemi eğmeden-bükmeden ve sözü yormadan oklarını bir bir hedefe saplayan gerçek bir dost… Yazıyı yüreğine, yüreğini O’na adar. Beyaz sayfalar arasında kaybolmaz hiçbir zaman. Şiiriyle, öyküsüyle, deneme ve romanlarıyla kavi bir duruş sergiler. Yazıyla iç içe geçen hayatını yaşamıyla yüzleştiren ender şair/yazarlardan biridir. Soylu tavır ve davranışlarıyla dikkat çeken zarif prens, çoğu kez yaşantısıyla çevresindekilere örnek olur. Özellikle yaşamının son döneminde yazdıkları daha çok mesaj verici ve halisane…  

 

Zarifoğlu’nun yazı serüvenini irdelediğimizde, merkezde şiirinin yer aldığını görürüz. Günümüzün önemli öykücülerinden Ali Haydar Haksal’ın yerinde tespitiyle; “Şiir ana damardır onda ve sanatının odağıdır”. Öyle ki; yetişmesine vefa borcu olan şairler bile ona hayretini ifade etmeden duramamışlardır. Hatta onu, “şair-i maderzad” olarak görenler de olmuştur. Sıra arkadaşı, kadim dostu Rasim Özdenören, rahmetli Akif İnan’ın Zarifoğlu için kullandığı şair-i maderzad tabirinden; “…anadan doğma şair. Onun şairliği kesbi değil, vehbi idi” şeklinde bir anlam çıkarmamız gerektiğini söyler bir söyleşisinde. Aslında onda şiir, hep öyküyle birlikte yürümüştür. Zarifoğlu, yıllar önce öyküyle şiirin birbirine yakınlaştığını hissediyor olsa gerek ki şiirle öyküyü birbirine yakınlaştırarak sanatını sürdürmüştür.  Zarifoğlu’nun sadece meşhur “İns” öyküsü bile, onu ve sanatını anlamamız/algılamamız/ yorumlamamız için yeterlidir. İns öyküsü, iç içe halkalar şeklinde genişledikçe açıklığa kavuşan imge yüklü şiirsel yoğun bir öykü… Daha doğrusu öyküde kendine has, özgün ve farklı bir anlatı… Yeni bir tarz roman girizgâhı da denilebilir. 

 

Zarifoğlu, başı göğe değen evrensel bir bakış açısıyla inandığı değerler için yüreğini ortaya koymuş ender şahsiyetlerden biridir. Ezilmiş, parçalanmış ve yeniden kendine gelmeyi bekleyen bir medeniyetin güçlü sesi ve nefesi olmaya çalışmıştır. Ümmet bilinciyle yol alan Zarifoğlu’nda bir parça Mehmet Akif Ersoy tadı da vardır. Sadece Mehmet Akif mi? Hayır, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’un yüksek sesli ünlemlerine de rastlıyoruz Zarifoğlu şiirinde. 

 

Zarifoğlu, yazdıkları ve yaşadıklarıyla üretken bir mihmandardır. Kendinden sonraki kuşaklara bir kılavuz, aydınlatıcı ve ilham kaynağı olmuştur. İsmet Özel de bu yönüyle şaire hakkını teslim edenlerden: “Kendinden sonra yazmaya başlayan genç Müslüman şairlere hangi özellikleriyle yol göstermiş olurlarsa olsun, ondan sonrakiler onda ders alınacak bir taraf bulacaklardır.” Günümüz birçok genç şairin de Cahit Zarifoğlu şiirine yaslandıklarını görüyoruz. Zarifoğlu bu yönüyle, Türk edebiyatında yeni bir damardır.

 

Henüz ömrünün baharında adeta bir kuş gibi aramızdan kanatlanarak uzaklaşan Zarifoğlu, yazdıkları ve yaşadıklarıyla ölümsüz olmuştur şüphesiz. Dolu dolu bir yaşam böyle noktalanırken, bize eserleriyle sunduğu kocaman denizde kulaç atmak düşüyor. 

 

Güle Güle Bayım!..

 

Haziranda en son yitirdiğimiz değerlerimizden biri de Mevlâna İdris… Bizim kuşaktan, yani kayıp kuşaktan!… Erken bir göç, ani bir ayrılık!… Hadi eyvallah bile demeden, güle güle bayım diyemeden kopup gitti Mevlâna’mız mevlasına.

 

Gecikmiş bir okuma, biliyorum. Daha doğrusu bir itiraf; vefatından sonra Mevlâna İdris okumaya başladım. Elbette ki sağlığında varlığından haberdardım. Lakin o cevheri keşfetmekte gecikmiş olmalıyım ki ilk elden İyi Geceler Bayım, Şizofren Risalesi ve Ellerimizin Büyük Boşluğu isimli kitaplarını aldım ve tek nefeste okudum. Tabii bir solukta okununca anlaşılır mı bu kitaplar? Biliyorum geç kaldım bayım. Bir telafi okuması yapıyorum bir bakıma. Hepsi burada kalıyor öyle değil mi?

 

“İyi geceler bayım hiç yittiniz mi

En az bir defa yitmeli insan

Nasıl geçti yıllar telefon beklerken mi

Şarkılar bitti şarkılar bitti

Bir şey söylemedin kadınlar için

Devrimler için bir şey söylemedin

Yıldızlar için

İyi geceler bayım”

 

Okudukça yetişkin ruhum çocuklaşıyor adeta. Çocukluğuma, yetişkin çocukluğuma uzanıyorum. Ruhumun kuytu köşelerinde küllenmiş hatıraları avuçluyorum. Kirletilmiş bir dünyadan çocuk masumluğuna kaçıyorum böylece. Ne bileyim, iyi geliyor yaralara Mevlâna İdris okumak… Ama geç kaldım.

 

“Ah her şey burada kalıyor demek

Bu içimizi ısıtan güneş

Özenle kurduğumuz evler

Aşk için büyüdüğümüz günler

Yorgunluklarımız

O aziz acılarımız savaşlar

Demek hepsi

Burada kalıyor öyle mi

 

Boşuna yaşadık desene

Özgür bir yürek olmaktı en güzeli”

 

Haziran ayında aramızdan ayrılan tüm şair, yazar, sanatçı dostlarımıza rahmetle, özlemle, minnetle…

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.