Korkudan Beslenen Siyaset Tarzı
Halkın, vatandaşın farklı korkuların etkisinde olması anlaşılabilir. Sorunlu ve yanlış olan, yönetici kadroların, siyaset kurumunun korku üretmesi veya üretilen korkulara teslim olması. Bu, ülkenin geleceği açısından büyük sorunlara dönüşebilir. Çünkü bu psikoloji üzerinden ‘esir’ alınan siyaset kurumu ve yönetici kadro genel olarak olan bitene karşı aklı değil, tepkiselliği devreye koyar.
17’nci yüzyıl sonundan itibaren içine düşülen çöküş sürecinde Viyana bozgunu, Navarin faciası, Yunan isyanı, Kavalalı isyanı ve Rus saldırıları, Osmanlı devlet aklını bir tür kastrasyona/kısırlığa maruz bırakmış ve Osmanlı’yı oluşturan farklı unsurlardan milletleri de başka arayışlara yöneltmişti. Bu sürecin sonucunda Birinci Dünya Harbi olmuş ve Cumhuriyet’i kuran kadrolar, adeta tüm bu çöküş devirlerini kendi ömürlerinin özeti gibi yaşamıştı. İşte bu somut sebeplerden doğan korku ve kaygılar, zamanla Cumhuriyet devrine de intikal etmişti. Ancak bir süre sonra abartılı tehdit değerlendirmeleri ile ülkeyi yönetme geleneği oluştu. Bu da zamanla, büyük çoğunluğu bu korku sarmalına maruz bırakılan milletin Cumhuriyet’i ve demokrasiyi içselleştirmesini de sakatlayan bir psikolojik harp tekniğine dönüştü.
Nihayetinde bu anlayış, ülkenin varlık ve bekasını, milletin dirlik ve birliğini, geleceğin muasırlaşma ufkunu zehirleyen, anti demokratik ve hukuk dışı eğilimleri de beslemektedir. Kendine, devletine, milletine güvenmeyen bir ruh sakatlığının kendisini devletin ‘ev sahibi’, ‘milletin kurtarıcısı’, ‘ülkenin sigortası’ gibi sunması ise kaderimizin en trajik durumudur. Çünkü Cumhuriyet, milleti oluşturan tüm fertlerin, toplumsal kesimlerin katılımı, katkısı, emeği ve çabasıyla kurulmuştu. Cumhuriyet’ten rahatsız olan veya ona mesafeli duran bir toplumsal kesim de yoktu. Buna rağmen yönetici elitin ülkeyi istediği gibi yönetmek için sığındığı en önemli enstrümanın ‘korku’ olması önemli bir sorun. Maalesef bu tarz, uzunca bir zamandır işlemekte ve sonuç da vermekte.
Yakın Tarihte Üretilen Korkular
Perspektif’te yayımlanan son yazımızda, Osmanlı’nın yıkılış sürecinde ülkenin işgal edilmesi olasılığı üzerinden ortaya çıkan psikolojiyi ve bunun Cumhuriyet’e yansımasını ifade etmeye çalışmıştık. “Sonumuz Endülüs’ün sonu gibi olmasın psikolojisinden kurtulmak” başlıklı bu yazımızda dile getirdiğimiz temel psikolojiyi akılda tutarak, yakın tarihte üretilen korkuları hatırlamakta fayda var.
Cumhuriyet ile birlikte devreye konulan ve 1930-1940’lı yıllarda doruk noktaya çıkarılan en yaygın korkutma ifadesi ‘irtica’ kavramıydı. Osmanlı’yı ve dini yönetim anlayışını diriltmeye yönelik toplumsal bir çaba olmamasına rağmen irtica, yani geriye gidişi temsil eden anlayış üzerinden oldukça derin bir korku üretildi. İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla toplumun bir kesimi ‘terbiye’ edilmeye çalışıldı. Oldukça ‘elverişli’ olduğu görülen bu korkutma türünün, farklı dönemlerde devreye konulması için ülkedeki temel fay hatlarından birine tekabül etmesinin zemini de oluşturuldu. Seküler-muhafazakâr fay hattı olarak adlandırılan bu kırılgan zeminin varlığını sürdürmesi için özel bir çaba da sergilendi. Aradan geçen bunca zamana ve korkutmaya ilişkin hiçbir somut veri olmamasına rağmen, bu korkunun hâlâ işliyor olması manidar.
İrtica korkusu ile aynı dönemde üretilen diğer bir korkutma aracı ise Kürtler üzerinden üretilen ‘bölücülük’ kavramıydı. Bu o kadar derin bir korku ki, uzun yıllar, yoğun hak ihalelerinin yaşanmasının, ayrımcılığın ve ötekileştirmenin aracı olarak kullanıldı. Sonrasında PKK terör örgütünün ortaya çıkması, bu korkuyu farklı bir boyuta taşıdı. Sonuç itibarıyla terörle mücadele ile her türlü hak taleplerini birbirine karıştıran sorunlu bir anlayış ortaya çıktı ve varlığını güçlendirerek sürdürdü. Mesele, korkunun haklılık payı içerip içermemesi değil, bu korkuya teslim olunması ve terör örgütü üzerinden vatandaşın tehdit olarak görülmesiydi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda yeni bir dünya düzeni şekillenmişti. Bu düzenin en temel özelliği, ABD ve Rusya eksenli iki bloklu dünyanın ortaya çıkarılmasıydı. Yönetenler, ülkenin ABD blokunda yer alması ve NATO’ya girmesi gerektiğine inanmışlardı. Ancak bunun için uygun bir sebep lazımdı. İşte bu süreçte, Soğuk Savaş’ın ikili yapısı üzerine kurulan denklem devreye konuldu. Oyunun ve korkutmanın aracı, “Stalin’in ve SSCB’nin Kars, Ardahan ve Boğazlara dönük talepleri var” ‘duyumuydu’. Bu ‘duyum’ kulaktan kulağa fısıldandı, yazıldı ve konuşuldu. Bu tehdit değerlendirilmesine karşı yapılması gerekenin, NATO’ya girmek olduğu tezi işlendi. Dönemin tüm yöneticileri bu konuda görüş birliği içindeydi. Bu oyun üzerine Türkiye tarafını belli etti ve Kore Savaşı’na katıldı. Sonrasında ise Soğuk Savaş örgütlenmesi olan NATO’ya girmeye ‘hak’ kazandı.
1950’lerin sonunda, DP iktidarı ve Başbakan Menderes’in yönetim tarzı üzerinden farklı korkular üretildi. “Gençlerin köpeklere yedirildiği, kıyma makinalarından geçirildiği” ve DP’nin ‘hilafeti’ geri getireceği türü korkular üretildi. Bu korkuların yaygınlaşması için her türlü çaba sergilendi. Medya organları ve fısıltı yayma mecraları devreye konuldu. Hiç kimse üretilen korkuların gerçek mi uydurma mı olduğunu tartışmadı. Ancak yürütülen kampanyaların sonunda, Türkiye’nin tüm siyasal sistemini ve sivil siyaset alanını alt üst eden, ABD destekli 27 Mayıs darbesi yapıldı.
1970’li yıllarda, üretilen sahte korkutmaların neden olduğu çok acı bir süreç yaşandı. Üretilen yeni korku, Soğuk Savaş dönemi ruhuna uygun olarak ve “Bu kış ülkeye komünizm gelecek” ifadesiyle servis edilen korkuydu. Yani, NATO’ya üyelik süreci için üretilen korkunun, farklı bir versiyonu devreye konuldu ve kimi iç aktörlerin de destekleyeceği ‘işgal’ korkusu servis edildi. Toplumsal kesimler ayrıştırıldı ve kutuplaşma derinleştirildi. Toplumun en diri, üretken ve ülkenin geleceği olarak görülen gençleri silahlandırıldı. Farklı örgütler adı altında gençlerin birbirleriyle ‘savaşmasının’ zemini oluşturuldu. Çatışmalı süreçte 6.000’e yakın insan öldürüldü ve ülke ‘uçurumun kıyısına’ getirildi. Üretilen korku ve bunun üzerinden hayatını kaybeden binlerce insanın kanı üzerinden, bu kurgunun parçası olan 12 Eylül askeri darbesi yapıldı.
Soğuk Savaş kurgusu ve hayatlarını ortaya koyan gençlerin kanları üzerinden yönetime el koyan askerler, kanlı bir hesaplaşma sürecini işletti. Bu kez, yönetime el koyanların varlığı, başlı başına bir korkuya dönüştü. 1 milyon 700 bin kişi fişlendi, 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askeri mahkemelerde yargılandı, 171’i işkence sonucu olmak üzere 300 kişi cezaevinde hayatını kaybetti, 47 kişi idam edildi. Bahsettiğimiz sahte korku üzerinden birbirini öldüren, yargılanan örgütlü yapıların geniş bir kısmı, en ufak bir özeleştiri dahi yapmadı ve darbe sonrasında benzer tutumu sürdürdü. Bu ise ortaya çıkan acının farklı bir versiyonuydu.
1980’lerin ortası ve 1990’lı yıllarda, bölücülük ve irtica korkuları yeniden sahneye sürüldü. Örgütlü yapılarla, hukuk devleti ilkeleri içinde mücadele etmek yerine, “terörle mücadele ediyoruz” denilerek, hukukun ve yasal mevzuatın dışına çıkılmasına göz yumuldu. Örgütlerin toplumsal zemin kazanmasına yarayacak politikalar uygulandı. Siyaset dar bir alana hapsedildi ve kayıt dışı yapılar ortaya çıkarak kendi ‘hukuklarını’ tesis etmeye başladı. Banka soygunları, kara para trafiği, yolsuzluklar, yargısız infazlar, yargı eliyle işletilen hukuksuzluklar, köy boşaltmalar, kimi aydınlara yönelik suikastlar üzerinden yeni bir kâbus yaşatıldı ve post-modern darbe süreci işletildi.
2001 yılında 11 Eylül olayı yaşandı. Bu olay üzerinden İslam karşıtlığı küresel boyuta taşındı. Arkası ve önü aydınlatılmayan bir terör saldırısı üzerinden oldukça derin bir korku atmosferi oluşturuldu. Ülkeler işgal edildi, her türlü katliam ‘terörle mücadele’ gerekçesi üzerinden ‘meşrulaştırıldı’, yargısız infazlar yapıldı, toplumsal gerçekliğe tekabül etmeyen terör örgütleri üretildi. Müslüman halkların yaşadığı ülkeler yeniden dizayn edildi. Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan sistem boşluğunda süre kazanmak için üretilen bu küresel korkutmanın ana hedefi, halklardan ziyade yönetici elitlerdi. Bu kesim ise uyguladığı politikalar ile ‘korkmaya’ dünden hazır olduğunu gösterdi.
Korkutmanın Olası Senaryoları
Üniversitelerde, gazetelerde, televizyon kanallarında, sokaklarda, iş yerlerinde, kahvelerde, aile toplantılarında kısacası hayatın her alanında yeni korku teorilerinin üretildiğini ve konuşulduğunu söylemek mümkün. Yani, yeni korkutma düzenekleri kurulmaya devam ediyor. Toplumu biçimlendirmek için devreye konulmaya hazır korkuları hatırlamak gerekirse; (1) “Türkiye, eninde sonunda bölünecek” ve “Önümüzdeki süreçte Lüksemburg, Monako, Malta, Danimarka, Hollanda, İsviçre türü kanton devletçiklerden oluşan ve her biri başka bir güce bağlı elitlerin yönettiği bir coğrafyada yaşıyor olacağız” ifadeleriyle dışa vurulan ve ülkenin ‘bölüneceğini’ dile getiren korku. (2) Farklı operasyonların aracı olarak kullanılmak için gündeme getirildiği açık olan, “Kürtler kaderlerini Türklerden ve Araplardan kesin olarak ayırdı” ve “Psikolojik kopuş başladı” cümleleriyle özetlenebilecek olan sorunlu cümleler. (3) Devletin ve toplumsal yapının zayıf olduğu önyargısı üzerinden üretilen, “Büyük İsrail kurulacak, Türkiye’nin batısı AB’ye, doğusu büyük İsrail’e ayrılacak” ifadesiyle dile getirilen korku. (4) Toplumsal ayrımcılık üzerinden üretilen “Eski gayrimüslim muhitleri yeniden ihya edilerek, ticaret, turizm ve kültür amaçlı özerk bölgeler haline getirilecek” korkutma cümlesi. (5) “Anadolu’da önemli maden yatakları var ve bunlar parsellenerek el değiştirecek” cümlesiyle dışı vurulan zayıf karakter korkusu. Kısacası; her ideolojiye, siyasi düşünceye, inanca, mezhebe ve etnik yapıya uygun onlarca korku senaryoları hazır!
Sorunlu Anlayış Aşılmalı
Yakın tarihi dikkatlice inceleyen herkes, üretilen korkuların sahte olduğunu, gerçeklikle bağının olmadığını ve belirlenmiş amaçlara matuf olduğunu görür. Hepsinin ortak özelliği; kendini, halkını, ülkesini, devletini ‘cüce’ gören, kör ve sakat anlayışın ürünü olması. Tam da bu noktada, meselenin özünün farklı olduğu gerçeğini görmek lazım. Çünkü asıl mesele, üretilen korkular ve bunların gerçekliği değil, bunlar üzerinden halkın, vatandaşın ve devletin neye razı edilmek istendiği.
Halkın, vatandaşın farklı korkuların etkisinde olması anlaşılabilir. Sorunlu ve yanlış olan, yönetici kadroların, siyaset kurumunun korku üretmesi veya üretilen korkulara teslim olması. Bu, ülkenin geleceği açısından büyük sorunlara dönüşebilir. Çünkü bu psikoloji üzerinden ‘esir’ alınan siyaset kurumu ve yönetici kadro genel olarak olan bitene karşı aklı değil, tepkiselliği devreye koyar. Hatta, kendilerinin halk tarafından seçilmiş kişiler olarak görmekten uzaklaşır ve her gelişmeyi belirli güçlerin üzerinden okumaya çalışır. En kötüsü ise sağlıklı bir gelecek perspektifinden yoksunluktur.
Üretilen korkular üzerinden ‘zaman kazanılabilir’ ama gelecek kurulamaz. Toplumsal çimento işlevi görmesi gereken sosyal sözleşme bu tür atmosferlerde vücut bulmaz. Çünkü toplumun otantik/sahih kimlikleri, yöneten elitin lügatinde, ‘bölücü’, ‘mürteci’, ‘hain’, ‘kökü dışarıda’ şeklinde kodlanıyor. Bunlar ile toplumun kavram setleri arasındaki fark her geçen gün artıyor. Bu farkı görünmez kılmak için ise her dönemde yapılan tek şey, daha fazla korku pompalamak ve toplumsal kesimleri kriminalize etmek.
Sonuç itibarıyla; kendi tedbirlerini alarak korkutmalara teslim olmamak, üretilen korutmaları boşa çıkartmak ve bunanla birlikte toplumsal dayanışma zemini tahkim etmek önemli. Dikkat etmemiz gereken diğer konu ise korkutmanın genellikle, Soğuk Savaş beslemesi aktörler üzerinden yapıldığı gerçeğidir. Bunlar ‘görevlendirilmiş’ isimler ve yürüttükleri faaliyetler görevlerinin ana unsuru. Çıkış; milletin tüm fertlerinin elbirliğiyle hareket ederek, korku tacirlerini deşifre etmesidir. Ama daha önemlisi, bunlardan ve halka dayatılan anlayıştan kurtulmak için hukuk devleti ilkesini tam anlamıyla tahkim etmek, egemen kılmak ve devletin demokratik dönüşümü için çabalamaktır.