Potansiyeli Heba Etmek…
Yerli ve milli kavramlarının bu kadar çok kullanıldığı bir vasatta; topraktan suya coğrafyanın, kültürel mirasın ve insan kaynağının bu kadar kolay heba edilmesinin ironisini ne zamana kadar yaşayacağız? Bugünün sorusu da bu, geleceğin sorusu da…
TDK, potansiyel kavramını, “gizli kalmış, henüz varlığı ortaya çıkmamış olan, gelecekte oluşması ve gelişmesi mümkün olan, kullanılmaya hazır güç, yetenek” olarak tanımlıyor. Bireyler için olduğu kadar toplumlar için de bu kavramı, mevcut şartların, kaynakların, fırsatların en iyi şekilde kullanılması ya da kullanıldığında ulaşılacak durum olarak tanımlamak mümkün. Bir anlamda gizli güç. Gizli, çünkü kullanılana ve daha da önemlisi doğru kullanılana kadar etki ve değer üretmeyecek bir durum.
Son haftalarda sanayi, tarım, turizm, akademi ve sivil toplum, kısacası farklı sektörlerden katılımcılarla birkaç ayrı şehirde bir araya geldiğim toplantılarda bulundum. En çok duyduğum kavram haliyle potansiyel oldu. Turizmden tarıma sektörler farklı ancak deneyimler benzer. Çoğu şehirde var olan kaynakların, becerinin değerlendirilmesi bir yana, mevcut yönetimin, kurumların içinde bulunduğu krizle bugünün olduğu kadar geleceğin de tüketildiği hep potansiyel kavramı üzerinden dillendirildi. Yapısal sorunlara karşı günübirlik politikalar, yerelin ihtiyaçlarına, sosyo-kültürel yapısına uymayan çözümler, muhatap alınmama, alındığında etkisiz dekoratif diyaloglar, yanlış politikalarla var olan tarım, sanayi, turizm girişimlerine darbe vurulması…
Türkiye’de son yıllarda ekonomi, adalet, eğitim ve diğer toplumsal alanlarda yaşanan sorunlarla gündelik hayat, mevcut şartların giderek ağırlaşmasıyla potansiyelin de kelimenin tam anlamıyla heba edildiği bir pratiğe sahip. Her geçen gün daha da kötüleşen tablonun etkilerinin sadece bugünle sınırlı kalmadığını, aksine mevcut işleyiş ve mekanizmaların aynı şekilde sürmesi halinde geleceğin de heba edildiğini insan kaynağı ve doğal kaynaklar üzerinden düşünmek yeterli…
Eşitsizlik ve Tahribatlar
Türkiye’de eğitim sisteminde giderek derinleşen eşitsizlikler, eğitimin fırsat olma vasfını yok ederken gençlerin potansiyelini de sınırlandırıyor. Potansiyeli yok eden sebepler eşitsizlikle sınırlı değil, nepotizmin, ayrımcılığın yapısallaşması ve daha nice konu… Mülakat sistemiyle bazı gençlerin gelecek kurma şansı yok edilirken bazılarına ise sınırsız imkânlar sağlanıyor. Gençlerdeki umutsuzluk ve gelecekle ilgili güvencesizlik duygusunun kökeninde, hasbelkader iyi bir eğitim alsalar da var olan sistemde liyakatin asla yeterli olmayacağını, çok farklı örneklerle deneyimlemiş olmaları. Hastanede erken randevu bulabilmenin bile ilişkilere, tanıdıklara bağlı olduğu bir sistemde potansiyelin gerçekleştirilmesinden bahsetmek ne kadar mümkün olabilir? Hele de mülakat sisteminin kaldırılmasının seçim vaadi olarak verilip yerine getirilmediği bir ülkede… Gençlerin yüksek rakımlı mevkilere veya ‘doğru insanları’ tanımadığı için hayalini kurduğu işe ulaşamaması sadece kişisel bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal bir konu. O yüzden yıllardır geleceğini başka ülkelerde arayan gençleri konuşuyoruz.
Doğal kaynaklar da tıpkı insan kaynağı gibi hor kullanılıyor. Türkiye, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri bakımından önemli bir potansiyele sahip. Ancak madencilik sektöründeki plansız ve kontrolsüz faaliyetler, bu potansiyeli ekonomik bir faydaya dönüştürmekten çok çevreyi ve ekosistemi tahrip eden bir araç haline getiriyor. Sürdürülebilirlik ilkesi göz ardı edilerek yapılan maden çıkarma işlemleri, kısa vadeli kazançlar uğruna gelecekteki doğal zenginlikleri tüketiyor, geri döndürülemez tahribatlar oluşturuyor. Madencilik faaliyetlerinin ekosisteme verdiği zarar, sadece doğayı değil, tarımı, su kaynaklarını ve o yörede yaşayanların geçim kaynaklarını da tehdit ediyor. Toprağın verimliliğinin azalması, suyun kirlenmesi, tarımsal üretimin sekteye uğraması ve daha nice sorunlar yaşanıyor.
Uzun uzun cümleler kurmaya gerek yok, binlerce yıllık tarih ve doğal miras olan Latmos dağlarından Karadeniz’e, İç Anadolu’dan Akdeniz’e, Trakya’ya, Kaz Dağları’na, kısacası birçok bölgenin aynı tehlikeyle karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Yöre sakinleri, ekoloji dünyası bu tahribata karşı durmaya çalışıyor ancak yeterli gelmiyor.
Geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğim bir şehit ailesi, oğullarının yıllarca iş aradığını ama geçilemeyen mülakatlar, bulunamayan hatırlı kişiler sebebiyle son çare olarak sözleşmeli asker olduğunu anlatırken, “Şimdi herkes ziyaretimize geliyor. Keşke oğlumuzu kaybetmeseydik de kimseyi de tanımasaydık” dedi. Hep yazıp duruyorum çocuklarımızı kaybetmeden de kıymet vermemiz, yaşatabilmemiz lazım. Yerli ve milli kavramlarının bu kadar çok kullanıldığı bir vasatta; topraktan suya coğrafyanın, kültürel mirasın ve insan kaynağının bu kadar kolay heba edilmesinin ironisini ne zamana kadar yaşayacağız? Bugünün sorusu da bu, geleceğin sorusu da…