Taliban ve Dünya Yeni Bir Gerçeklikle Karşı Karşıya
Afganistan’ın hem Rusya, Çin ve İran’la hem de Pakistan gibi komşularıyla ortak bir gaye edinmesini onaylamayabiliriz. Ama Afganistan’ın teröristlere ev sahipliği yapmasını ya da eroin ticareti ve mülteci akınına önayak olmasını engellemenin tek yolu böyle bir bölgesel düzenden geçiyor.
Taliban’ın ortaya çıkışına ilişkin açıklamaların çoğu, grubun 1990’lardaki gelişimini Suudilerin finanse ettiği ve Pakistan liderliğinde yürütülen bir projeye bağlar. Söz konusu projenin amacı, Sovyetler Birliği’nin çekildiği Afganistan’da Suudiler için İran’ı, Pakistan için de Hindistan’ı uzakta tutacak İslami bir devlet kurmaktı. Buna gerek duyulmuştu; çünkü ABD’nin yardımıyla Sovyetleri ülkeden çıkarmış olan mücahitler, kendi aralarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle bir hükümet kuramayacak kadar ayrışmış durumdaydı. Ama Taliban, mücahitlerin yıktığı bu Marksist devletin varisiydi. İslamcılar da, Soğuk Savaş döneminin sömürgecilik karşıtı hareketlerinin çoğuna benzer biçimde, ideolojik ve tek partili bir devlet modelini benimsemişti.
Taliban, küresel düzeyde tarihsel bağlamı çok öncede kalan bu Soğuk Savaş modelinin gecikmeli destekçisiydi. Afganistan’da bulunan Taliban emirliği, Soğuk Savaş modelini benimseyen tek başarılı İslam devleti İran’dan farklı olarak, henüz gelişimini tamamlamamıştı, zorbaydı ve dengesizdi. Ancak pre-modern İslamcı devlet modellerinin aksine, krallar, aristokratlar, komutanlar ve hatta geleneksel olarak Afganistan’ın önceki hükümdarlarına danışmanlık eden ve onları destekleyen din adamlarını dahi yönetime dahil etmeden, bir ideolojik grubun kolektif hakimiyetini tesis ederek, Sovyet modeline sadık kalmıştı. 1990’ların Taliban’ı Orta Çağ’ı temsil etmekten ziyade, 20. yüzyıldan miadını doldurmuş bir moderniteye karşılık gelmekteydi.
Taliban aynı zamanda, İslamcılığın çağ dışı kalmış bir ideolojik devlet vizyonuna küresel düzeyde karşı çıkıldığı ya da itibar edilmediği bir zamanda ortaya çıkan son İslamcı hareketlerden biriydi. Bu durum kısa zaman sonra, El Kaide’nin Afganistan’ın yoksulluğundan, istikrarsızlığından ve uluslararası düzeyde tanınmamasından faydalanarak buraya sığınmasıyla belirgin bir hal aldı. El Kaide, Taliban’dan farklı olarak, Soğuk Savaş sonrası bir hareketti ve kendini, Batılı düşmanları gibi, devletin sonuçtan çok bu sonuca varmayı sağlayan bir araç olarak görüldüğü küresel bir projeye adamıştı. İslamcılığı siyasetin radikal uçlarından alacak; merkeze ve hatta kimi zaman da liberalizme doğru taşıyacaktı. 11 Eylül sonrasında Müslüman Kardeşler ve Nahda gibi partiler arasında, seçim gücüne ve kapitalist ekonomiye dayanan sözde Türkiye’deki iktidar modeline rağbetin artması bunu örneklemektedir.
Maceraperest olarak Afganistan’a gelen El Kaide mücahitleri, sonunda kendilerini misafir eden ev sahiplerini yok eden parazitlere dönüştüler. Taliban 11 Eylül saldırılarını, – El Kaide’nin bu olaydaki sorumluluğuna ilişkin soruşturmalar yürüterek ya da onları ABD’ye teslim ederek- ihtiyaç duyduğu uluslararası tanınmaya giden yolda bir fırsat olarak kullanabileceğini sanmış görünüyor. Böyle olunca, bir taraf kaybederken diğerinin bu kayıptan kazanç sağlayacağı karşı karşıya gelişlerden ziyade, anlaşmaya varma ve bağlılıkların değişimine dayanan klasik Afgan savaşı jesti olan ABD işgaliyle mükemmel bir biçimde “eriyip kayboldular.” Burada ideoloji, bir varoluş koşulu olmaktan çok kendi kendini ortadan kaldırabilir bir davaya bağlılığa işaret eder.
Taliban iktidara 20 yıl önce iktidarı bıraktığı yolla, Batı’nın savaş suçları, yolsuzluk ve yetersizliğinin ardından yapılan pazarlıklar ve bağlılıkların değişimiyle, döndü. Rejim değişikliği şu ana kadar dikkate değer bir biçimde şiddet içermedi, ayrıca Sovyet anlatısını bırakıp, Amerikan anlatısına geçen bir Taliban söz konusu. Taliban’ın affa ve dahil olmaya yönelik açıklamaları ikiyüzlülüğünü değil, İslamcılığın başarısızlığını gösteriyor olabilir. Zira, Taliban’ın en büyük düşmanı karşısında yumuşadığı uluslararası toplum ya da liberal Afganlar değil, önemini kaybeden el Kaide’den küresel düzeyde bir saldırganlığı devralmış olan İslam Devleti örgütü (IŞİD).
IŞİD ABD öncülüğündeki Irak işgalinin ürünü ve ABD ve koalisyon güçleri gibi Afganistan’daki küresel siyasetin rolünü temsil ediyor. El Kaide ve IŞİD, Afganistan’ı küresel operasyonları yöneteceği bir üs olarak kullandıysa, ABD ve müttefikleri de terörizmi terörle mücadeleyle değiştirerek aynısını yapmıştı. İkisinde de asıl amaçlar ve durumdan fayda sağlayanlar, başta Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da olmak üzere, başka yerdeydi. Afganistan ise para kazanılabilecek ve kariyer yapılabilecek ve akabinde geri dönülebilecek bir gösteri yeriydi. Bu arada da, diplomatlardan, askeri yetkililere yardımcı olan destek isçilerine ve taşeron yüklenicilere kadar, burada geçici olarak kalanlara hizmet eden yapay bir ekonomi yaratıldı.
İster el Kaide ve IŞİD, isterse ABD ve müttefikleri olsun küresel odağın bu taraflar üzerinde olması Afganistan’a istikrar kazandırmayı imkansız hale getirdi. Bunlar, Afganistan’ın karşılıklı güven ilişkisiyle bölgeye sıkı sıkıya bağlanması için elzem olan ticari ve siyasi ilişkilerini geliştirebileceği bölgesel bir bağlama yerleşmesine engel oldu. ABD ise bilakis, Afganistan’ın İran, Rusya ve Çin ile ilişkilerini, tamamen bozmakla değilse de sınırlandırmakla ilgiliydi. Bu da sadece bölgesel güçlerin Afganistan toprağı üzerine vekaleten savaşmasına, en önemlisi de Hindistan ve Pakistan’ın bu savaşta diğerine karşı daha etkili olmaya gayret etmesine yol açtı. ABD, Afganistan’da barış sağlamayı imkansız hale getiren bu çatışmaları durduramadı.
Afganistan on dokuzuncu yüzyıldan bu yana küresel ya da büyük güçlerin arasında (Britanya ve Rus imparatorluğu, ABD ve Sovyetler ya da Batı ve İslamcı mücahitler) rekabet alanı oldu. Bu çatışmaların, dışarıya göç akını ve uyuşturucu akışı da dahil olmak üzere, günümüze kadar uzanan başka türden küresel sonuçları vardı. Şimdiki görev, ABD ve Birleşik Krallık gibi uzakta duran güçlerin müdahalesinin sadece engel olabileceği bir şey, Afganistan’ın küresel bir mesele olarak görülme sürecini tersine çevirmek. Bu güçlerin Afganistan’dan çıkışı, tek bir ülkenin Afganistan’ın kontrolünü ele geçiremeyeceği bölgesel bir çözüm ihtimaline vesile oluyor. Bunu başarmaksa siyasi olgunluk gerektiriyor ama amaç barış sağlamaksa başka seçenek yok.
Afganistan’ın önünde duran gerçek seçim, yozlaşmış bir cumhuriyet ile dogmatik bir emirlik arasında bir seçim değil, barış için küresel mi yoksa bölgesel mi yaklaşımların benimseneceğine dair bir seçim. Taliban bölgesel seçeneği, IŞİD ve uluslararası toplum ise, farklı bakımlardan, küresel olanı temsil ediyor. İktidardan uzak kaldığı yirmi yıl Taliban’ın eski düşmanı İran gibi komşularıyla ilişkilerini geliştirmesini, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi sabık dostlarını ise ilişkilerinin dışında bırakmasını sağladı. Arap Baharı’ndan sonra İslam karşıtı kampta yer alan bu Basra Körfezi ülkeleri, kendilerinin yerine Katar ve Türkiye gibi İslamcı devletlerin tavsiyelerine yönelen Taliban içindeki nüfuzunu kaybetti.
Afganistan’ın hem Rusya, Çin ve İran’la hem de Pakistan gibi komşularıyla ortak bir gaye edinmesini onaylamayabiliriz. Ama Afganistan’ın teröristlere ev sahipliği yapmasını ya da eroin ticareti ve mülteci akınına önayak olmasını engellemenin tek yolu böyle bir bölgesel düzenden geçiyor. Taliban uluslararası tanınma ve destek istediğine göre, onunla ilgilenmek, Afganistan’ın çoğulcu bir çevreye bölgesel entegrasyonuna olanak sağlarken, sosyal, siyasal ve iktisadi hayatını değiştirmek için de en iyi fırsatı sunabilir. Daha fazla müdahale ve müeyyide çağrısında bulunmak başka bir iç savaş riski almaktır ve bu nedenle Batı’nın çıkışı bir fırsat oluşturmuştur.
Bu yazı Newlines Magazine sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.