Türkiye ve Avrupa: Bilindik Hikâyenin Belirsiz Geleceği
Türkiye ile AB’nin sorunlu ilişkilerinin önümüzdeki yıllarda ne şekilde gelişeceğini şimdiden kestirebilmek oldukça güç görünüyor. İlişkilerin seyrinde Türkiye’nin iç siyaseti, Avrupa’daki gelişmeler ve Amerika seçimlerinin sonucu ve akabinde uygulanacak dış siyaset belirleyici olacak.
Türkiye’nin Batı’yla, özelinde ise Avrupa’yla ilişkilerinin geleceğine yönelik belirsizliğin gittikçe arttığı bir dönemden geçiyoruz. Son dönemde Rusya’yla olan yakınlaşma; Libya ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan, Kıbrıs ve Fransa’yla yaşanan sorunlar, Avrupa Birliği’nin (AB) Doğu Akdeniz’deki anlaşmazlıklar kaynaklı Ankara’ya yaptırım kararı başta olmak üzere, yakın dönemde Türk dış politikasını meşgul eden birçok konu, Türkiye’nin Avrupa’yla olan inişli çıkışlı ilişkisini süresiz bir gerginliğe bırakmış görünüyor. Nitekim derinlemesine incelendiğinde geçtiğimiz yıl boyunca da Türkiye’nin hem AB ülkeleriyle hem de bir uluslararası kurum olarak AB’yle ilişkilerinde sorunların önemli ölçüde arttığını görüyoruz.
Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde uzun yıllardır herhangi bir ilerleme kaydedilemiyor. Müzakere süreci durmuş durumda; hem Kıbrıs sorunu hem de Türkiye’nin iç yönetişim sorunlarından ötürü hiçbir müzakere başlığı kapatılıp açılamıyor. Müzakere süreci fiilen durmuş olsa da, her iki taraf da süreci resmen rafa kaldırmaktan çekiniyor. Türkiye’nin AB üyeliği talebi artık daha çok kâğıt üzerinde kalmış olsa da, Türkiye’nin iç siyasetindeki yoğun Batı karşıtı retorik müzakere sürecinin fiilen durdurulmasına ilişkin resmî bir talebi beraberinde getirmiyor. AB tarafı da hâlihazırda çok düşük profilli seyreden ilişkilerin daha da olumsuz bir seyre evrilmemesi ve kısmen de uzun vadede ilişkilerin seyrinin değişmesi durumunda, Türkiye’ye yönelik etkili bir politika aracının kaybedilmemesi için müzakereleri askıya almaya yanaşmıyor.
AB Sürecinden Avrupa ile İlişkilere
Bu yaklaşım, üyelik perspektifinin öngörülebilir bir gelecekte mümkün olmaması, hâlihazırda Brexit ve sağ popülizmin yükselmesi gibi iç krizlerle meşgul olan ve genel olarak genişleme politikasına mesafeli duran AB’nin güncel çıkarlarıyla da örtüşüyor. AB’nin, Fransa’nın engellemesi üzerine isim değişikliğini türlü güçlüklere rağmen gerçekleştirebilmiş Kuzey Makedonya’yla müzakereleri açmamış olması, Birliğin daha uzunca bir süre kendi içerisine odaklanacağını gösteriyor. AB bu noktada, yönetişim performansları halihazırdaki üye ülkelerin en zayıflarından daha iyi olmayan hiçbir ülkeye ciddi bir üyelik perspektifi vermek istemiyor. Bununla paralel olarak, özellikle de Fransa’nın talebi üzerine, tüm genişleme politikasına ilişkin prosedürleri gözden geçirerek aday ülkelerin karşılaşacağı engelleri artırıyor.
Türkiye’nin kendi iç dinamikleri nedeniyle de, üyelik perspektifinin yakın gelecekte ortadan kalkmasıyla AB ile ilişkileri ancak belirli ve kısıtlı politika alanları üzerinden gerçekleşiyor. Bu politika alanlarının en başında Gümrük Birliği ve mülteci anlaşması geliyor. Ancak bu iki alandaki iş birliğinin kendi içinde sorunlar yaratıyor olması aradaki zaten az ve kırılgan olan güveni daha da zayıflatarak ilişkileri daha da sorunlu bir hâle büründürüyor. Örneğin; Gümrük Birliği anlaşması iki taraf için de sağlıklı işlemiyor, ancak Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları karnesi gerekçesiyle başta Almanya olmak üzere AB üye ülkeleri Gümrük Birliği’nin revizyonu görüşmelerini yürütmesi için ihtiyacı olan yetkiyi AB Komisyonu’na vermiyor. Keza mülteci anlaşması iki taraf arasındaki güvensizliği daha da artırmaya hizmet ediyor. Türkiye, sıklıkla Avrupa’nın mülteciler konusunda kendi üzerine düşen sorumluluğu yeterince yerine getirmediğini vurgulayarak, Avrupa’yla ilişkilerin krize girdiği anlarda mülteci anlaşmasını ilhak edip Avrupa’ya dolaşımların yolunu açacağının sinyallerini vermekten imtina etmiyor. Bu da Avrupa’da Türkiye’ye ilişkin korkuları artırarak ülkeye karşı duyulan güvensizliği besliyor. Avrupa ülkelerindeki iktidar partileri de çoğu Avrupa ülkesinde yükselişte olan mülteci karşıtı sağ popülist hareketlerin güçlenmesine daha fazla fırsat vermemek için mülteci anlaşmasını her koşulda savunarak Türkiye’deki demokratik gerileme ve insan hakları ihlallerine karşı nispeten sessiz bir tutum sergiliyor. AB ilerleme raporları bu konulara dikkat çekse de, siyasi liderler genellikle eleştiri yapmaktan imtina ediyor. Bu durum da, günümüzde Türkiye-AB ilişkilerini ‘değer temelli’ olmaktan uzak ve çok sağlıklı işlemese de tamamen ‘işlevsel temelli’ bir ilişki modeline çeviriyor. AB’nin Türkiye demokrasisi için dönüştürücü bir çıpa olarak nitelendirildiği 2000’lerin başına kıyasla, AB’nin Türkiye üzerindeki normatif gücünün neredeyse tamamen ortadan kalkmış olduğu bir dönemden geçiyoruz.
AB ile olan ilişkiler üyelik perspektifinden uzaklaşıp belirli politikalara odaklandıkça, Türkiye’nin Avrupa’yla olan ilişkileri de Birlikle olan kurumsal ilişkiler üzerinden değil, daha çok bireysel Avrupa devletleriyle olan ilişkiler üzerinden yürüyor. Burada da Almanya ve Fransa gibi Avrupa siyasetinde etkin temel ülkelerin pozisyonları belirleyici oluyor. Örneğin; mülteci anlaşması esas Almanya ile müzakere edilirken, Libya ve Doğu Akdeniz konusunda karşıt pozisyonlarda olunduğu halde ağırlıklı olarak Fransa muhatap alınıyor. Bölgede Suriye ve Libya savaşları, Amerika’nın geriye çekilmesi ile daha da güçlenen Rusya’nın ağırlığı ve enerji kaynakları paylaşımı temelli anlaşmazlıklar sayesinde jeopolitiğin yükselişe geçmiş olması da bu eğilimi güçlendiriyor. Jeopolitik meseleler söz konusu olduğunda güçlü bir dış ve güvenlik politikasına sahip olmayan AB yerine, devletlerin pozisyonları belirleyici oluyor. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklı gerilim, Türkiye’nin Rusya’yla gittikçe yakınlaşması ve Suriye politikası gibi temel jeopolitik meseleler de Türkiye’nin birçok Avrupa ülkesiyle ters düşmesine neden olarak, NATO içerisinde de çatlakları derinleştiriyor. Öte yandan Rusya ile özellikle Suriye konusu üzerinde yaşanan görüş ayrılıkları, en son İdlib örneğinde görüldüğü üzere, Avrupa devletleri nezdinde inandırıcılığını önemli ölçüde yitirmiş Türkiye’nin yine ihtiyaç duyması durumunda Avrupa devletlerine çağrıda bulunmasına neden oluyor.
Farklılaştırılmış Entegrasyon
Bu gerçekten de hareketle, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin geleceğinde ülkenin ve Avrupa’nın iç dinamikleri kadar küresel gelişmelerin de belirleyici olacağını söyleyebiliriz. Türkiye’de muhtemel bir yeniden demokratikleşme sürecinin özellikle AB ve Almanya ile ilişkileri daha olumlu yönde etkilemesi ve hâlihazırda ilerleme kaydedilemeyen Gümrük Birliği’nin revizyonu ve vize serbestisi gibi alanların önünü açması beklenebilir. Ancak burada akılda tutulması gereken önemli bir etken, Avrupa’nın da önemli değişikliklerden geçtiği bir süreç içinde olduğudur. Özellikle İngiltere’nin AB’den çıkış kararını takiben Avrupa’da farklılaştırılmış entegrasyon kavramı daha fazla gündeme gelmeye başlamıştır. Bu kavram, AB’nin içinde ve dışındaki Avrupa ülkelerinin, ortak çıkarları ve kaynakları uyarınca farklı politika alanlarında daha derin entegrasyon modelleri oluşturmasına tekabül ediyor. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin de AB ile farklılaştırılmış entegrasyon olarak nitelendirilebilecek bir ilişkisi var.
Jeopolitik Avrupa ve Türkiye
Örneğin; Türkiye tam üye olmasa da Gümrük Birliği anlaşması ile AB’nin ticaret politikasına, Erasmus/Horizon 2020 gibi programlarla araştırma politikasına dahil oluyor. Farklılaştırılmış entegrasyon tartışmalarının iki boyutu an itibarıyla Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Bunlardan ilki, jeopolitik başlıkların yükselişte olduğu bir dönemde Trump liderliğindeki Amerika’nın NATO’da ifadesini bulan transatlantik ittifaka mesafeli durması ve böylece AB’nin tarihinde ilk kez otonom bir savunma ve güvenlik politikası geliştirme ihtiyacını yoğun bir şekilde hissetmesi. Bu alanda atılan PESCO (Savunma Alanında Daimî Yapılandırılmış İş Birliği) gibi adımlar halen çok zayıf olsa da, özellikle Trump’ın Amerika’da yeniden başkan seçilmesi durumunda farklı girişimlerle güçlenmesi bekleniyor. Nitekim Avrupa için “stratejik otonomi” kavramını ortaya koyan Fransa’nın, bu konuda çok daha istekli olduğu, Almanya’nın ise Amerika seçimlerine kadar beklemeyi tercih ettiği biliniyor.
Tartışılan seçenekler arasında İngiltere’yi de içeren ve daimî üyelere sahip bir Avrupa Güvenlik Konseyi oluşturulması da bulunuyor. Tüm bu gelişmeler NATO üyesi olan Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Farklılaştırılmış entegrasyon kapsamında Avrupa’da savunma ve güvenlik odağının NATO’dan ‘otonom ve Avrupa temelli’ bir yapıya kayması ihtimali Avrupa’yla ilişkilerini yoluna koyamamış bir Türkiye için dış politikada daha fazla ve daha yüksek riskli bir yalnızlık olasılığını barındırıyor.
Farklılaştırılmış entegrasyona ilişkin güncel tartışmaların Türkiye’yi yakından ilgilendiren ikinci bir boyutu da yerel yönetimleri içeriyor. AB üyesi olan, ancak demokratikleşme sorunları yaşayan Polonya ve Macaristan gibi üye ülkelerin yerel yönetimleri, başta temel hak ve özgürlükler, göç ve iklim değişikliği gibi konular olmak üzere birçok alanda merkezi otoriteye karşıt tutumlar benimseyerek yerel yönetimler arası ulus ötesi iş birliğinin de önünü açıyorlar. Nitekim Aralık 2019’da bir araya gelen Varşova, Budapeşte, Prag ve Bratislava belediye başkanları AB’ye de çağrıda bulunarak, merkezi yönetimlerin devreden çıkartılarak kendileriyle bizzat çalışılmasını talep etti. Merkezi yönetim ve yerel yönetimler arasındaki makasın gittikçe açılmakta olduğu Türkiye’nin de AB’nin ‘yerel’ ile geliştireceği farklı iş yapma pratiklerini yakından takip etmesi gerekiyor.
Tüm bu tartışmalar, Avrupa’daki tüm çalkantılara ve Türkiye’de siyasi düzeydeki yoğun Batı karşıtı retoriğe rağmen, iki tarafın da birbirinden tamamen bağımsız siyaset izlemesinin zorluklarını ortaya koyuyor. AB hâlen Türkiye’nin en önemli ticaret ortağı olma vasfını korurken, Türkiye’deki yabancı yatırımların önemli bir çoğunluğu hâlen AB ülkelerinden geliyor. Mültecilerin entegrasyonu konusunda Türkiye Avrupa’nın desteğine ihtiyaç duyarken, mülteci anlaşmasının işleyişi Avrupa devletlerinin iç siyasetlerini birebir etkiliyor. Bölgedeki stratejik çıkarlar ve ittifaklar değişse de, coğrafya iki taraf arasında nihai bir kopuşu imkânsız kılıyor.
Değer Temelli Yapıcı İlişki Gereksinimi
Türkiye-AB ilişkilerinin önümüzdeki yıllarda ne şekilde gelişeceğini şimdiden kestirebilmek oldukça güç görünüyor. İlişkilerin seyrinde Türkiye’nin iç siyaseti, Avrupa’daki gelişmeler ve Amerika seçimlerinin sonucu ve akabinde uygulanacak dış siyaset belirleyici olacak. Türkiye’nin iç siyasetinde reformist bir hamle olmaması durumunda, AB ile ilişkilerde günümüzdeki hâkim olumsuz tablonun ve belirli politika alanlarında kısıtlı işlevsel işbirliklerinin sürmesi beklenebilir. Böyle bir durumda Türkiye, kırılgan ve değişken ittifaklara dayanan uluslararası konjonktürde, Avrupa ülkeleriyle de çıkar bazlı işbirliklerine gidebildiği gibi, jeopolitik kaynaklı anlaşmazlıklar yaşamaya da devam edebilir. Bu tabloda, önümüzdeki Amerikan seçimlerini Trump’ın kazanması durumunda, Türkiye’nin Avrupa’da yaşanması muhtemel savunma ve güvenlik politikası odaklı entegrasyon girişimlerinin de dışında kalması beklenebilir.
Türkiye’nin demokrasi ve hukukun üstünlüğüne dönmesi durumunda ise hem AB ile olan ilişkilerin olumlu yönde düzelmesi hem de Almanya başta olmak üzere üye ülkelerle yaşadığı birçok gerginliğin azalması beklenebilir. Bu durumda, AB’nin Türkiye ile kural ve değer temelli işbirliklerine giderek başta Gümrük Birliği ve vize serbestisi olmak üzere farklı alanlarda entegrasyona kapı açması, hatta Türkiye’nin AB’nin Batı Balkanlar genişlemesi için hazırlamakta olduğu yeni genişleme süreçlerine tâbî olması ve bu yolla da Türkiye’nin AB’ye entegrasyonunun ilerlemesi mümkün olabilir. Avrupa ile değer temelli yapıcı ilişkiler kurabilen bir Türkiye, dış politikada da daha dengeli ve inandırıcılığı yüksek bir aktör olarak günümüzde yaşadığı savrulmalara daha az maruz kalacaktır.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.