Washington Türkiye’ye Nasıl Bakıyor?
Uzun süredir takip ettiğim Türkiye-Amerika ilişkilerinde esas paradigma “Türkiye’yi kazanmak ya da kaybetmek” üzerine kurulmuştu. Bu paradigmanın yerini Türkiye yorgunluğu almış. S-400’ler sorunundan İsveç’in NATO üyeliğinin bloke edilmesine kadar geniş bir yelpazede, Türkiye-Amerika ilişkilerinde yaşanan “güven sorunu” artık “yorgunluğa” dönüşmüş.
Washington, Boston ve Middlebury’de 10 gün süren; yaptığım konuşmalar, toplantılar ve görüşmelerle geçen Amerika seyahatimden geri döndüm.
Bu yıl Amerika’da Başkanlık seçimleri var. Biden ve Trump arasında geçecek. Hakkında farklı konularla açılan davalara rağmen Trump, Cumhuriyetçilerin adayı olacak gözüküyor.
Biden, tüm sağlık sorunlarına rağmen, “Trump’ı bir tek ben yenebilirim” iddiasıyla Demokratların tek adayı.
Koskoca Amerika, ikisi de çok yaşlı ve sorunlu iki adayın rekabetine indirgenmiş gözüküyor. Amerikalıların yüzde 70’ine yakını bu indirgenmeden hiç hoşnut değil ama seçime gidip oyumuzu atacağız diyorlar.
Hem Başkanlık seçimleriyle hem Türkiye-Amerika ilişkileriyle ilgili notlar almak hem de Türk dış politikası üzerine davetli olduğum konuşmaları yapmak için Amerika’dayım. İzlenimlerimi, Perspektif ve Karar gazetesinde çıkan, “Batı-Sonrası Dünya, Stratejik Otonomi ve Türk Dış Politikası” yazımın devamı olarak da yazıyorum.
“Batı-sonrası dünya” ve “stratejik otonomi” kavramları Amerika’daki dış politika ve dünya siyaseti tartışmalarında da önemli görülüyor.
Trump Geri Dönüyor
Ocak 2020’de konuşmalar ve toplantılar için Atlanta ve New York’tan sonra Washington’daydım. Farklı siyasi görüş ve kurumlardan gelenlerin ortak görüşü ve ruh hali, “Büyük endişe içindeyiz, Trump seçimleri yine kazanacak” üzerineydi. O zaman dönüşümde “Trump yine kazanıyor. Amerika, ikinci Trump dönemine endişe içinde hazırlanıyor” diye yazmıştım.
Büyük ölçüde Trump’ın COVID salgınında çok kötü performans göstermesi nedeniyle Biden Başkanlık seçimini kazanmış; büyük umutlar ve başta “demokrasiyi yeniden canlandırmak” iddiasıyla başkanlık koltuğuna oturmuştu.
Dört yıl sonra, Ocak 2024’te, COVID döneminden sonra yine Washington’dayım. İlginçtir, genel söylem ve ruh hali dört yıl öncesinin aynı. Değişen hiçbir şey yok. Sanki, tarih tekerrür ediyor.
Kimle konuşsam, “Büyük endişe içindeyiz. Trump geri geliyor” diyor. Ve ekliyorlar: “Bu sefer geçen seferden çok daha kötü ve sorunlu olacak. Belirsizlik ve sorunlar daha da artacak.”
Geleceğe büyük belirsizlik ve güvensizlik içinde bakmak, bu dönemde yapılan “Davos Toplantısı”nda da ortaya çıkmıştı. Trump taraftarları hariç, Trump’ın geri dönüşü endişeleri artırıyor. Gerçi Biden yönetiminin dış politikası ve söz verdiği fakat unuttuğu demokrasiyi canlandırma alanlarındaki performansı çok kötüydü.
Amerikan seçimlerinde ekonomik başarı ya da başarısızlık önemlidir. İlginçtir; Biden yönetiminin dört yılda belki de gerçekleştirdiği tek başarı ekonomi alanında oldu. Hayat pahalılığı olmakla birlikte, işsizlik çok düştü, ekonomi canlandı, maaşlar arttı. Ekonomide rakamlar çok iyi. Ama Biden buna rağmen kaybedebilir.
Anketler, Biden ve Trump’a yüzde 50-50 şans veriyor ama genel havayı “Trump geri gelecek” şekillendiriyor. Ekonominin seçimlerde temel belirleyici olduğu Amerika’da, bu sefer “güvenlik”, “Amerika’nın küresel yeri ve hareket tarzı” ile “kimlik” alanları oy tercihlerini belirleyebilir ve Trump kazanabilir.
Dünya ve Liderler Trump’ı Bekliyor
Amerika, seçimler dolayısıyla dikkatini içeriye verirken, dışarıda dünya siyasetine damgasını vuran savaşlar ve otoriter ve popülist siyasetler devam ediyor, hem de güç kazanarak.
Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesiyle başlayan “Ukrayna Savaşı” 2024’te de devam edecek. 7 Ekim’de Hamas’ın terör saldırısından sonra başlayan ve bugün “soykırım” düzeyinde bir trajediye yol açan “İsrail’in Gazze’yi işgali” ve İsrail-Filistin meselesinin “bölgeselleşme” riski giderek artıyor.
Bu iki savaş ve farklı coğrafyalarda savaşların başlama olasılığının yüksek olması, 2024 ve yakın geleceğin birinci riskinin “savaş” olmasına yol açarken, bugünün doğasının da “güvenlik dönemi” olarak şekillenmesine yol açıyor. Balkanlar, Kafkasya, Avrasya başta olmak üzere Afrika ve Güney Asya’da “çatışma” ve “savaş” beklentisi ve tahmini yüksek.
Böyle bir dönemde, Amerika’nın seçimleri sadece Amerika’yı değil tüm dünyayı yakından ilgilendiren niteliğe sahip. Savaşların ve çatışmaların içinde ya da gerisinde yer alan Amerika ve Biden yönetimi, bu alanlarda etkisini giderek kaybediyor.
İki önemli savaşın ana aktörleri, Putin ve Netanyahu, “Trump geri dönüyor” olasılığını satın almış durumda ve seçimlere kadar bekle-gör politikası izleme tercihi içindeler. Hindistan lideri Modi, Macaristan lideri Orban, Türkiye lideri Cumhurbaşkanı Erdoğan ve diğer liderler de Trump’ın geri döneceği üzerine pozisyonlarını alıyorlar. AB ve NATO gibi kurumlarda da “Trump tartışması” yaygınlaşıyor.
Trump’ı beklemenin iki temel sonucu var:
Birincisi, Amerika’nın savaş ve çatışma alanlarında etkisi azalıyor ve Biden dinlenmiyor;
İkincisi, dünya siyasetinde ve küreselleşmede “Batı-sonrası dünya”ya geçiş düşüncesi popülerleşiyor. Başta Amerika olmak üzere Batı; liderleri, kurumları ve modernite-demokrasi söylemiyle, artık ne küresel-bölgesel siyaseti şekillendirebiliyor ne de savaşlara ve çatışmalar çözüm referansı olabiliyor.
Batı-sonrası dünyada yaşıyoruz ve Trump’ın seçimleri kazanması bu düşüncenin daha hızlı yaygınlaşmasını sağlayacak ki hâlihazırda Amerika dahil Avrupa ve dünyada giderek güçlendiğini görüyoruz.
Büyük güçler rekabetinde kartlar Trump gelirse ciddi bir şekilde yeniden karılacak.
Türkiye Yorgunluğu
Washington’da her konuşmamda ve toplantıda, Batı-sonrası dünya düşüncesi ilgi çekiyordu ve tartışmaların önemli bir referansı konumundaydı.
Türkiye ile Batı-sonrası dünya ilişkisi de ilgi çekiyordu. Fakat hemen söyleyeyim, Batı-sonrası dünya tartışması içinde önemli örnek Türkiye değil, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkelerdi; ilgi de Afrika, Ukrayna ve Karadeniz üzerineydi.
Bunun önemli bir sebebi, “Türkiye yorgunluğu” olarak tanımlanan Türkiye ile ilişkilerin yorucu yapısıydı. Vurgulamalıyım: Uzun süredir takip ettiğim Türkiye-Amerika ilişkilerinde esas paradigma “Türkiye’yi kazanmak ya da kaybetmek” üzerine kurulmuştu. Bu paradigmanın yerini Türkiye yorgunluğu almış. S-400’ler sorunundan İsveç’in NATO üyeliğinin bloke edilmesine kadar geniş bir yelpazede, Türkiye-Amerika ilişkilerinde yaşanan “güven sorunu” artık “yorgunluğa” dönüşmüş. Türkiye’yi kazanmaktan vazgeçilmiş. Türkiye’yi kaybetme derecesinin yükselmesi engellenmeye çalışılıyor. Ama Türkiye’yi konuşmama ve alternatif aktörler arayışı içine girmek tercih ediliyor.
Bununla birlikte şu noktayı da vurgulayayım: Türkiye yorgunluğu Türkiye’yi önemsememek ya da önemsiz aktör olarak görmek değil. Aksine, Afrika’dan Karadeniz’e Türkiye önemli bir aktör olarak görülüyor, Türkiye ile işbirliği yapma isteği de dile getiriliyor. Ama son 10 yıldır Türkiye-Amerika ilişkilerinde yaşananlar ve Türk dış politikasının “al-ver ilişkisi” temelinde kurulması, güven sorununa yorgunluk sorununu da ekliyor ve ilişkilerde düzelmeyi engelliyor.
Amerikan yönetiminin Türkiye’ye yaklaşımındaki hataları kabul edenler var, hem de az sayıda değil. Ama Türkiye yönetiminin stratejik otonomi başlığında “al-ver ilişkisi” temelinde götürdüğü dış politikanın ilişkileri çok yorduğunu kabul edenler daha fazla. Bu bağlamda da S-400 alımı, Erdoğan-Putin ilişkisi ve İsveç’in NATO üyeliğine itiraz, yorgunluğun temel sebebi olarak gösteriliyor.
Türkiye yorgunluğu ama Türkiye’nin dünya siyasetinde bölgesel ve küresel önemini kabul etme, Washington’daki ruh halini özetliyor diye düşünüyorum.
Washington’dan sonra Boston ve Middleburry’ye geçtim. Oralarda da aynı ruh hali vardı.
Peki bu ruh haline karşı Türkiye ne yapmalı? Bu soruya yanıtı bundan sonraki yazımda vereceğim.