An Resimleri
Arkadaşım, Avukat Mustafa Güneş’i kaybettik. Daha çok an resmi biriktirmeyi istediklerimdendi Mustafa. Bir gün oturup hayatın muhasebesini yapmak isteyeceklerimden. Yanında hep rahat olduklarımdan. Çok üzgünüm.
Arkadaşım, Avukat Mustafa Güneş’i kaybettik. Geç vakit ofisinde çalışırken kalp krizi geçirmiş. 55 yaşında. Vefat ettiği haberini aldığımda defnedilmişti, cenazesine yetişemedim. Ardından yazarak veda etmek varmış.
90’ların hemen başında tanışmıştık Mustafa’yla. Hayatı daha heyecanla, daha kendimizi işlerin seyrine bırakarak yaşadığımız, bir şeylere inancımızın daha kuvvetli olduğu yaşlarımızda.
Düzenli, sık görüştüğüm arkadaşlarımdan değildi Mustafa. İstanbul’dan Ankara’ya geldiğinde ya da Ankara’dan İstanbul’a gittiğimde görüşürdük daha çok. İstanbul’da yaşadığım son 15 senede de arada bir. Ama çok yakın olduklarımdandı. Daha doğrusu hemen yakınlaşıp, hep yakın kaldıklarımdan. Giderek seyrelse de her buluşmamızda tanıştığımız ilk günlerdeki kadar rahat ettik birbirimizin yanında. İlk günlerdeki kadar samimiyetle konuşmaya devam ettik her ne hakkında konuştuysak. Kürtlük, mizaç ya da bilemediğim bir şeyler, belki de kendinde bir şey olarak arkadaşlık, geçen zamanın aramızdaki yakınlığı azaltmasına engel oldu. Bir de belki kuvvetli anlar. Parlak halelerle çevrili anlar. En azından benim için…
İlk kez İstanbul’da, Doz Yayınları’nın ofisinde tanışmıştık. Ortak arkadaşımız Naif Bezwan’la Fikret Başkaya’nın Paradigmanın İflası kitabının ‘manuskriptini’ götürmek ya da kitabın Doz’dan yayımlanması işini konuşmak için gittik diye hatırlıyorum. Umarım yanlış hatırlamıyorum, Fikret Hoca’nın kitabının basımı için Ankara’da görüşülen yayınevleri ‘risk almak’ istememiş, Doz da Naif’le benden manuskripti okuyup fikrimizi sormuştu. Kitabı okumuş, çok heyecanlanmış, Fikret Hoca’yla görüşüp, başlıkta bir düzeltme için onayını da aldıktan sonra Doz’a gitmiştik. Mavi Tren’le İstanbul’a giderken yanımızda bir döşek de götürmüştük galiba. Çemberlitaş’ta bir yerlerde, Doz’un ofisinde yatıp kalmıştık bir-iki gün. Mustafa, Naif ve ben. Birimiz döşekte, diğerlerimiz de kanepelerde. Etraftaki bir bakkaldan alınan ekmek, peynir ve çayla yaptığımız bir kahvaltının resimleri de belli belirsiz hafızamda.
Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciydi Mustafa o sıralarda. Ankara Fen Lisesi’nden mezun olup girmişti Boğaziçi’ne galiba. Güzel gülümsemesi, özgüveni ve sükûneti ilk aklımda kalanlardan. Bir de ey Reqîb’i ezbere bilmesi… Doz’un kitaplarında kullanılacak fontları konuştuğumuzu da hatırlıyorum, Musa Anter’i ofiste ağırladığımızı da. Bir de ‘bizimkilere’ çok güldüğümüzü.
90’larda çok bilmezdim İstanbul’u. Mustafa’nın İstanbul’u ‘gezdirdiğini’ hatırlıyorum. İstanbul’daki Kürt cemaatini de ziyaret ediyorduk galiba. Hisarüstü’ndeki öğrenci evlerinden biri miydi, başka bir yer mi, Boğaziçi’nden Kürt öğrencilerin kaldığı bir eve gittiğimizi hatırlıyorum. Gece orada mı kalmıştık, ziyaret ettiklerimiz kimlerdi, unutmuşum.
İngiliz Belgelerinde Kürdistan kitabı fikri de Doz günlerinde ortaya çıktı. Mustafa’ya kalsa her şey yapılabilirdi, her şeyi yapabilirdik. Hazır doktora için İngiltere’deyken İngiliz Dışişleri Bakanlığı arşivlerindeki belgelere de bakıyordum ve elimde epey bir belgenin fotokopisi de vardı. Başkalarını da ekleyip çevirdim ve Doz’dan yayımlandı.
Sonra bir süre ‘ortalıktan çekilmek’, kaybolmak zorunda kaldı Mustafa. Kötü zamanlardı. Vedat Aydın’ın katledilmesiyle bilinen o meşum zamanlar.
Yeniden ‘ortaya çıktığında’ Boğaziçi’ni bırakmış, İstanbul Hukuk’ta okumaya başlamıştı. Bütün o büyük değişikliklerin, bütün o altüst oluşların ortasında hep sakin kaldı Mustafa, hiçbir şey olmaz, her şeyi kolaylıkla halledebilir gibi bir havası oldu hep. Hukuk Fakültesi’ne nasıl devam etti, aklımda kalmamış.
Mezun olup avukat olduktan sonra uluslararası bir şirkette işe başladı. O günlerdeydi, Ankara’da ODTÜ misafirhanesinde kaldığımız 40 metrekarelik lojmana, kahvaltıya gelmişti. Bir arkadaşıylaydı. Ufacık evimizin ufacık salonunda yine her şey ve hiçbir şey hakkında konuşmuş olsak gerek.
Arada benim onu İstanbul’daki ziyaretlerimi ve rakının eşlik ettiği muhabbetlerimizi de hatırlıyorum. İstiklal civarında bir yerlerde, bir de Boğaz manzaralı bir meyhanede. Göztepe’deki evinde kaldığımızı, sabah arabasıyla karşıya geçip bir yerlere gittiğimizi de hatırlıyorum. Yolda arkadaşlarımızı, ailelerimizi, Kürtleri, geleceği konuşurduk. Hayatlarımız değişmiş, o da ben de ‘yerleşmiştik’ artık.
Sonra, hiç şaşırmadığım üzere, Mustafa çok başarılı bir avukat oldu ve büyük bir hukuk bürosu kurdu. Biz de seyrek de olsa buluşmaya devam ettik. Artık İstanbul’daydım ve buluşmalarımızda Helin, Roza, Şengül ve Tümay da vardı. Moda’daki bir kahvaltımızın resimleri halen hafızamda.
Başkaları da var ancak hafızamdaki son an resmi Mustafa’nın Çekmeköy’deki evinden. Helin Roza’yı odasında ağırlamış, dördümüz salonda sohbet ediyoruz. O günlerde çok popüler olduğundan olsa gerek bir ara ekrandan Cizreli Mehmet’in Anne Marie’nin “Rockabye” şarkısına yaptığı ‘düeti’ izliyoruz. Mehmet’in düet yaptığı kısımda geçen cindî sözcüğünün Türkçesini bilip bilmediğini sormuştum Mustafa’ya. Duraksamadan çekici ya da cazibeli demişti. Şaşırmış ve imrenmiştim galiba.
En son iki sene önce konuşmuştuk, Moda’da kahvaltıya gidelim demişti hep beraber. Berlin’deydim. Yapamadık.
Daha çok an resmi biriktirmeyi istediklerimdendi Mustafa. Bir gün oturup hayatın muhasebesini yapmak isteyeceklerimden. Yanında hep rahat olduklarımdan. Çok üzgünüm.