Bir Kültürel Formasyon Olarak Ulus İnşa Süreci
Türkiye’de ulus inşa projesi tam anlamıyla başarılı olamamıştır ve yeni rejimin sınırları dahilinde oluşturulmaya çalışılan ulus tarafından benimsenmemiştir. Uluslaşma projesi, süreci yöneten elitlerin tasavvur ettiği “muasır medeniyet” seviyesine ulaşma ideali ile çelişen ve demokrasi ve özgürlükler ile uyumsuz hatta onları zedeleyen bir aşamalar ve politikalar toplamına dönüşmüştür.
Ulus inşası (nation-building), farklı olan bireyleri ulus-devletin sınırları kapsamında benzer bir bütünün parçaları olarak kurgulayan ve bu yönde tatbik edilen politikalar bütünü olarak tanımlanabilir. Uzun ve karmaşık bir döneme tekabül eden bu süreç, ulusal dil başta olmak üzere ortak bir kültür ve kimliğin temellerinin oluşturulması hedefini önceler.
Her ulus-devletin kendine has bir ulus inşa pratiği olsa da izlenen yollar ve varılmak istenen nihai hedefin çoğunlukla benzer olduğu bilinmektedir. Milliyetçi reflekslerin yoğunluk kazandığı bu süreçte inşa edilen kurumlar ve yapılan yasal düzenlemelerin temel amacı, farklılıkların tasfiyesi ve ortak bir ulusal kimliğin oluşturulmasıdır.
Bu yazıda vurgulanmak istenen temel husus, özellikle farklı addedilen kimliklerin tasfiyesi ve buna bağlı olarak şekillenen yurttaşlık olgusu ile ilgilidir ve şu şekilde özetlenebilir: Türkiye’de ulus inşa projesi tam anlamıyla başarılı olamamıştır ve yeni rejimin sınırları dahilinde oluşturulmaya çalışılan ulus tarafından benimsenmemiştir. Uluslaşma projesi, süreci yöneten elitlerin tasavvur ettiği “muasır medeniyet” seviyesine ulaşma ideali ile çelişen ve demokrasi ve özgürlükler ile uyumsuz hatta onları zedeleyen bir aşamalar ve politikalar toplamına dönüşmüştür. Başka bir ifade ile Türkiye’nin demokrasi gibi öykündüğü değerlerden uzak ve bu anlamda Batılılaşamamış ancak “modernleşmiş” olduğu ve bu çerçevede oluşturulan yurttaşlık bilincinin ise liberal demokratik normlar ile bağdaşmadığı söylenebilir.
Ulus İnşa Politikalarına Genel Bakış ve Yurttaşlık Bilinci
Ulus inşası sürecinin temel hedefinin etnik köken, dil, kültür ve dinî bakımlardan farklı olan bireyleri, ortak semboller, değerler ve milli bir kimlik üzerinden tek bir potada eritmek olduğu söylenebilir. Bir topluluğun aidiyet ve “biz” bilinci etrafında birleştirilmesi çeşitli şekillerde gerçekleşir. Ortak semboller ve ritüeller kullanılarak milli bilincin canlı tutulması bu süreçte önemli bir stratejidir. “Öteki”nin inşası ile milli kimlik sürekli olarak yeniden kurgulanır. Eric Hobsbawm’a göre “rutinleştirilmiş sembolik ritüeller” bu süreçte kilit rol oynamaktadır.
Jochen Hippler’e göre, “ulus inşası” kavramı devletin dağılmasını ve toplumsal çözülmeyi önleyebilecek politik bir seçenek olarak tanımlanabilir. Somali, Afganistan, Irak ve Balkanlar örneklerinde, devletin çökmesinin kanlı savaşları tetikleyebileceği görülmüştür ve uluslaşma devletin dağılmasına engel olabilecek önemli bir süreçtir. Hippler, başarılı bir ulus inşa sürecinin birleştirici bir ideoloji ile mümkün olacağını savunur ve bu anlamda kitle iletişiminin önemine vurgu yapar.
Uluslaşma sürecinin önemli kavramlarından biri yurttaşlık olgusudur. Kavramsal çerçevesi Fransız Devrimi ile şekillenen yurttaş olgusu, Rousseau tarafından “siyaset yapmaya katılım gösterebilen özgür birey” şeklinde tanımlamaktadır. Rousseau’ya göre güçlü bir cumhuriyet rejiminde her yurttaş gerek kamusal alanda gerekse özel alanda devlet tarafından korunur. Öte yandan, yurttaşlık kavramının birçok bağlamda, ulus inşa sürecinde salt devlet merkezli bir kavram olarak tasavvur edilmesi, özgür bireylerden müteşekkil katılımcı bir toplum algısı ile çelişmektedir; zira devlet aygıtı homojen bir toplumun inşasını ve buna yönelik kültürel formasyonları oluşturmayı önceler. Bu süreçte Hippler’in vurgu yaptığı kitle iletişim alanının yanında ekonomik, politik, sosyal ve kültürel alanlarda atılacak adımlar da ulus inşa etmede kritik bir işleve sahiptir, zira bu sürecin önemli bir ayağını kültürel formasyon aşamaları oluşturmaktadır.
Bir Kültürel Formasyon Olarak Ulus İnşası
Ulus-devleti yalnızca askeri, siyasi ve ekonomik yönleriyle ele alan yaklaşımların devletin kültürel bir birlik olma yönünü yeteri kadar göz önünde bulundurmadığı söylenebilir. Philip Gorski’ye göre, devletin siyasi-askeri boyutlarının altını çizen ulus-devlet tanımları eksiktir, çünkü devletler yalnızca idari ve askeri örgütlerden müteşekkil değildir. Devletlerin pedagojik ve ideolojik kurumları da en az askeri kurumları kadar önemli bir işleve sahiptir. Fikirler, inançlar ve ritüeller, devlet iktidarını meşrulaştırmaya hizmet eder.
Pierre Bourdieu, Max Weber’in klasik devlet tanımını hem sembolik hem de fiziksel şiddeti vurgulayacak şekilde genişleterek, meşru güç kullanımının yanı sıra sembolik şiddetin rolüne de vurgu yaparak, ulus-devlet çalışmalarını zenginleştirmiştir. Bourdieu’ya göre sembolik şiddet, zorlayıcı gücün kullanılamadığı durumlarda uygulanan bir tür gizli güç yapısıdır ve sembolik güç anlayışı otoritenin meşru olarak tanınmasından kaynaklanır.
Ulus inşasının kültürel formasyon yönü, Michel Foucault’nun, devleti, kitleleri sosyal ve ekonomik açıdan üretken olmaya teşvik etme işlevine sahip idari bir aygıt olarak tanımladığı “yönetimsellik” (governmentality) kavramıyla da izah edilebilir. Foucault’ya göre, geleneksel iktidar yaklaşımlarından farklı olarak, iktidarın uygulanma şekli önemlidir, zira ‘İktidar kendini nasıl gösterir?’ sorusundan ziyade ‘İktidar hangi araçlarla uygulanır?’ sorusu asıl üzerinde durulması gereken sorudur. Bu bağlamda, ulus inşası ile sadece iç barış ve istikrar değil, aynı zamanda homojen ve uyumlu bir nüfus da hedeflenmektedir.
Öte yandan, Gramsci’nin ‘hegemonya’ kavramı, ulus inşasının kültürel formasyon yönünü açıklamak üzere işlev görebilecek bir diğer kavramdır. Bu kavram, devlet otoritesinin istikrarlı bir şekilde nasıl uygulanabileceğini gösterirken, zorlama ve cebrin yanı sıra rızanın da önemini vurgulamaktadır. Hegemonya kavramına göre, insanlar yalnızca fiziksel güç ile değil aynı zamanda fikirler ile de yönetilmektedir. Başka bir ifade ile hegemonya, kontrolün fiziksel araçların yanında kültürel araçlar ile icra edilmesi demektir ki bu da ulus inşası için önemli bir stratejidir.
Türkiye’nin Ulus İnşa Tecrübesi
Türkiye’nin ulus inşa sürecinde tebaadan yurttaşa dönüş(türül)müş bireyler söz konusudur. Ancak bu dönüşümün, devletin mutlak otoritesini güçlendirmek adına, yurttaşlık bilincinin barındırdığı eşitlik, katılım, kamusallık ve cumhuriyetçilik gibi değerlere gerekli önemi atfetmediği bilinmektedir.
Uluslaşma süreci, farklılıkları tehdit olarak görme üzerinden şekillenen bir tek tipleştirme süreci olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda çoğulculuktan uzak ve monolitik bir kimlik yapısını öngören paradigmanın baskın olduğu bilinmektedir. Bu paradigma ile oluşturulmaya çalışılan ve Cumhuriyet rejiminin hedeflediği yurttaşlık bilincinin çoğu zaman çatıştığı söylenebilir. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu bir sistemin hukuken (de jure) mümkün olsa da fiilen (de facto) gerçekleştirilememiş olduğu ifade edilebilir. Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden 100 yıl geçmesine rağmen milli irade, hukuk devleti, laiklik ve demokrasi gibi meseleler ekseninde yapılan tartışmalarda da görüldüğü üzere yurttaşlık kavramını mezhepsel veya etnik kimlik üzerinden tanımlamanın geçer akçe olduğu çevreler maalesef hâlâ etkili.
Ulus inşa projesinin mimarları olan devlet elitlerinin tanımladığı ulusal kimlik üstünden toplumu kategorik olarak katmanlara ayırma şeklinde tatbik edilen uluslaşma süreci, belirli kimliklerin temel hak ve özgürlüklerden uzun yıllar süren ve hatta günümüzde de devam eden mahrumiyeti ile sonuçlanmıştır. Başörtüsü meselesinde, uzun yıllar eğitim ve kariyer hakları engellenen vatandaşların varlığı hâlâ hafızalarda acı bir ize sahiptir. Bununla birlikte, anadilde eğitim hakkı gibi temel haklarından mahrum bırakılan Kürt vatandaşların hak ihlalleri de maalesef hâlâ sürmekte.
Füsun Üstel, Makbul Vatandaş’ın Peşinde isimli eserinde bir kültürel formasyon aracı olarak nitelenebilecek ders kitapları üzerinden vatandaşlık eğitimine ışık tutmuştur. Üstel’e göre, makbul olmanın sınırları hâkim siyasi ideoloji ve dönemin şartları ile şekillenmiştir. Baskın Oran, ulus inşa sürecinde oluşturulmaya çalışılan milli kimliği LAHASÜMÜT (Laik Hanefi Sünni Müslüman Türk) olarak tanımlamıştır ve bu tanımın, devlet kurumlarının (örneğin mahkemeler) kimi icraatlarında vatandaşlar arasında ayrımcılık ve adaletsizlik oluşturduğunu ifade etmiştir.
Öte yandan, Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye özelinde ulusal aidiyet duygusu oluşturmada ve ortak bir bilinç inşa etmede kullanılan kültürel formasyon araçlarından biri olarak görülebilir. Sünni İslam inancına dayalı bir söylem benimseyen Diyanet’in Alevi vatandaşların inançlarına yönelik bir işleve ve söyleme sahip olmaması, din üzerinden oluşturulan tek tip bir kültürel formasyon örneği olarak görülebilir.
Sonuç Yerine
Türkiye özelinde, ulus inşa sürecinin kültürel boyutunun temel amacının tehdit unsuru olarak görülen farklılıkların tasfiyesi olduğu söylenebilir. Bu süreç, kimi gruplar (Aleviler veya gayrimüslimler gibi) için temel hak ve özgürlüklerin budandığı bir iklime ev sahipliği yapmıştır. Böylesi bir iklimin demokratik ilkeleri ve insan haklarını temel alan bir sistem ile bağdaşması mümkün değildir. Özellikle fikri temellerini Osmanlı-Türk modernleşmesinden devralan ve tek parti yılları ile eylemsel boyutta yoğunluk kazanan homojen toplum tahayyülü, demokrasinin temellerini zayıflatmaktadır. Ders kitapları ile, Cuma hutbeleri ile veya mahkeme kararları ile yeniden üretilen bu kültürel formasyon süreci maalesef bugün de demokrasiyi kırılgan bir zemine mahkûm etmektedir.
Katılımcı-sivil yurttaşlık modeli yerine devlete sadakati esas alan militan yurttaşlık modelinin hâkim olduğu ülkemizde demokrasi zemininin güçlendirilmesi, ancak farklılıkları zenginlik olan gören ve ötekileştirme yerine hoşgörüyü merkeze alan bir yönetim ile mümkün olabilir. Eşitlik, katılım ve cumhuriyetçilik gibi değerlere gerekli önemin verilmesi, kutuplaşma ve çatışmadan beslenen mevcut yapıların tasfiyesi ile gerçekleşebilir. Buna yönelik atılacak adımlar için sadece zaman değil zihni bir dönüşüm de şart, dönüşüm zor ancak imkânsız değil.