“Heyecan Yarat(a)mama”nın Kültürel Kodları

Altının nasıl doldurulacağı sadece masa başında belirlenemeyecek muhayyel bir geleceğin inşası adına, tecrübe edilmiş gerçekliklere gerektiği değeri verememek halihazırdaki zihniyet problemimizin bir uzantısıdır. Oysa öncelikle yaşadığımız dünyayı akli ve bilimsel yönleriyle kavramak; o dünyayı inşa eden tecrübeyi gözlemlemek tam da kadimde üstlenilen sorumlulukların bir yansımasıdır.

“Heyecan Yarat(a)mama”nın Kültürel Kodları

Macaristan’da Orban’ın kazandığı son seçimlerin ardından Avrupa ve Türkiye’de çeşitli tartışmalar gündeme gelmişti. Tartışmaların Türkiye ayağında, muhalefette 6’lı Masa benzeri bir yapının olması, bu ittifakın 2019 yerel seçimlerinden üstünlükle çıkması, Orban’ın karşısına aynı ideolojik eğilimden adayın çıkarılmış olması, buna rağmen üç yıl gibi bir süre içinde toplumun tercihini muhalif ittifaktan yana değil de yine Orban’dan yana kullanmasının sebepleri ve Türkiye ile örtüşen ve örtüşmeyen yönleri masaya yatırılmıştı.

 

O dönemde yayınlanan makalelerde kleptokrasi, nepotizm, yargı ve medyanın kontrol altına alınması, seçim propagandalarında devlet gücünü avantaja çevirme gibi otoriterliğin dünyanın her tarafındaki ortak özelliklerine vurgu yapılmıştı. Ayrıca Macaristan muhalefetinin ülke sathında 6’lı Masa kadar örgütlenmemiş olması, toplumsal sorunlara ilişkin biri “A” derken diğerinin “Z” demesi ve hepsiyle birlikte, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ortaya çıkardığı tehditlerin, Macar halkının burnunun dibinde hissettiği güvenlik sendromu ve bunu aşmaya dönük güçlü lider arayışının uzantısı olduğu tartışılmıştı.

 

Türkiye ile ilgili çarpıcı zıtlık alanı ekonomi idi. Analizlerde, bu durum Orban’ın avantaj hanesini oluşturmaktaydı. Yani Balkanlar ve Doğu Avrupa’da AB değerlerini tehdit eden otoriterliğin yükselişinin simgesi olarak Macaristan bir ‘rol model’di ama bununla birlikte ekonomi sitayişlere mazhar alanı temsil etmekteydi:

 

“2010 yılından başlayarak üst üste dördüncü kez seçilen Orban ve partisi Fidesz ile 2022 yılına kadar olan ekonomik göstergelere bakıldığında; işsizliğin yüzde 11’den yüzde 4,3’e, enflasyonun yüzde 4,3’ten yüzde 3,3’e düşürüldüğünü, kişi başına düşen gelirin ise 13.100 dolardan 15.900 dolara yükseldiğini, dünyayı etkileyen pandemi ve ekonomik sıkıntı süreçlerinden ülke ekonomisinin fazlaca etkilenmediğini, asgari ücretin yaklaşık 500 Euro dolayında bulunduğunu ve bu ücretle satın alma gücünün yüksek olduğu tespitlerini yapabiliriz. Ayrıca AB üyesi olan ülkenin, Birlik’in ekonomik katkısı, koruma ve kollanması altında elde ettiği fırsatlarla halkın refah düzeyinin yukarılara taşındığını da söyleyebiliriz.”[1]

 

Bu ekonomik veriler Türkiye’de, Cumhur İttifakı’nın çok da sevinmemesi bağlamında kullanılırken; AB’de hem Mısır, Fas gibi Batı-dışı hem de Batı-içi otoriter ülkelerin fonlanma politikalarındaki çarpıklıklar ve bu politikaların değişiminin gerekliliği tartışma konusu edilmekteydi.[2]

 

Bu tartışmalara ek olarak Batı’da bir süredir kıtlık, göç, salgın ve Batı’nın kapısına dayanmış savaş dörtlüsü “Güvenlik tehditlerine supap olarak güçlü liderlik” konusunu gündemleştirmiş, global bir savaşa verilen bölgesel tepkilerin ‘avantajları’nın otokrat liderler için imkânlar sağladığı ve otokrasilere yeni meşruiyet alanları ürettiği analizlerini ivmelendirmişti.

 

Aslında birazdan Türkiye boyutu itibarıyla da tartışmaya çalışacağımız bu “güven” meselesine, kurumlara olan güvenin sarsılması ve savaş, kıtlık, göç, salgın gibi ‘mahşerin dört atlısı’nı yönetmede gösterilen aczi de eklemek gerek. Nitekim bunlara farklı sebeplerle verilen Batı-içi tepkilerin, Batı dışı toplumlar ve hassaten Ortadoğu ülkeleri için on yıllardır vaki olduğu da bir gerçektir. Uluslararası kurumların Batı-dışı toplumlar için anlamı, denenmiş/tecrübe edilmiş pek çok olumsuz hafızayı barındırırken, bu kurumların Batı’nın kendi içinde itibar kaybına uğramasının semptomlarını yeni yeni gözlemlemekteyiz. Ve nihayetinde bütün bunlara “toplumsal kesimlerarası güvensizlik”i de eklemek gerekir ki bu, özellikle Türkiye’ye ilişkin yapacağımız tartışmada başat bir rol ifa etmektedir.

 

Bu tartışmalarda Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir başka nokta, yaşamsal tehdit ve beka anlamındaki güvenlik kaygısının bazı Avrupa ülkelerinde karizması çizilen liderlerin tartışılmasını ertelemesi; otokrasilerin yeni açılımlar yaparak dönüşüm geçirebilecekleri; otokrasilerin de demokrasilerin de bu bağlamda yeni tartışmalarla, yeni söylem alanlarına açılacağı bir dönemin de işaretlerinin görülmesidir. Normal şartlarda, bu evrilmeyi takip ettiği düşünülen ve Ukrayna krizinin Rusya jeopolitiğini aleyhte zorladığını görmesi gereken bir iktidar aklının, Avrupa ile ilişkilerin yarattığı fırsatları görüp bunları karşılıklı imkânlara dönüştürmesinin kapısını aralaması beklenirdi. Ukrayna krizinin ilk günlerindeki beklentiler de bu yöndeydi. Böylelikle “Tek Adamlık”tan farklı olmak kaydıyla, otokrasilerin şekil değişmeye zorlandığı, “Güçlü Liderlik”e olan talebin azalmaktan ziyade arttığı, “Tek Adamlık”ın meşruiyet yitimi görüntüsünden kurtulup, kendisine bu dönemde daha akılcı yöntemlerle bir “Güçlü Lider” imajı çizmesi beklenebilirdi. Nitekim, sadece kısa vadeli gelişmelere bağlı olarak değil, Avrupa’da on yıllardır “demokrasi-otokrasi çekişmesi”nde otokratların kaybetmediği, otokrasilerde söylem değişiklikleri olduğunu ortaya koyan çalışmalarda da artışlar gözlenmekte. Bunda elbette sürekli savaş tehditleri, güvenlik ve jeopolitik, toplumsal güvensizlik, liberal ekonomi ve liberal demokrasiye dönük eleştirileri içeren Batı içinde Batı karşıtlığı arayışlarının da etkileri büyük rol oynuyor.

 

Bu Tablo Bize Ne Söylüyor?

 

Geçmişte kurumsal başarılar elde etmiş, bu başarıları kendi içinde halen sürdüregelen, evrensel bağlamda “rol model” olan “değerler”e yaslanan Batı’yı kendi içindeki tartışmalardan yola çıkarak çeşitli değerlendirmelere tabi tutmak elbette mümkün. Batılı entelijansiya da bunu kendi tecrübeleri ışığında zaten yapmaya çalışıyor. Batı-dışı toplumların on yıllardır yakından tanıdığı ‘mahşerin dört atlısı’nın kendi kapısına dayanmış olması, kendi dejavu’lerini harekete geçiriyor ama ortada ciddi bir tarihsel tecrübe de var. Bu tecrübelerin okunmasını sağlayan kavramlar ve kurumlar dizgesi de. Mesele bu kavramlar dizgesinin oluşturduğu zihniyet kalıplarının -geçmişten farklı olmak kaydıyla- “Avrupamerkezci” reflekslerle sınırlı kalıp kalmayacağında. ‘Mahşerin dört atlısı’nın globalleşmesi riskine karşı ciddi bir özeleştiriyle karşılık verilip verilemeyeceğinde. Tıpkı bizdeki ekonomi politik tartışma gibi: Zenginin (Batı) daha zengin olduğu, fakirden (Batı-dışı toplumlar) alıp zengine veren bir sistemin egosantrizminde ısrar mı edilecek yoksa yeni global modellemeler üzerinde mi çalışılacak? Kurumların içeriği ve işleyiş tarzı bir kazan-kazan modeliyle mi güncellenecek yoksa sorunlar yumağının sadece Batı-içi çözümlemesine odaklanılıp dünyanın geri kalanındaki trajedi karşıdan mı seyredilecek?      

 

Bu tartışmaların bizim için lüks olarak görülecek boyutları kadar, Macar halkıyla empati alanları oluşturan tarafları da var. Orban otoriteryanizmi ihtiyacı olan finansı AB sayesinde elde ederken; bu fonlarla, kendisinin ve çevresinin zenginleşmesi yanında -bizden farklı olmak kaydıyla- halkın da ekonomik gelişimini artırmış. Yani Macar halkını sadece kültürel kodlar sayesinde “avlamamış”; aynı zamanda Ukrayna krizine dönük “güvenlik supabı” olma pozisyonunda ikna edici olmuş; muhalefetin üzerine yaslandığı ‘kurumlar’ ve ‘değerler’in kriz halini imkâna çevirmeyi başarmış. Burada Orban’ı seçen toplumsal kesimleri suçlayan yaklaşımların göremediği bir rasyonalite alanı oluşmuş. İdealize edilen tecrübelerle dolu ama bugünkü “güvenlik sendromu”na çare üretmekte zorlanan “kurumlar” ve “değerler” mi, yoksa “korkuların” muhayyel tatminine dönük odak olmaktaki başarı mı?    

 

Orban’ın bu “başarısı”nın Batı’nın paradigma içi nimetlerinden kaynaklı olduğu vakıa. İşin ekonomi tarafından bakınca başarı olan görülen husus, “güvenlik” hissiyatını tatminin de bir bedeli olduğu, bu bedeli üstlenenin de Avrupa içinde konumunu sağlamlaştıran Orban değil, bizzat AB olduğu, hukuk ve yargının bypass edildiği, nepotizmin zirve yaptığı otoriter bir yapıdan başka türlü GSYH artırma, görece gelir adaleti oluşturma, ciddi bir ekonomik hasıla elde etmenin mümkün olmadığı bir gerçeklik. Yani AB’nin kuşatma sağlayan kurumsal yapısı olmasa, iktidarlarını Baas rejimleri ya da Körfez krallıkları gibi ganimete boğan otoriter rejimlerden ekonomik başarı imkânları sağlamanın yolu mümkün görülmezdi. Nice petrol ve doğalgaz zengini ülkenin, güçlerini toplumlarına ödettikleri bedellere karşılık elde etmeleri karşıt gerçekliğinde olduğu gibi.

 

Demek ki, petrol ve doğalgaz konusunda bu ülkelerin yanına bile yaklaşamayacak olan bir Türkiye’nin, “kurum” ve “değer” bazlı bir yapılanmaya dünden daha fazla ihtiyacı var. Hele ki o kurumları ve değerleri yapılandırmak için nice bedeller ödemiş başarı hikâyelerine imza atanların bile bugün ciddi güvenlik sınavlarından geçtiği, kendi içinde bölünmelere gittiği bir süreçte buna her zamankinden fazla ihtiyaç var. O veya bu ideoloji ya da etnisitenin başarı hikâyesine kafa yormakta ısrar edenlerin de, topluma “tam bağımsızlık” gibi sözde kızıl elmalarla hayal tacirliği yapanların da görmekte zorlandıkları husus bu. O çokça zikredilen uluslararası haklar da ancak, ortak kurumlara ve üst normlara dayalı değerlere yaslanmış toplumsal güruhların karşılıklı güven iklimini beslemesiyle savunulabilir. Hatta bunun için ulusal sınırlar dahilinde üretilecek çözümler de yeterli gelmez ve bölgesel jeopolitiğin ve jeokültürün bu hedefler doğrultusunda inşa edilmesi gerekir.

 

Entelektüel ve Sosyo-Kültürel Zihniyet Kodlarımız “Değişim/İnkılab”a İnanıyor mu?

 

“Bir toplum kendi benliğinde olanı (kendi iradesiyle) değiştirmedikçe Allah da onları değiştirecek değildir.” (Rad, 11)

 

Bütün bu hikâyenin bize bakan yüzünde oldukça veciz ibretler var. Son 200 yıllık hikâyemizde kodlarımıza yerleşmiş olan “korku”nun ve “düşman” kodlamasının halen genlerimizde yer aldığı bir sosyo-kültürel hal üzere yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Global korku ve düşmanlığın yatay kesişmelere maruz kaldığı da vakıa. Çözüm olarak “kurum” ve “değer”lerin ötesinde kimliksel arayışlarla malul olduğumuz da. Çözümü sadece kültürel kodlara dayalı kimliklerde bulabileceğini varsaymak, geleceğin inşasını da muhayyelin ötesine geçiremiyor. Milliyetçiliği her türlü evrensel değerin üzerinde bir korunma kalkanı olarak görmek neyse bu da o. Resmî ideolojiyi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarını altın çağ olarak algılamayı yeterli görmek neyse o. Değişimi sağlayacak “değerler” ile buluşma ve onları kurumsallaştırıp, sistemsel bir ahlak inşa etmeye cesaret etmektense, eldeki balyozu “çok bilmişlik” yapanın ve “farklılık” içeren her şeyin başına indirmek gibi.  

 

“Kurum” ve “değer”lere önem atfettiğini zanneden kimliklerin bile ne türden bir özgüvensizlik taşıdığı ortada ve varoluşunu farklı toplum kesimlerinin “hukukla” bastırılmasıyla kavi kılacağını zannedenlerimizin sayısı oldukça fazla. Bu özgüvensizliktir ki aslında normlara dayalı değişimden de ürkmektedir. Sorularını belirsizliğe savurmaktadır. İnşa edilmesi zorunlu kurumsallığımıza bile yeniden ideolojik gömlek biçmekten, kimin kaybedip kimin kazanacağı şeklindeki kısa vadeli hesaplara dayalı bir gelecek hayali oluşturmaktan kendini alamamaktadır. Bu kendini gönüllü cendereye alma hali, “Kimse değişmez, değişmeye cesaret edemez, o halde ben niye değişecekmişim?” şuuraltının bir uzantısıdır.

 

“Kimdir bu değişimden korkan kesimler?” dediğimizde, karşımıza -referansları farklı olsa da- evrensel normlara özsel olarak yaklaşamayan tüm kesimler çıkmaktadır.  

 

Mesela, kurulduğundan bu yana 6’lı Masa, insanlık tecrübeleriyle malul çözüm reçetelerini bir bir ortaya sermekte. Gerçekleşme fırsatı yakalaması halinde devrim niteliğinde sayılabilecek yapısal reformları tartışmayı bir kenara bırakıp “lider/aday” eksenli bir tartışmada ısrarcı olmak sosyo-kültürel kodlarımızın bir uzantısıdır. Bu durum sadece “seçim kazanmaya odaklı bir stratejinin olmazsa olmazını masaya yatırmak”tan kaynaklanmamaktadır. Bu durum aynı zamanda “değerleri sahiplenme” konusunda farklı toplum kesimlerine güven aşılayacak bir toplumsal güruhtan mahrum oluşumuzun da bedelidir. Tıpkı sığınmacı meselesini uluslararası hukuk normlarına ve entegrasyon politikalarına dönük tartışmaktansa, “gönderelim gitsin” popülizmine oynama kolaycılığı ya da KHK’lılar meselesinde adaletli bir siyasal vizyon ve hukuk merkezli bir yaklaşımı gereğince tartışmaktansa, algıları zorlamayacak bir iklimde terennüm etmenin bir ahlaki bedele maruz kalmaması gibi.

 

Dolayısıyla siyasete, işine geldiği için kendi tabanının toplumsal algıları üzerinde sörf yaptıran sadece iktidar odakları değildir. Kendi dayandığı tabana öğrenilmiş ezberleri sorgulatmayan, yani kendi değişimine de inanmayan muhalefetin de sorunudur bu. Hayır, sadece o değişimin prosesinin kendisine seçim kazandırmaya zamansal olarak yeterli gelmeyeceğinden değil, yaslandığı duvarın yıkılmasına olan korkudur bu. Muhafazakâr toplumun korkularını açık ya da zımnen tahfif edenlerin, kendi korkularını sorgulamamalarının neticesidir bu.

 

Toplumun Batı’dan şüphe etmesi için Macar halkından daha fazla ispatlanmış sebepleri vardır. Hem de on yıllara sâri. Ama daha önemlisi, iktidar elitlerinin de, bürokratik oligarşinin de kendisi sandıkta galip geldiği halde, hakkını teslim etmemekte inat etmesi, hakkını gasp etmedeki pervasızlığıdır ondaki hafıza. Kendi elitlerinin kendisini içine soktuğu cendereyi ise, bu süreklilik arz eden tehdit halinden ötürü görmemekte ısrar etmekte; kendisine güven oluşturucu limanı da görememektedir.

 

Nitekim, “lider eksenli” toplumsal algıları mahkûm edenlerin de aynı algılarla eyleyip muhtemel gelecek hayalleri kurdukları bir iklimi solumaktayız. Toplumun, kazandırdığı düşünülen “lider algısı eksenli” inadını bu şekilde aşacağını farz eden ideolojik konumlanmalarımız söz konusu. Karşılıklı olarak birbirini besleyen bir dilemma gibi. Anti-demokratlığı eleştiren ama kendi anti-demokratlığını görünmez kılarak alttan alta beslemeye çalışan bir sarmal bu. İhtiyacımız olanı gerçekten inşa etmekten ziyade, o inşayı kafamızda olan sınırlarla kaim kılma çabası. Tıpkı, mahkeme önünde “herkes için adalet” pankartı açıp, “başkalarının hakları” konusunda ‘umarsız’, dahası ‘acımasız’ olmak zorunda oluş gibi! Devlet aklının toplumsal kesimde makes bulmuş hali gibi. Devletin, “Hukuki normlara fazla bağlı kalırsam güvenlik tehdidi baş gösterir” atasözünün (!) toplumsal kesimlerin birbirlerine karşı muamelesinde karşılık bulması gibi. “Hak” kavramını neye refere ederseniz edin; sonuçta samimiyetinizin pratikte sınanması gibi.

 

“O kamusal ve toplumsal kurumları Batı’daki gibi inşa edemeyiz, etsek bile içimizden birilerinin çöreklenmesine engel olamayız; o halde şimdiden vaziyet almalıyım” şuuraltı, kat edilecek yolun bilincinde olmadığı gibi, ‘kazan-kazan’ ihtiyacının da gerçekte neye tekabül ettiğinin farkında değildir! Bu bir zihniyet meselesidir. Yüzyıl boyunca, ülkenin güvenliği (!) ve birliği (!) gereği resmî ideolojik saiklerle eğitim görmüş olanların hayra yordukları kâbus da, muhafazakâr otoriteryanizmin kuluçka evresini atlatıp kendini ispatla yükümlü hissettiği habitat da aslında hiçbirimize yabancı değildir; ortaktır!       

 

Mesela bu meselenin bir tarafında; “Yeni” olanı inşa sürecinin önünde pek janjanlı ve entelektüel görünümlü “Acaba muhafazakârların demokratlaşmasını ummakla hata mı yaptık?” ya da “Biz dememiş miydik?” sorularıyla arz-ı endam edenler vardır. Sadra şifa olmaktan uzak ve kendi cephesinden asla cevabını bulamayacağı sorularla oyalanan, kendi konforlarından çıkıp değişimin önce kendilerinden başlaması gerektiğini ıskalayanlar vardır. “Demokratlaşmanın” seküler kültürel bir altyapısı olduğu, bu dünya görüşüne yaslanmadıkça “kurum” ve “değerler”in sahiplenilemeyeceği zannında olanlar. Ve aslında esas anti-demokratlığın bizatihi kendisinin bu olduğunu göremeyenler!

 

Diğer tarafında ise, “akrabayı kollama” ayetlerini nepotizmin doğallığına (!) kurban edenler vardır!  

 

Evrensel normları Platon’un ideaları gibi terennüm ederken, gerçekleştirilmesinin önünde farklı toplum kesimlerinin olduğunu varsayan, dolayısıyla o normlara karşı şüphe içinde olmak bir yana, güven oluşturucu bir toplumsallık üretmektense, ortak habitatın sınırlarını besleyen suçlayıcılığı ivmelendirmenin kendi tarafına kazandıracağı vehmi içindedirler.

 

Aslında biri “fıtratında var olmakla birlikte Allah’ın da vazettiğine inandığı değerler”e isyan eden bir zihniyeti kuşanmayı marifet sayarken; diğeri de logos olarak betimlediğine ihanetle kavrulmaktadır. Her biri diğerinde eksiklik olarak gördüğüne odaklanırken, kendi değişiminin önüne engel olarak da diğerinin değişim isteksizliğini koymakta, tarihsel dejavu sahnelerini de bu itikadın yegâne limanı yapmaktadır.

 

Rövanşistleri ve kutuplaşmayı körükleyenleri ahlaken baskılayamamayı da bu habitat sağlamaktadır. Aynı zeminde sörf yaptığı halde, ileride daha ahlaklı olacağına söz vermek gibi bir garabet bu. Bu öyle bir dilemma ki, toplumu da siyaset eliyle üretilen ifsadın ve yozlaşmanın içine çekmekte, toplumu alıştığına kurban etmekte, iki tarafa da bir şekilde “kazandırırken” asıl cesaretsiz olanlara, bu dilemmaya gereğince ses yükseltmeyenlere kaybettirmektedir.

 

Muhafazakâr Mahalledeki Zihniyet Sorunu İslamcı Entelijansiyanın Sırtında

 

“Kurumlar” ve “değerler”den bahsettik ama her ikisi de kavramlarla oluşmakta. Müslüman mahallesinde yıllara sâri olarak yeniden canlandırılan kavramların bugün canlı şahitler üretmiş olması azımsanacak bir durum değildir. Ancak, bu emek mahsulü sürecin belirli düzlemde ve seviyede bir kimlik üretmiş olması, o kimliğin bugünkü insanlık tecrübesiyle güncellenmiş kavramlar setine sahip olduğu anlamına gelmiyor.

 

Kavramlar iki türlü canlılık buluyor. Biri, tarihte kalmış olanı, insanlığın ihtiyacı olup da ötelediğini bugünün ihtiyaçlarına binaen yeniden neşvünema kılmak; diğeriyse, insanlık tecrübesine sâri olanın faydasını analiz edip sahiplenmek. Bu ikincisinin içinde kadimde var olup da değerine yeni anlamlar katılması gerekenler olduğu gibi, bugün insanlığın ürettiği ve kendi dilinde isimlendirip evrensel tecrübelere kattıklarının değer olarak görülüp sahiplenilmesi gerekenler de vardır.

 

Bugün Müslümanların mevcut sistemik yapıyı ve günü doğru okuma çabası kadar, bu okumayı çağdaş kavramları içselleştirerek yapabilme sorumluluğu da vardır. Bu içselleştirme, o kavramların arka planındaki felsefi düzlemi anlama/kavrama çabasıyla atbaşı gitmekle birlikte, hangi soruna ve çözümüne binaen o kavramların üretildiğini anlamak gelmektedir.

 

“Seküler kavramlar” tabiri, bir düzeye kadar bir itinayı, bir sakınmayı ima ederken, paranoyaya dönüştüğü takdirde yaşanılan gerçeği inkâra, sorunların kavranamamasını ya da yapısal-sistemsel ahlaki tecrübelerin özümsenememesini beraberinde getirebilir. İnsanlığın faydasına kafa yorulan çözümlere ne ad takılırsa takılsın, önemli olan altyapısında var olan kurgunun sahihlik derecesidir. O kavramların altını dolduran değerlerdir aslolan. Ve o değerlerin birbiriyle olan zincirleme bağıdır. Dolayısıyla siz mesela “İslam her türlü güzelliğin adıdır” bile deseniz, bunu niçin söylediğinizi, neyi kastettiğinizi, bunun insanlığa tekrarlanabilir ve öngörülebilir hangi güzellikleri sunduğunu, bu hasılayı yitirmemek için neyi inşa etmek gerektiğini hamasi tarzda değil de, insanlık tecrübesine dayalı umdelere dayanarak, delilleriyle ortaya koyamazsanız, söylediğiniz söz de değerini yitirir; o söze sadık kaldığını iddia edenler de nice yanlışlara, çözümsüzlüklere, toplumun zararına işlere imza atabilirler. Normal şartlarda mevcut sürecin bunu ziyadesiyle öğretmiş olması beklenir.

 

İşte bugün muhalefet partilerinin, insanlık tecrübesinden mülhem çözüm reçetesi olarak ortaya koydukları tablo iki sebepten ötürü tahfif edilir hale getirilmektedir:

 

  • Ezber kalıplara ve düşünce konforuna dayalı kimliksel tepkiler,
  • Aslında özü İslam’da ve kadim tarihte de olan kavram setlerinin ve akılcı çözüm reçetelerinin tahfifi.

 

Bunlarla itikadî bağlamda bağ kuramamak, kendini çağa güncelleme konusunda zihniyetsel zorluklar yaşamakla ilgilidir. Oysa kendi kavram setimiz ile bugünkü sorunlara çözüm olan ve hatta sistemsel ahlaki çözümler üretme becerisi göstermiş tecrübeler arasında sıkı bağlar olduğunu gör(e)memenin irdelenmesi bu yazının sınırlarını aşar; ama derinlerde var olan krizin adresi burasıdır.[3] Altının nasıl doldurulacağı sadece masa başında belirlenemeyecek muhayyel bir geleceğin inşası adına, tecrübe edilmiş gerçekliklere gerektiği değeri verememek halihazırdaki zihniyet problemimizin bir uzantısıdır. Oysa öncelikle yaşadığımız dünyayı akli ve bilimsel yönleriyle kavramak; o dünyayı inşa eden tecrübeyi gözlemlemek tam da kadimde üstlenilen sorumlulukların bir yansımasıdır. Bunda akim kalınca, bu dünyayı nasıl değiştireceğimiz de hayali cevaplarla malul ama verili despotik sistemi de kimliksel düzlemde sahiplenmekle neticelenmektedir. Tıpkı, geçmişin resmî ideoloji yanlılarının, resmî ideolojide sorun görmeyip ara sıra uygulamaları eleştirmelerindeki garabet gibi, sistemik yapı ne kadar yozlaşma içerse de, ona yönelik kısık sesli sitemlerin dışında, “karşı taraflara güvenmemek” gibi bol sebep üreterek “tarafgirlik” zaafını ilkeler aleyhine sürdürmekteki ısrar gibi.

 

Bu da kendi gettona mahkûmiyet/kendi elinde olanla sevinme; “tearüfte bulunma/tanış olmayı” erteleme, bir arada yaşam fıkhı üzerine düşünüp üretmeyi zaaf olarak görme; kendinle birlikte başkalarının da değişimine vesile olucu bir vizyonu kuşanma cesareti göstermeyi öteleme ve nihayetinde kendi elinle ürettiğin kadere rıza gösterme şeklindeki bir akıbeti dayatmaktadır.

 

Buradan da elbette bir heyecan ve umut çıkması imkân dahilinde değildir. İnsanlığın faydasına olmak kaydıyla ortak olanı sahiplenmeyi terk edip sürekli ayrışma noktalarına odaklanmak, belki mahalli bir kimliği kendi gettosunda koruyabilir ama evrensel çözümler üretme kapasitesini ortadan kaldırır.

 

Bugünün İslamcı entelijansiyası, “başkalarının” hataları ve zaaflarından beslenmeyi ve muhayyel geleceği (ve muhayyel toplumu) ideal edinmeyi terk edip gerçekler dünyasına ilişkin sorunlar ve çözümler üzerine odaklanmalıdır. Eğer gerçekten “şeriata uygun” bir gelecek tasavvuru hayata geçirilmek isteniyorsa bunun, gerçekler dünyasında, toplumların maslahatına üretilmiş “en iyiler”in neler olduğu incelenerek gerçekleşmesi mümkündür. Sokrates’in “bilgi erdemdir” deyişinde olduğu gibi, her alandaki adalet hissi ancak o alanlara ilişkin donanımı artırmakla sağlanabilir. Kimlik sadece tarihte inşa edilmiş iyilikler sıralanarak değil; o kimliği daha dünyalı yaparak korunabilir. İnsanlığın maslahatına endişe ettiğimiz alanlarla ilgili uyarılar da (emri bil maruf nehyi anil münker/iyiliği emredip kötülükten sakındırmak) ancak bu seviyede ciddiye alınıp saygı görür.

 

İslamcı entelijansiya bu işlevini bihakkın yerine getirirse, muhafazakâr-mütedeyyin kitleler de yozlaşma süreçlerine bahaneler üretmekten kurtulur, gerçek ve meşru heyecanı yakalar, insan onuruna yaraşır düzlemde ahlaki siyasete sinerjisini katar, hamasetin değil aklın, vicdanın ve merhametin gölgesinde güvenilir bir toplum olma yolunda ilerleyebilir.

 

Unutulmamalıdır ki, bugün lüks gibi görünen demokratik zihniyete sahip olmak, aslında toplumların en vasat halini resmeder; oysa bizim çok daha fazlasını özümsemiş, İslam’ın özü ve ruhuyla bu zihniyeti beslemiş medeni ve evrensel bir şahitliğe ihtiyacımız var. Ev ödevini iyi çalışmadan, bu mahsul hiç kimsenin önüne gökten zembille inecek değil!

 

__

[1] Haydar Şahin, Macaristan Seçimleri ve Türkiye Muhalefeti

[2] Splitting up Europe’s authoritarian alliance – EURACTIV.com; How the EU Can Better Avoid Bankrolling Authoritarianism – Carnegie Europe – Carnegie Endowment for International Peace

[3] Bahadır Kurbanoğlu, Emanet.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.