Sığınmacılar Konusunda Paralize Olan Siyaset

Sığınmacılar konusu tıpkı futbol gibi, herkesin bildiği, herkesin hakkında konuşma yetisine sahip olduğunu düşündüğü ve merkezinde, görünürlüklerinin azalması niyazlarının bol olduğu cümlelerin yer aldığı diskurların konusu olmaktalar. Velhasıl, “insan onuru”, “insan hakları” mottolarını parti programlarına nakşetmiş pek çok parti ve partililer, söz konusu sığınmacılar olduğunda onları açık-gizli bir ötekileştirmenin nesnesi kılabilmekteler.

Mart 2019 yerel seçimlerinde büyükşehirlerin kaybı ve son yıllarda ekonomideki gerilemelerle birlikte, sığınmacılar konusunda ciddi manada gerilemeler kaydeden bir iktidar yapısıyla yüz yüzeyiz. 

 

Muhalefet kanadı zaten başından bu yana sadece Suriye politikasını eleştirmekle kalmadı, aynı zamanda “yabancı karşıtlığı”ndan “yabancı düşmanlığı” ve en nihayetinde ırkçılığa kadar varan bir yelpazede siyaset güttü. İktidar eleştirilerinde burayı konforlu bir alan olarak gördü ve hiç geri adım atmadı. Hiç şüphesiz buradaki motivasyonun arka planında aynı zamanda ideolojik saikler de var. Sorunun menşei ya da çözümünden ziyade, sığınmacıların etnik ve dini kökenleri, geldikleri coğrafyalar, bir muhalefet etme biçiminin ötesinde ideolojik saiklerle sorun edilmekte. Elbette bu ideolojik yaklaşım da yeni değil ve öncesinde de farklı kimlikleri sorun eden, ötekileştiren hatta düşmanlaştıran yaklaşımların benzerleri işlemekte.

 

Lakin, iktidarın bu meseledeki geçmişten bugüne zaafa uğrayan meşruiyet alanı daraldıkça, entegrasyon siyasetlerinde ayak sürümeler arttıkça ve hepsiyle birlikte güvenlik bürokrasisi içindeki iktidar ortaklarının elleri bu alanda geçmişte olmadığı kadar güçlendikçe, sığınmacı politikası da adaletsizlikler zincirinin bir halkası ama oldukça geniş bir halkası haline geldi. Konu, eğriliği doğruluğu su götürür algıların popülerleştirilmesiyle birleşince önü alınamaz şekilde toplum vicdanı da yara almaya başladı. 

 

Tek Sorunumuz “Gönüllü” Geri Gönderme mi?

 

Bu mesele ne zaman gündeme gelse -ki artık gündemden hiç düşmüyor- siyasetçi ya da medya mahfillerinin yegâne ortak konusu “geri gönderme” ve “gönüllü geri dönüşler” olmakta. İktidar ya da muhalefet kanadından herhangi bir siyasetçi ağzını açtığında, sözde toplumun yüreğine su serpme amacıyla, “Afganlar… güvenlik… kaçaklar… geri gönderme anlaşması…” diyerek konuyu başlayıp bitirmekte. Sığınmacılar konusu tıpkı futbol gibi, herkesin bildiği, herkesin hakkında konuşma yetisine sahip olduğunu düşündüğü ve merkezinde, görünürlüklerinin azalması niyazlarının bol olduğu cümlelerin yer aldığı diskurların konusu olmaktalar. Velhasıl, “insan onuru”, “insan hakları” mottolarını parti programlarına nakşetmiş pek çok parti ve partililer, söz konusu sığınmacılar olduğunda onları açık-gizli bir ötekileştirmenin nesnesi kılabilmekteler.

 

Az sayıda İslamcı, sosyalist ve demokrat sivil toplum örgütü ve insan hakları kuruluşu dışında meseleye “sığınmacı/insan merkezli” bakanlarımızın sayısı çok az. Bu saydığımız kesimler de kamuoyunda maalesef ideolojik saiklerle hareket etmekle suçlanmaktalar. Oysa -velev ki böyle de olsa- bazı muhafazakâr, sol ve demokrat kesimlerin bu konudaki duyarlılıkları uluslararası anlaşmalar, evrensel normlar ve çağdaş hukuk metinleriyle uyumlu halde. Bu sebepledir ki, bu kesimlerin “insani” yaklaşımlarını ideoloji, hamaset, aldanmışlık ya da ihanetle itham etmek, onların tezlerinin karşısına ‘güvenlik’, ‘beka’, ‘demografik tehdit’ gibi mottoları koymak en hafif tabirle evrensel insan hakları ve mülteci hukukuna ilişkin umarsızlık ya da cehaleti ortaya koymakta. Onlar da tam aksini savunmaktalar. Yani, asıl planlı, doğru bir entegrasyon politikası ve sığınmacı siyasetinin bir ülkenin kültürel, medeni, ekonomik gelişimi için gerekli ve elzem olduğuna inanmaktalar. 

 

Hepsinden önemlisi, öncelikle “insan”dan bahsetmekteyiz. Suriye meselesi özelinde konuyu ele aldığımızda 12 yıl evveline kadar ülkelerinde yaşayan ve büyük bir tarihi trajedinin şahidi ve kurbanları olan insanlardan. Dolayısıyla hak ve adalet kavramları üzerinden baktığımızda öncelikle bu insanların yaşam, barınma, geçim ve güvenlik hakları her şeyin üzerinde görülmelidir. 

 

Oysa siyaset, her konuda olduğu gibi burada da popülizmin pençesinden gönüllü ya da zoraki olarak kurtulamamaktadır. Onları nesneleştirmekte, istatistiğin konusu yapmakta, talep edilen ya da uygulanan siyasetlerle de sürekli ivmelenen bir stratejiyle aleyhlerine olanı üretmekte bonkör davranmakta.

 

Cadı Avına Sessiz Bir Muhalefet

 

Yeni İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın göreve geldiği günden bu yana iktidarın önceden planladığı bir dizi siyasetin hayata geçirilmekte olduğunu gözlemledik. Ay ay, on binlerle ifade edilen ve sorunsuz olduğu iddia edilen “gönüllü(!) geri dönüş” rakamları bizzat Bakan tarafından açıklandı. Oysa bu geri dönüşlerin önemli bir kısmı zorla, kötü muamele, şiddet ve tehditlerin ardından imzalatılan belgelerden oluşmakta. 

 

Öte yandan “yabancı düşmanlığı”nın da ötesinde artan ırkçılık karşısında hem Cumhurbaşkanı Erdoğan hem de Adalet Bakanı Tunç Yılmaz’ın bir dizi açıklaması peş peşe geldi ve ayrımcılık ve nefret suçlarına ilişkin tavizsiz olunacağı açıklandı. Ardından da bazı haber portalları ve yöneticilerine çeşitli suçlamalarla gözaltı ve tutuklamalar gerçekleşti. Bu gelişmelere ilişkin talepler, özellikle insan hakları kuruluşlarının yegâne çağrıları arasındaydı ve olumlu karşılandı. Gerçekten de bu yayın organları, kimisi geçmişten bugüne, kimisi son yıllarda iyiden iyiye artan dozajda sığınmacıları hedef alan haberler yapmakta, toplumda infial oluşturma amaçlı bir dil kullanmakta, medya etiğinden uzak manşet ve içerikte haberlerle Ceza Kanunu’nda karşılığı olan fiilleri hayata geçirmekte idiler. Onları yakından takip eden kuruluşların raporlamaları, yüz kızartıcı bu sözde habercilik faaliyetinin arkasındaki siyasi saikleri ve mahfilleri de gayet iyi tanımakta idiler. 

 

Tabii özellikle muhalif siyaset bunlara gerekli cesareti vermese (Ümit Özdağ gibiler bir yana, bu konuda özellikle ana muhalefetin başı ve ana muhalefete yakın medya organları ve gazetecilerin gayreti göz ardı edilemez) etkileri de bir o kadar az olurdu. 

 

Nitekim, Türkiye’de her konuda “hak, hukuk, adalet” nidalarını eksik etmeyen muhalefet partileri bugüne dek Ali Yerlikaya politikalarına yönelik tek bir söz söylemediler. Irkçılığa ve nefret suçlarına ilişkin herhangi bir demeçlerine rastlayan olmadı. Nasıl olsundu ki! “Davulla zurnayla göndereceğiz” dışında doğru düzgün bir siyaset önerisi olmayanlar elbette bu sürece zımnen onay verdiler. Buradaki insan hakları ihlallerini zerre önemsemediler. Hatta süreci olabildiğince görmezden geldiler; kör, sağır, dilsiz kesildiler. Dolayısıyla bu konuda da iktidar, kendi ürettiği siyasete ilişkin muhalefetini de kendisi yaptı ve ayrımcılık, nefret, hedef gösterme ve yabancı düşmanlığına ilişkin muhalefetin zaten ötekileştirdiği kesimlere de sahip çıktığını izhar ederek, adalet mekanizmalarını harekete geçirdiler.

 

İktidarın bu noktada birkaç motivasyonu söz konusu idi. 

 

  • İlki; ırkçılığın artık Arap turistlerin de hayatını tehdit eder şekilde yaygınlaşması, bunun Türkiye’nin imajına ve ekonomisine verdiği zararın getirdiği endişe. 
  • İnsan haklarını hiçe sayan geri gönderme siyasetinin ivme kazanması anlamındaki ikincisi de; yaklaşan yerel seçimler öncesi bu konuda kararlılık gösterip İstanbul gibi büyükşehirlerde sığınmacı nüfusun görünürlüğünü azaltıp halkın tepkisinin azalması ve muhalefetin elindeki kozların da alınması anlamındaki motivasyon.       

 

Sığınmacı Merkezli Alternatif Siyasetin Gerekliliği 

 

İnsan hakları merkezli siyasetler ile ekonomi, tarım, eğitim, sağlık ve hukuk alanlarındaki empati yapma becerisini sığınmacılar söz konusu olduğunda gösteremeyen, hatta oryantalistik, ötekileştirici, dehumanize edici reflekslerle hareket eden siyaset arasındaki farkı anlatabilmek için soğukkanlılığını hiç kaybetmemiş olan şu cümle örnek olarak verilebilir: “Suriyeliler ile Afganları da ayırmak lazım. İlkinde savaş gibi bir zorunluluk var ama ikincisi başlı başına bir güvenlik sorunu!” 

 

Ne yapmak lazım şimdi? Bardağın dolu tarafına mı bakmalıyız? En azından Suriyelileri ayrı bir yere koyduğu için sevinmeli miyiz? Afganların neden buralara geldikleri, üçüncü devletler açısından bilinçli bir politikanın ya da birtakım istihbarat/mafya karışımı çetelerin kurbanı olup olmadıkları ayrı bir konu. Buna komplo muamelesi yapmadan uzun uzadıya tartışmak da mümkün; lakin o Afganların da birer insan oldukları, binlerce kilometre yolculuklarda nice trajediler yaşadıkları, ülkemize girdikleri andan itibaren de onların da haklarının doğduğunu, bunlara ilişkin uluslararası kriterler içeren metinler olduğunu da bir kenara not edelim. 

 

Unutmamak gerekir ki her insan koca bir dünya ve her insan bir hikâyedir. Hele ki göç hikâyeleri başlı başına dramatik unsurlar içerir. Bunları ancak yaşayan bilir, empati gücü yüksek olanlar hisseder ve daha Türkçesi Allah korkusu olanlar elindeki yasama ve yürütme gücünü olabildiğince bu dezavantajlı insanların lehine kullanmakla yükümlüdür! 

 

Bu siyaseti merkeze alanlar da zannımızca her zaman kazançlı çıkarlar. Topluma da kazandırırlar. Tabii bu siyasetin başarılı olması aynı zamanda ülkenizde şeffaf, denetlenebilir, güçler ayrılığına dayalı öngörülebilir bir adalet ve ekonomi sistemi kurmakla mümkün olur. Tamamlayıcı gerekler bunlardır. Bunlar yoksa her türlü psikolojik harekât unsurlarının yönlendirmeleri, algı operatörlerinin gayretleri toplum üzerinde çarpan etkisi yapar, yapıyor da. O halde soru: “Peki bu insanların günahı ne?” Yok aslında hiçbir günahları. Herkes gibi yiyip içiyor, çocukları eğitim alsın istiyor, kendisini ve ailesini ayakta tutabilmek için bazen sigortasız çalışmaya, emeğinin sömürülmesine razı geliyor. Bazen de tıpkı herkes gibi arada suçlar işliyor, bazen hiç suçları yokken lince tabi tutuluyor…vs. vs. İnsan olan ne yapıyorsa onlar da yapıyor. 

 

Şimdilerde ise hayatları kadar aileleri, çocukları ve geçimleri de tehdit altında.

 

‘Ayrımcılık Yasağı’ Uygulanmalı; Sığınmacılara Çalışma, İkamet ve Seyahat Özgürlüğü Tanınmalıdır!

 

Ara başlık, Sığınmacı Hakları Platformu’nun 19 Eylül 2023 tarihli bildirisinden. Başlık bu; zira iktidarın sığınmacılara ilişkin siyasetinde ayrımcılık yasağına ilişkin henüz adımlar atılmışken, özellikle diğer üç maddede ciddi sıkıntılar söz konusu. 

 

Bildiri şu cümleyle başlıyor:

 

“Türkiye’nin güvenlikçi perspektife veya mülteci karşıtı kesimlerin tepkilerini yatıştırmaya indirgenmemiş, evrensel tecrübeyi ve Anadolu’nun kadim kucaklayıcı geleneğini gözeten, adalet ve hak temelli, tutarlı ve uzun erimli bir göç politikasına ihtiyacı var.”

 

Bu yaklaşım mucibince atılması gereken beş adım tespit etmişler: 

 

  • Göç İdaresi Başkanlığı’nın 28 Temmuz’da yayınladığı “İstanbul dışındaki bir ilde kayıtlı olmasına rağmen İstanbul’da ikamet eden Suriye uyruklu yabancıların, 24 Eylül 2023 tarihine kadar kayıtlı oldukları illere dönmeleri” tebliği geri çekilmeli. 
  • İstanbul’da ikametgâh gösterebilen, çocukları okula kayıtlı olan, bir işyerinde çalışan ve ailesinin geçimini sağlayan kişilere İstanbul ikamet hakkı verilmeli; bu kişiler kayıtsız olma durumundan çıkarılmalı. 
  • Sığınmacılara yönelik seyahat özgürlüğü sınırlamalarına son verilmeli; Türkiye içinde iş bulabildikleri şehirlerde aileleriyle berber yaşayabilmeleri için ikamet hakkı tanınmalı. 
  • Objektif bir temeli olmayan ve sıklıkla keyfi biçimde koyulduğu değerlendirilen “tahdit kodu” aracılığıyla bireyleri her an sınır dışı edilebilir duruma getirme uygulamasına, insanları “gönüllü” adı altında geri dönüşe zorlamaya ve bu süreçte yargı kararlarıyla sabitlenen hukuka aykırı diğer tüm muamele ve işlemlere son verilmeli.
  • Ayrımcılık yasağı uygulanmalı; ırkçılar ve diğer ihlalciler için sığınmacılar kurbanlaştırılmamalı ve bu ülkede kaldıkları sürece her türü istismara kapı açan “bir saldırının mağduru dahi olsa gönderilme” korkusundan masun olarak yaşamaları sağlanmalı. Suriyelilere ve Afganistanlılara yönelik saldırılar ve diğer tüm ihlaller etkili biçimde soruşturulmalı ve ihlaller hukuk tarafından cezalandırılmalı.

 

Hâlihazırda yaşadığımız, seçimler sonrasında da iyiden iyiye kanayan yara haline gelen hukuksuzluklara ilişkin talepler bunlar. Tabii bunlara bizzat devlet eliyle işlenen ve zaman zaman sosyal medyaya da yansımış olan bazı göç idarelerindeki kötü muamelelere son vermeyi de eklemek gerek. Mademki muhalefet eliyle desteklenen medya görüntülü operasyonel hesaplarla samimi ve ciddi bir mücadeleye girişiliyor, o halde bunların devlet ve güvenlik bürokrasisi içindeki mahfilleriyle de hukuk nezdinde bir hesaplaşmanın gerçekleştirilmesi kaçınılmazdır. “Sivil” alandaki mecralarla mücadeleyi önceleyip buradaki denetimi kadük bırakırsak, hem ülke imajı yerlerde sürünmeye devam eder hem de bu sürecin insani ve ekonomik yüküne de katlanmak zorunda kalırız.

 

İktidarı ve Muhalefeti Hukuk, Adalet ve Vicdana Davet Eden Bir “3. Yol” Siyasetine İhtiyaç Var 

 

Sonuç olarak popüler iklim ne buyurursa buyursun, gerek Meclis’te grubu olan partilerin gerekse Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nun sivil toplumla da işbirliği içinde insan/sığınmacı merkezli bir politikaya hem toplumu hem de siyaseti davet etmeleri gerekmektedir. KHK’lar, mülakat sistemi, infaz yasası, düşünce ve ifade özgürlüğü, enflasyon, emeğin sömürülmesi, gelir adaleti vb. konularda gösterilen hassasiyetlerdeki motivasyon ne ise aynıyla vaki bu alanda da sahici, samimi ve yapıcı bir siyaset tarzı ve diline ihtiyaç var. Bu alanda da üzüm yemenin yollarını araştırmakla yükümlüyüz. Siyaset ve toplumla doğru iletişim kadar, hiçbir konuda kulağımızın üstüne yatmadan sorumluluk almanın zarureti ortadadır.

 

Mülteci sorununun “günah keçileri” ilan edilmek istenen mağdurlarla hiçbir ilgisi yoktur! Aslında o mağdurları sorun olarak gören ve algı operasyonlarından etkilenen kitlesellik de hem palyatif/konjonktüreldir hem de sorunun sadece bir bölümünü yansıtmaktadır. Asıl kaynaklar küresel sömürü ve işgal politikaları, bölgesel despotlar, ulusalcı egosantrizm, resmî ideolojiye dayalı endoktrinasyon, her ülkede motivasyonları ve refleksleri benzer olan yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, popülizmi kader belleyen zihniyet, kötü ekonomi politikaları, entegrasyon politikalarındaki ayak sürümeler/zaaflar ve meselenin çözümündeki vicdan ve vizyon sorunudur.

 

Bu başlıkların her birinin masaya yatırılması elzem olmakla birlikte pratik önceliğimiz insan merkezli yaklaşımın korunup öne çıkarılması ve bu yaklaşımda kararlılık ve istikrar sağlanmasıdır. Bu sinerjiyi yakalayabilecek bir Göç Bakanlığı’na, sivil toplumla birebir ve sahici ilişkiler kuracak bürokratik kadrolara, bu hedefe matuf araçları doğru kullanacak, suistimallere de geçit vermeyecek bir zihniyet inşasına ivedilikle ihtiyaç vardır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.