Stratejik Yalnızlık: Türkiye ve Avrupa Konseyi
Avrupa Konseyi üyeliğimizi Türkiye’nin Mart ayında bir kararnameyle “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nden, nam-ı diğer İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi gibi görece kolay bir süreç olarak düşünmemek gerekiyor. Böyle bir sürecin başlaması, Türkiye’nin Avrupa’nın hukuki sisteminden, medeniyet temelli bir ortaklıktan sert bir kopuşu anlamına gelir.
“Ben bilmek istiyorum” demişti Küçük Kara Balık; “Hayat gerçekten bir avuç yerde durmadan dönüp durmak sonra da yaşlanıp ölüp gitmek mi, yoksa bu dünyada başka türlü yaşamak da mümkün mü?” Azeri asıllı İranlı hikâye anlatıcısı Samed Behrengi’nin bu sözünü ettiği “başka türlü” yaşamı çok daha farklı bir düzlemde ele alırsak, demokratik standartlarının, insan haklarının, hukuk devleti ilkelerinin ete kemiğe büründüğü bir kurum olan Avrupa Konseyi’ne çıkar yolumuz.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin hak savunucusu Osman Kavala’nın serbest bırakılması konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararının uygulanmaması üzerine, Türkiye hakkında ihlal prosedürünü başlatması ve 17 Ocak’ta görülecek olan Kavala duruşmasının akabinde Türkiye’den 19 Ocak’a kadar görüşünü iletmesini istemesiyle, yani Türkiye’ye “köprüden önce son bir çıkış hakkı tanımasıyla” birlikte Konsey bir kez daha gündemimizde yerini aldı – hem de tabir-i caizse bir “sıcak patates” olarak…
Türkiye 17 Ocak’ta Kavala’nın “özgürlük ve güvenlik hakkı ihlali” nedeniyle serbest bırakılması doğrultusunda bir karar alırsa ihlal prosedürü ikinci aşamaya geçmeyecek. Aksi taktirde Bakanlar Komitesi, AİHM / Büyük Daire’ye ihlal prosedürünün başlamasına yönelik resmi bildirimde bulunduğunda süreç de başlamış olacak.
Oy hakkının veya üyeliğin askıya alınması, hatta üyelikten çıkarılması gibi yaptırımlar masada olsa da henüz bu noktaya hiçbir ülke varmış değil. Daha önce ihlal prosedürü sadece muhalif bir siyasetçi olan Ilgar Mammadov’u AİHM’in ilgili kararına rağmen hapse attığı için 2017 yılında Azerbaycan’a uygulanmış, ardından dosya ilgili koşulların sağlanması, yani Mammadov’un serbest bırakılıp tazminat ödemesi sonucu 2020 yılında kapatılmıştı.
Peki, şu veya bu karardan bağımsız olarak, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Strasburg merkezli olarak kurulan Avrupa Konseyi niçin önemli bir kurum? Öncelikle, Türkiye’nin 1950 yılında üye olduğu en eski ve en köklü Avrupa kurumlarından biri. Ayrıca, Konsey’in yapı taşı olarak nitelendireceğimiz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) de 1954 yılından beri taraf ülke konumundayız. Konsey bünyesindeki yargı merci olan AİHM ise, yasal olarak bağlayıcı kararlarıyla birlikte 1990 yılından beri AİHS’e Türkiye’nin uygunluğunu denetlemekle yükümlü.
Dolayısıyla, otuz yıldan uzun zamandır Türk hükûmeti AİHM’in Türk mahkemeleri açısından bağlayıcılığını yasal düzlemde kabul etmiş durumda. Öte yandan, Anayasa’nın 90. maddesine göre iç hukuk ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmeleri arasında çelişki doğması halinde, uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınması gerekiyor. Benzer şekilde AİHS’e taraf 47 devlet de mahkemenin saygınlığını, kararlarının inandırıcılığını korumak gibi bir kolektif sorumluluğun altına imza atmışlardır.
Bir diğer deyişle, Avrupa Konseyi, taraf ülke topraklarının üzerindeki tüm bireyler açısından insanca yaşamanın gerekleri olan ilkelerin teminatı; zira Konsey çatısı altındaki tüm devletler “Ben insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin gereğini yerine getirmekle kendimi yükümlü görüyorum” sözünü vermiş oluyorlar.
Rusya ve Azerbaycan örneklerinde görüldüğü gibi bu taahhütten sık sık kopuşlar, AİHM kararının uygulanmaması karşısında gösterilen inat, Konsey’in tavsiye kararlarını iç işlerine müdahale aracı olarak gören çıkışlar ise ilgili ülkenin hem kendi vatandaşları hem de uluslararası toplum nezdindeki güvenilirliğini sarsıyor, inandırıcılığını yitirmesine yol açıyor.
Avrupa Konseyi’nin eleştirilerine maruz kalan tek ülke biz de değiliz. Kısa süre önce Hırvatistan, ülkeye giren göçmenlere kötü muamele etmesi sebebiyle Konsey’in eleştiri oklarını üzerine çekmiş, buna karşılık devlet başkanı Zoran Milanoviç, “Ülkemizin sınırlarını başka türlü koruyamayız; polisin bazen güç kullanması gerekir.” diyerek Konsey’in eleştirilerini adeta tiye almıştı. Öte yandan, Rusya’nın Yabancı Ajan Kanunu ile ülkedeki insan hakları örgütleri üzerinde kurduğu baskı, Avrupa Konseyi’nin sürekli bir eleştiri konusu halini aldı.
Konsey, şu ana kadar herhangi bir üyesinin üyeliğini askıya almaya varan ihlal prosedürünü neredeyse hiç kullanmamış. Dolayısıyla, usul açısından izlenecek yola dair elimizde yakın zamanlı sağlıklı bir örnek yok. Tek referans ise, Konsey’in Statüsü ve Komite’nin iç uygulama kuralları.
Buna göre ihlal prosedürünün başlatılması, AİHM’in ilgili ülkeye dair verdiği kararın bu ülke tarafından yerine getirilip getirilmediğine dair kararı ve akabinde askıya alma veya üyelikten çıkarma kararları otomatik olarak işletilmiyor. Burada kritik olan, Konsey Statüsü’nün 8. maddesinde 3. maddeye yapılan atıf; yani Konsey’in hukuk devleti ve insan haklarını etkili ve samimi şekilde uygulama ve bu konuda Konsey ile birlikte çalışma ilkesine riayet edilmesi.
Uzmanlar ise bu prosedürün Türkiye açısından uygulanıp uygulanmayacağı, Konsey üyesi ülkelerin reel politik yaklaşımını ön plana çıkarıp çıkarmayacağı konusunda ikiye bölünmüş durumda. Bir kesim, üyeliğin askıya alınması gibi seçeneklerin uzak ihtimal olduğunu, ama Türkiye’nin de bu süreçte Konsey’in en eski üyelerinden biri olarak iyi niyetli bir tavır sergileyerek uzlaşmacı bir tutumda buluşması gerektiğini belirtiyor. Kavala konusundaki son oylamada Macaristan gibi AB ülkelerinin Türkiye’nin yanında yer alması, Polonya gibi üyelerin de oylamaya katılmayarak dolaylı destek vermesi, bu konuda Türkiye’nin Avrupa Konseyi nezdinde halen stratejik ve pragmatik bağlarını koruduğunu gösteriyor.
Öte yandan, ihlal kararının giderilmesi için tek çare ise ilgili ülkedeki başvurucunun Konsey’in belirttiği tarihe kadar tahliye edilmesi ve ihlal durumunun giderilmesi. Bir diğer uzman kesim, üyeliğin askıya alınması veya üyelikten çıkarmanın düşük ihtimal de olsa uygulanabileceğini ve ilgili tüm koşullar oluşmuş ise uygulanması gerektiğini düşünüyor.
Avrupa Konseyi üyeliğimizi Türkiye’nin Mart ayında bir kararnameyle “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nden, nam-ı diğer İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi gibi görece kolay bir süreç olarak düşünmemek gerekiyor. Böyle bir sürecin başlaması, Türkiye’nin Avrupa’nın hukuki sisteminden, medeniyet temelli bir ortaklıktan sert bir kopuşu anlamına gelir.
Burada vurgu; insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü açısından bir tür Magna Carta olan AİHS ve Avrupa’nın başlıca insan hakları forumu olarak görülen Avrupa Konseyi çatısı içinde kalmak, normatif değerleri önceliklendiren bu sistemden çıkmamak konusunda olmalı. Türkiye’siz kalmış bir Avrupa Konseyi ve Avrupa Konseyi’nden kopmuş bir Türkiye hiçbir tarafın lehine olmayacaktır.