Bu dünyada birçok harika eser, sanatçısı enteresan biri olmadığı için düşük fiyatlara satılıp çeyiz sandıklarına kondu ve sırf sansasyon yaratabilen birinin elinden çıktığı için gülünç işler fahiş fiyatlara satılıp müzelerde sergilendi.

Evet, devlet güçlü olabilir. Kendine bağlı aydınlarla seferberlik ruhu içinde hareket edebilir. Ama bu, tamamen yeni, kendisini idealize ettiği bir dili yaratabileceği anlamına gelmez. Zorlamayla ve emir-komutayla yeni bir dil yaratılamaz. Velhasıl dil, emir ile hizaya sokulamaz. “Edebiyat Devrimi” de bunu bütün açıklığıyla ortaya koyar bir eser.

İlkokul eğitim müfredatında Atatürk anlatısı, eşzamanlı olarak iki taraflı ilerler: Bir taraftan, Cumhuriyet’in, devletin, toplumun, halkın varlığı Atatürk’e bağlanır; o olmasaydı, bugün sahip olduğumuz hiçbir şeye sahip olmayacağımız düşüncesi çocukların zihnine kazınır. Diğer taraftan da Atatürk’ün ölümsüz olduğu, gönüllerde yaşadığı, onları (çocukları) her zaman izlediği ve onlardan çok şey beklediği vurgulanır.

Kültür, sanat, edebiyat ve dahi şiirin kiloyla tartılıp metre ile ölçüldüğü zamanlardan geçiyoruz. Eli kalem tutan kurşundan kalemlerin, politikacıların kırıp döktüklerini toparlama karşılığında ücretlendirilip ödüllendirildiğini hayretle seyrediyoruz. Söz hiç bu kadar irtifa kaybetmedi. Fikir hiç bu kadar pespayeleşmedi. Aydın namına kırıntı bile yok! Ya âlimi, uleması? Kim kaybetmiş ki bulasın!…

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’üncü yılını bitirip ikinci yüzyıla ayak bastığı bugünlerde anmalar, kutlamalar, reklam sunumları, resmî geçit törenleri, havai fişekler vs. kadar, yüzyıllık geçmişin bir muhasebesinin yapılması da elzemdir. Bu muhasebe; birinci yüzyılın olumsuzluklarını, paradokslarını, defolarını ve yanlışlıklarını ikinci yüzyıla devretmemiş veya bunları minimize etmiş bir tablonun ortaya çıkması için hem gerekli hem de önemlidir.   […]

Namazgâh Tepesi rüzgârlı. Kentin keşmekeşi aşağıda kalmış. Güzel ağaçları arkama alıp oturuyorum. Sanat yapıtlarını fotoğraflarken hep düşünürüm, fotorealizmin fotoğraf çekmekten farkı ne diye. Sanatçının, baktığı yer dışında bir katkısı var mı hipergerçekçilikte? Sıhhiye’ye ne zaman gitsem kendimi atari oyununda karşıdan karşıya ezilmeden geçmeye çalışan ördek gibi hissediyorum. Metroda ya asansör bozuk ya yürüyen merdiven; koşup […]

Sanat, ne zaman sosyal sorumluluk projeleri hâlini aldı? Bienal kitapçığında altı başlık altında sıralananlar serginin temaları olarak değil de pandemi sonrası dünyanın ortak kaygılarının bir sıralaması şeklinde bizi kesiştirecek düşünce akışları olarak sunulur; hepsi de bu dünyaya karşı sorumluluklarımızla ilintilidir. “En genel tanımıyla eleştirel sanat, tahakküm mekanizmalarına dair bilinç vererek izleyiciyi dünyanın dönüşümünün bilincinde olan […]

Sanat tabiattan herhangi bir şeyi alır ve ona sonsuz bir hayat sunar. Fani alemde yok olan tüm yaşamın tek ölümsüz tarafıdır o. Tıpkı Van Gogh’un, 25 Mayıs 1889 tarihine denk geldiği düşünülen o gece baktığı gökyüzü, onun Yıldızlı Gece’si gibi. Zengin ve soylu ailelerin finansörlük yaptığı sanatçılar, sarayların süslemeleri için ödenen yüksek ücretler, seneler süren […]

Covid-19 sokağa çıktığımız andan itibaren -hatta evde bile- sağımızdaki ve solumuzdaki herkesi tehdit edici bir figüre dönüştürmesiyle, -ben-den gayrı kim varsa onu -öteki- yaptı. Virüs yerleştiği kişiyi ötekimiz kılarak, yeni bir durumla bizi yüz yüze bıraktı, ilginç bir yüzleşme sağladı. Yüzleşmenin sanat cephesinde ne yönde olacağı üzerine düşünecek olursak, sorulardan biri; bu -öteki- sanat heybesine […]

Batman’da doğan Ahmet Güneştekin, kendi yaşadıklarını içine doğduğu toplumun hafızası ile birleştirip bu coğrafyanın mitolojik örgüleri ile yeniden yorumluyor. Eserleri sadece sanatı ve estetiği odağa alan çalışmalar değil aynı zamanda yaşadıklarının da bir tanığı. İstanbul’da “Hafıza Odası” ile sanatseverlerle buluşan Güneştekin’e Perspektif olarak eserlerini, Türkiye’yi, ayrı hafızaların birleşmesinin mümkün olup olmadığını sorduk. Serginiz daha önce […]

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.