Yahya Kemal’in Hatıraları (1)
Yahya Kemal’in el yazısıyla kâğıtlara döktüğü hatıraları, ölümünden 14 yıl sonra “Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatıralarım” adıyla yayınlanır. Kapsamlı bir başlık taşıyan bu kitapta Kemal, hem özel hayatının kapılarını açarak bizi çocukluk ve gençlik yıllarına götürür hem de edebiyata ve siyasete dair fikirlerini bizimle paylaşır.
Yahya Kemal, hatırat yazmanın, edebi eserlerin en şahsi türü olduğunu belirtir. Ancak hatırat yazmak niyetinde olanları hemen uyarır. “Hatırat kadar az inandıran bir nevi de yok gibidir.” Okur, kendini yere göğe koyamayanlara, olur olmaz böbürlenenlere itimat etmez. Hatırat, ancak okurda “doğru” olduğu kanaatini uyandırırsa, kabul görür. O nedenle hatırat yazarı, başkalarına söylenmesi gereken bir değer taşıyan hadiseleri ve döneme dair kanaatlerini kendini temize çekmeye çalışmadan bütün doğruluğuyla anlatmak mükellefiyeti altındadır.
Onun el yazısıyla kâğıtlara döktüğü hatıraları, ölümünden 14 yıl sonra “Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatıralarım”* adıyla yayınlanır. Kapsamlı bir başlık taşıyan bu kitapta Yahya Kemal, hem özel hayatının kapılarını açarak bizi çocukluk ve gençlik yıllarına götürür hem de edebiyata ve siyasete dair fikirlerini bizimle paylaşır.
Yahya Kemal, 1894’te Üsküp’te doğar. Niş muhaciri bir ailenin çocuğudur. Geniş ve kalabalık bir ailede büyür. Annesi, hayatının en kıymetli şahsiyetidir. Okuma-yazma bilmeyen dindar bir kadın olan annesi Nakiye Hanım’a sevgisi çok derindir. Annesi ile babasının başlangıçta mutlu bir evlilikleri vardır.
Fakat sonradan gece âlemlerine dalan ve nedensiz seyahatlere çıkan babasının davranışları kötüleşir. Nakiye Hanım’ın itirazlarına rağmen ailenin Üsküp’ten Selanik’e taşınması sonun başlangıcı olur. Aile birliğini tümüyle kaybeder. Verem olan Nakiye Hanım’ın sağlığı gün gittikçe bozulur. Selanik’te dikiş tutturamayan aile bir süre sonra Üsküp’e geri döner ve Nakiye Hanım da çok sevdiği Üsküp’te son nefesini verir.
“Müslümanlık âlemine o kapıdan girdim”
Annesinin kaybı, o sıralarda 13 yaşında olan Yahya Kemal’i çıldırma raddesine getirir. Kalpsizliği ve kayıtsızlığıyla annesinin ölümüne sebebiyet verdiğini düşündüğü babasına karşı öfke doludur. Ömrünün sonraki dönemlerinde babasının ilgisi, ona olan kızgınlığını bir nebze yumuşatır ama tamamen sona erdirmez. Duyduğu acı, tahammül edilemeyecek seviyededir. Yahya Kemal intiharı düşünür, ölmek ve annesine hemen kavuşmak ister. Annesinin bir resminin olmayışı, onun hayatında şifa bulmaz bir üzüntüye neden olur.
“Annemim resminden mahrumum. Onun bir resmi hayatımın en büyük yadigârı olurdu. Annemin simasını şimdi iyi hatırlayamıyorum. İslam tesettürünün en şedîd bir muhitinde doğduğu, yaşadığı ve öldüğü için bir resmini bırakmadan kayboldu.” (s.3 )
Ailesi dindar değildir. Hem anne hem de baba tarafı Müslümandır ama onların Müslümanlığı Ramazan’da oruç tutmakla, kandilleri ve bayramları kutlamakla sınırlıdır. Annesi istisna, ne annesinin ne de babasının ailesinde namaz kılan birine rastlar. Yahya Kemal “ilk sofuluk zevkini” annesinden alır; annesi ona Ramazan ayında ölülerin ruhuna Yasin okumayı öğretir.
“İlk sofuluğum onüç yaşında annemin ölümüyle başladı. İsa Bey Camii’nde annemin ruhuna hemen her akşam Yasin okumaya başladım. Müslümanlık âlemine o kapıdan girdim, diyebilirim.” (s. 35)
“Toprak üzerinden nişaneleri kaldırmak, ilim karşısında maziyi unutturmaz”
Çocukluğunu anlatırken Yahya Kemal, annesinin dışında ailesinin diğer üyelerini ve yakınlarını da tanıtır. Her birinin kendi hayatına nasıl tesir ettiğini açıklar. Mesela “iyilikten yaratılmış ilahi bir mahlûk” olarak tanımladığı ve “nanam” dediği annesinin dadısının, ona insanlığa dair müspet bir fikir aşıladığını belirtir. Kendisini boğulmaktan kurtaran ve “hayatının bakiyesini borçlu olduğu” ailenin emektarlarından Deli Ahmet’i, gözüyle gördüğü son yeniçeri olarak anar. Evin bıçkın uşağı Hüseyin’den külhanbeyliğe merak sarar, gider sedef kakmalı bir bıçak ve tabanca edinir ve bunları babasından gizli bir şekilde taşımaya başlar.
Keza yaşadığı ve gördüğü şehirleri, oradaki gelenekleri, görenekleri, eğlenceleri de bize aktarır Yahya Kemal. Yıllar sonra çeşitli vesilelerle ziyaret ettiğinde, Filibe’nin, Üsküp’ün, Selanik’in sokaklarında, kaldırım taşlarında, meydanlarında Türk izi arar. “İliklerine kadar Türklük sinmiş Filibe”de gezerken, “ondördüncü asırdan beri altı asır, atlı ve piyade, asker ve vatandaş, serdar ve nefer, fatih ve muhacir” olarak milyonlarca Türk’ün üzerinden geçtiği Meriç Köprüsü’ne bakarken, buraları kaybetmiş olmanın sızısını her daim yüreğinde hisseder. Filibe’de bir mesire yerindeki bir Türk çeşmesinin kitabe yerinin sökülmesi ruhunu yaralar. Türk milliyetçilerine, geçmişi silmeye dönük bu hoyrat tavırlardan uzak durmalarını salık verir:
“Bulgar milliyetperverliğini çok beğenen bazı kalın kafalılarımız bu çığıra gitmesinler. Türk vatanında Bizans ve Latin kitabelerini asla kaldırmasınlar. Dünyada her milletin vatanı diğer bir milletin mirasıdır. Milletlerin tevarüs ettiği eserler kendi milliyetlerine mal olmuş eserlerdir. Toprak üzerinden nişaneleri kaldırmak, ilim karşısında maziyi unutturmaz. Macarlar, Budin toprağını Türklük nişânelerinden ârî bir hale getirmekle fenâ ettiklerini şimdi anlıyorlar. Budin’in içinde pek az Türk eseri kalmakla beraber 170 sene Türk olduğunu havada rüzgâr gibi esen hatıralar söylüyor.” (s. 40)
Politikanın Neticesi Olan Tehlike Hissi
Yahya Kemal, siyaseten ilk dersini daha küçük bir çocukken alır. Babası ilk evladı olduğu için, arkadaş sohbetlerine giderken bazı akşamlar onu da yanında götürür. O da kulak kesilir söylenenlere; babası ve arkadaşlarını, ne dediklerini ve ne olduklarını anlamaya çalışır. Muhabbetlere bir yandan ağır bir milliyetçi havanın, diğer yandan da sert bir padişah karşıtlığının damga bastığını görür. Abdülhamid muhalefeti kafasında o kadar yer eder ki bir akşam yekten söze karışır:
“Askerlerimiz Yenişehir’i, Dömeke’yi bu kadar memleketleri fethettiler, alçak Sultan Abdülhamid hepsini yine Yunan’a geri verecek.” (s. 60)
Herkesin takdirini beklerken, birden ortalık buz keser. Babası onu azarlar, bu lafları nereden öğrendiğini sorar hışımla. O da bir çocuk saflığıyla, onların hep böyle şeyler söylediğini, ayrıca yalnız onların değil ahalinin de böyle düşündüğünü söyler.
Babasının ve arkadaşlarının korkudan gözleri fal taşı gibi açılır, endişeyle birbirlerine bakarlar. Çünkü böyle uluorta padişah aleyhine konuşmanın çok büyük bir maliyetinin olduğunu bilirler. İlk şoku atlattıktan sonra, ona nasihat vermeye başlarlar. Padişahın büyüklüğünden, savaşın onun dehası sayesinde kazanıldığından, padişahı sevmenin Allah’ı ve peygamberi sevmekle eşanlamlı olduğundan bahsederler. Bir daha hiçbir yerde böyle münasebetsiz sözler söylememesi gerektiğini, aksi takdirde babasının başına çok kötü işler geleceğini, ona lisan-ı münasip ile izah ederler.
“Politikanın üzerimdeki ilk têsirini o muhitten ve nêticesi olan tehlike hissini de yine bu hâdise ile onlardan almıştım.” (s. 61)
“İstanbul’da âvâre bir taşra genci”
Annesinin ölümünden sonra babası tekrar evlenir. Babası ve üvey annesi ile arası iyi değildir. Ebeveynlerine dargın olan Yahya Kemal, akrabaları tarafından, o nahoş ortamdan uzaklaşması ve daha iyi eğitim alması için İstanbul’a gönderilir. 1902’de, 18 yaşındaki bir delikanlı olarak İstanbul’a ayak basar. Payitahttaki hısımları, onu Galatasaray Lisesi’ne kaydetmek isterler. Ancak onun aklında Paris’e gitmek vardır. Paris, onun ve o devirdeki Türk gençlerinin yüreğini yakan bir sevdadır. Yüzyılın başında kendisinin içinde olduğu Türk gençliğinin akıl ve ruh dünyalarının yönünü Paris tayin eder:
“İstanbul’da âvâre bir taşra genciydim. Hiç Fransızca bilmiyordum. Servet-i Fünun’da çıkan Edebiyat-ı Cedide’nin şiirleriyle, mensureleriyle, tercümeleriyle, tetkikleriyle kafam doluydu. Memleketi zindan, Avrupa’yı nurlu bir âlem olarak görüyordum. İstanbul’un hafiyelik havasından ürkmüştüm, bilhassa Asya ahlakından müteneffirdim, gençlere vapurda, sokakta, tramvayda, köprüde, her yerde, bıçkın takımından sözde güzîde zümreye kadar eski Şark’ın göreneklerini kollayan binlerce insan tarafından dikilen bakışları beni isyan ettiriyordu. Kendi milli muhitimin cenderesinden kurtulmak, Tevfik Fikret’in şiirinde ve Halid Ziya’nın nesrinde ve bu iki müteceddidin peşine takılmış gençlerin eserlerinde, Fransızcadan tercüme edilmiş romanlarda gördüğüm âleme atılmak istiyordum.” (s. 74)
Hürriyet aşkı ve Jön Türklük heyecanıyla Yahya Kemal, 1903’te neredeyse parası pulu olmadan ve tek kelime Fransızca bilmeden Paris’in yolunu tutar. Gönlünü çelen bu şehirde yaşamak, onun hayatında her açıdan muazzam bir değişim yaratır. İstanbul’dan çıkarken kafasında zaten var olan din karşıtı düşünceler Paris’te daha da güçlenir, “Paris’te dinsizliği artar.” O yıllarda Paris’i sallayan kilise ve din karşıtı gösterilere katılır. Ancak iki yıl ruhunu saran bu devrimci ateş daha sonra sönmeye yüz tutar. 1905’ten sonra kendini “Paris’in eğlencelerine, hevâ ve heveslerine” kaptırır.
“Şiirin asıl madenine eliyle dokunmak”
Edebi kişiliğin oluşmasına Muallim Naci’den Recaizade Ekrem Bey’e, Abdülhak Hamid’den Mehmet Celal’e, Tevfik Fikret’ten Cenab Şahabettin’e kadar birçok yazar etki eder. Bazen hayranlıkla takip eder onları, bazen de onları aştığını düşünür. Paris’te edebi ve siyasi birçok şahsiyet ile tanışır, hayranı olduğu yazarların eserlerini daha yakından tetkik eder. Fransızcayı öğrenmek ufkunu genişletir. “Türkçeden Fransızcaya geçiş, beni bir küreden bir küreye geçiş kadar değiştirdi.”
Rüyalarına giren şair ve yazarların sırrına vakıf olur. Victor Hugo’ya epey bir mesai harcar. Şiirinin tadına vardığı Charles Baudelaire’e bir karasevdalı gibi bağlanır. “Hayatının okumadığım ve bilmediğim bir köşesi yoktu. Baudelaire’cilik üstümde uzun zaman bir sıtma gibi kaldı.” Baudelaire, onu Edgar Allan Poe’ya götürür. Maeterlinck ve Verhaaren gibi şairleri yakından bilir, Verlaine’i “sıtmalı bir ibtilâ” ile sever. Lakin edebi zevki, nihayetinde, José María de Heredia da karar kılar. Heredia, ona “şiirin asıl madenine eliyle dokunduğum hissi” verir.
“Heredia bir yaratıcı değildi, çok gecikmiş, klasik bir sanatkârdı. İlhamdan ve ihtirastan uzak, yalnız zevk kudretiyle, hakkında çok kullanılmış bir tarifi tekrar edeyim, bir kuyumcu kudretiyle işlediği yüz yirmi kadar sonnet ile bir iki uzunca manzume sâhibi idi. Heredia’nın toplu eserlerine bağlanmak hayatımın en esaslı bir talihi olduğunu itiraf ederim. Avrupa’nın klasikleri ve romantikleri ne vücuda getirmişse onda sıkı bir imbikten geçirilmiş haldeydi. Latin ve Yunan şairlerinin değerini ondan öğrendim.” (s. 108)
Kişi Zamanla Şair Olur, Şair Olarak Doğsa Bile!
Kendisini şiire bir aşkın yönelttiğini belirtir Yahya Kemal. Toplamda üç defa gördüğü ama onu düşünmekten kendisini alamadığı yaşça büyük bir kadına duyduğu aşkla ilk şiirini kaleme alır. Evet, şiire aşkla başlamıştır ama bu, şiirin kuvvetli bir hissin varlığı halinde kendi kendine doğacağı anlamına gelmez. “Ben buna asla inanmam.” Zira gençliğinde herkes âşık olur ama herkes duygularını şiire dökmez, dökemez.
Şiir bir sanattır ve hiç kimse şiir sanatına doğar doğmaz derinlemesine nüfuz edemez. Bir kişide doğuştan bir yetenek varsa bile, onun bu yeteneğini azimle geliştirmesi lazımdır. Çünkü her sanatta olduğu gibi şiir sanatına vukufiyet de zamanla ve çalışmayla olur. Güçlü bir his, fikir ya da hadise, bir şaire ilham verebilir. Ama bunun gerçek bir şiire dönüşmesi, ancak dilin doğru ve kuvvetli bir şekilde kullanılmasıyla mümkün olabilir. Dile hâkim olmak ise, şairin sürekli çalışmasını gerektirir.
“Şâir doğmuş olanlar bile nazmetmek kabiliyetini yavaş yavaş edinirler. Şâirin şâir olarak doğduğuna dair eski bir itikad vardır ki doğrudur; hiçbir edebî terbiyeye muhtaç olmaksızın yetişebileceğini iddia edenlerin sözleri ise efsânedir.” (s. 95)
Paris’te dokuz yıl kaldıktan sonra Yahya Kemal, 1912’de İstanbul’a geri döner. Dönüşü kolay olmaz, çünkü Paris’i çok sevmiştir, her şeyiyle bu şehri özümsemiştir. Bir zamanlar kaçtığı İstanbul’a geri dönmek, aynı zamanda onun için gençliğin bitmesidir. Arkadaşları ile son bir gece geçirir. Müdavimi olduğu kahvelerin garsonları bile, onun artık kaybolup gideceğini inanmamaktadırlar. O ise, dalgın ve durgun bir yüz ifadesiyle herkesle vedalaşır.
“Tiren koptuğu vakit, adeta damarlarımın birden koparıldığını zannettim… O zamanki Paris’e o kadar bağlıydım. Oradaki dostlar, gar, her şey gözümün önünden silindiği vakit, düşünceye daldım. Gençliğimin bu avdetle nihayete erdiğini idrak ediyordum. Mamafih 1903’de on sekiz yaşımda, Paris’e kaçarak, orada, oranın en güzel senelerinde, bir tarafa gitmeksizin, dokuz seneden fazla bir devre geçirmekle, hayatımın en iyi işini gördüğümü seziyordum.” (s. 89)
Paris’ten dönmesiyle birlikte Yahya Kemal’in hayat defterinde bir sayfa kapanır, yeni bir sayfa açılır.
Yahya Kemal, hatıratında evvela çocukluğunu ve gençliğini, akabinde edebi anılarını aktarır; siyasi hatıra ve düşüncelerini ise sona bırakır. Bir sonraki yazıda; Jön Türklere, İttihat ve Terakki’ye ve dönemin politik aktörlerine dair önemli gözlemler ve tespitler içeren hatıraların bu kısmına bakacağız.
* Yahya Kemal: Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayını ve Yahya Kemal Enstitüsü Yayını, 7. Baskı, İstanbul, 2015