Drive My Car: Yaşanacak Günler Üzerine
Bazı hikâyeleri anlatmak zordur. Kelimeleri seçerek kullanmak, ama doğru seçimi yapmak için de pek çok başka hikâye okumuş, her hikâyeden seçkin kelimeler ödünç almış olmak gerekir. Açıklanamaz olanı anlatmaya çalışan tüm hikâyeler bu kaçınılmaz çelişkiye düşer. Neyse ki çelişkilerin anlatımı besleyen ve zenginleştiren bir yanı vardır. Cannes Film Festivali’nden En İyi Senaryo ödülüyle dönen Drive My Car da, açıklanamaz bir hikâyeyi, edebiyat ve tiyatronun yardımıyla anlatılabilir kılmaya çalışan filmlerden. Ryusuke Hamaguchi’nin yönettiği film, eşini kaybeden başarılı tiyatro yönetmeni Yusuke Kafuku’nun, bir festivalde Çehov’un Vanya Dayı oyununu sahneye koymaya hazırlandığı sırada, kendisine şoförlük yapan Misaki’yle birlikte geçmişiyle yüzleşmesini konu ediniyor. Haruki Murakami’nin Kadınsız Erkekler kitabında yer alan bir hikâyesinden sinemaya uyarlanan filmde, aşk, yalnızlık, ölüm, yas, hatıralar, pişmanlık gibi temaların yanı sıra sanatın iyileştirici gücü, hayatın çetrefilliği, yaşamanın zorluğu gibi meselelere değiniliyor ve insanın ancak kendisine karşı dürüst olmayı başardığı ölçüde hayatla sahih bir ilişki kurabileceği öne sürülüyor.
Sade ve zarif bir üslubu benimseyen film, edebiyatın anlatım gücünden istifade ederek epizodik bir kurguya başvuruyor. Kafaku’nun festival için Hiroşima’ya gidişinden öncesi uzun bir epilog olarak yer alıyor filmde. Hiroşima’da yaşananlar ise kendi içinde bir tiyatro oyunu gibi perde perde ilerliyor. Filmin farklı sanat dallarını harmanlayan özgün kompozisyonuna, Godot’yu Beklerken ve Vanya Dayı ile metinlerarasılık da ekleniyor. Oyunlarında yeni formlar denemeyi seven Kafaku’nun Vanya Dayı’da da çok dilliliği tercih etmesi ve oyuncularından birinin işaret dili kullanması ise filmin metinlerarasılığın özgün bir örneği olmasını sağlıyor. Film Murakami’nin hikâyesinden uyarlanmış olsa da, Vanya Dayı ve Godot’yu Beklerken de senaryonun her aşamasına sızıyor ve seyircinin payına açıklanamaz olanı anlatmak için çok emek harcamış yönetmenin çabasına ortak olmak düşüyor.
Anlattığım Senin Hikâyen
Drive My Car, bir sanat eserinin icrasıyla hayatı sürdürmeyi benzer süreçler olarak ele alıyor. Kafaku ve Otto çiftinin sanatlarını icrada karşılaştıkları problemler, ilişkilerindeki kopukluğu yaratıcı sanat pratikleri üzerinden anlamaya ve ifade etmeye çalışmaları, film boyunca akan oyun diyaloglarının filmdeki karakterlerin hayatlarını aynalaması gibi hususlar bu yaklaşımın göstergeleri. İkili, birbirlerine doğrudan iletemedikleri serzenişleri farkında olarak veya olmayarak yazdıkları senaryoda ya da sahnelemek için seçtikleri oyunlarda arıyorlar. Otto’nun yazdığı senaryo görünüşte liseli bir genç kızın sıra dışı aşk serüvenini anlatsa da, esasında kızlarını kaybettikten sonra aralarına mesafe giren Otto-Kafaku çiftinin birbirlerinden nasıl uzaklaştığını, Otto’nun bu ilişkideki yalnızlıktan nasıl sıkıldığını tarif ediyor.
Hikâyeye göre genç kız okuldan tanıdığı Yamaha’yı karşılık beklemeden seviyordur. Genç kız Yamaha’dan onu sevmesini beklemez ama her gün gizlice Yamaha’nın evine gidip, odasında vakit geçirerek mutlu olur. Her ziyaretinde odadan küçük bir şey alır ve kendinden bir iz bırakır. Böylece usul usul hayatlarının birbirine karıştığına inanır. Hikâyedeki genç kız, Otto’nun ta kendisidir aslında, usulca hayatına sızmaya çalıştığı kişi ise eşi Kafaku. Aynı evi paylaştıkları halde Kafaku’nun sevgisinden o kadar şüphe etmektedir ve hiçbir problem yokmuş gibi sürdürdükleri hayatlarını o denli kısıtlayıcı bulmaktadır ki, bu hayatın rutinini bozacak küçük müdahalelerle Kafaku’nun kapalı ruhuna ulaşmaya çalışır. Kafaku onu sevmese de Otto sevmeye devam edecektir, lakin Kafaku’nun ne hissettiğini bilmek arzusundan tamamen kaçınamaz. Psikanalitik yorumlamalara alan açan bir yaklaşımla bu iç hikâyede görme/görülme meselesini temel çerçeve olarak belirlemiştir yönetmen. Bu yüzden ötekinin gözünden nasıl göründüğünü öğrenmek arzusu tam da erginleşme aşamasında olan karakter için bireyleşme serüveninin çok önemli bir parçasıdır.
Otto’nun anlattığı hikâyede, genç kız Yamaha’nın evini son ziyaretinde evde bir hırsızla karşılaşır ve onu gözüne sapladığı kalemle öldürür. Bu sayede eline Yamaha’nın dikkatini çekmek için bir fırsat geçmiştir; ertesi gün okula gidip Yamaha’ya her şeyi anlatmaya karar verir. Oysa Yamaha kendisini hiçbir sarsıcı olayın yerinden oynatamayacağı kadar güçlü duvarların ardına saklamıştır. Tıpkı Otto’nun kendisini aldattığını bile bile herhangi bir tepki göstermek zahmetine girmeyen Kafaku gibi. Her iki durumda da ötekinin gözünde kendini arayan öznenin bir türlü tamamlanamayışı söz konusudur. Otto da hikâyedeki genç kız gibi eksik bırakılmış, sağlıklı bir yas süreci geçirememiş, kızının kaybıyla içine düştüğü soliptik evreninden çıkamamıştır.
Kafaku’nun sinikliğinin ilişkilerinde neden olduğu tahribatı, hikâyede Yamaha’nın evine yerleştirdiği güvenlik kamerasıyla hicveder Otto. Görünürde ne hırsız vardır, ne katil, ne de ceset fakat bizzat tecrübe ettiği onca şey hiç olmamış gibi davranamaz; kameraya yaklaşır ve “Onu ben öldürdüm” der. Sadece dikkatini çekebilmek için Kafaku’ya söylemek istediği de budur bir bakıma; “Bu hikâyenin kötüsü benim, iyiliğimi göremiyorsun, bari kötülüğümü gör, beni tanı” demek ister adeta. Kafaku’nun onu görmek istemeyişindeki gizli motivasyonunun yaralanma korkusu olduğunun da farkındadır. Hikâyede kalemiyle yaraladığı hırsız da yine Kafaku’dur bu bakımdan. Onu yaralayabileceğini ispatlayıp kendisini görmesini sağlamak ister, lakin Kafaku hikâyenin bu kısmını Otto’nun ölümünden çok sonra, ancak üçüncü bir göz sayesinde anlayabilecektir.
Godot’yu Beklemek ya da Sadece Ölülerle Konuşmak
Kafaku’nun gözünde hikâye elbette bambaşkadır. Ruhu Otto’nun varlığıyla öylesine doludur ki, Otto’nun ilişkilerindeki kopukluğu sorunsallaştırmak için girdiği çabanın farkına varması için öncelikle onu sonsuza kadar kaybettiğine ikna olması gerekir. Ölümünden sonra bile hayatı Otto’yla kuşatılmıştır. Sahneleyeceği oyunların provasını arabada Otto’nun ses kaydını dinleyerek yapan Kafaku için hayat hâlâ sorunsuzca devam ediyordur. Kasetle arabanın tekeri birlikte dönerken, sanki Otto ve Kafaku da aynı anda direksiyondadır. Otto’yla bütünleşen ruhunun duvarlarını aşıp hayatına mesafe alarak bakabilmesi hayli zaman alır bu nedenle. Filmin uzunluğu da bu açıdan anlamlıdır aslında, insanın kendini keşfetme, hatalarıyla yüzleşme süreci sanıldığından çok daha uzundur ve çok büyük bedellere, ciddi bir emeğe ihtiyaç duyar bu süreç. Kafaku, Otto’nun ölümünden hemen önce geçirdiği trafik kazasında sol gözünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu öğrendiği halde hayatının akışını yüksek sesle sorgulama ihtiyacı duymaz örneğin. Oysa aynı olay Otto’yu öyle sarsmıştır ki, irili ufaklı müdahalelerle rutinini bozmayı başaramadığı hayatlarını artık acilen gözden geçirmeleri gerektiğinin farkına varır ve Kafaku’yla konuşmak ister. Kafaku ise gözündeki glokomun[1] potansiyel tehlikesiyle Otto’nun görüşme talebine aynı şekilde karşılık verir; kaçarak, erteleyerek, görmezden gelerek…
Karısının ölümüne kadar Godot’yu Beklerken’de Vladimir’i canlandıran Kafaku, Otto’nun ölümünden sonra, Vanya Dayı’da yönetmen koltuğundadır. O güne kadar sürdürdüğü rol yapma yeteneğini tüketmiştir belki de. Otto’nun kızının ölümünden sonra oyunculuğu sürdüremeyip senaryo yazmaya başlaması gibi, Kafaku da Otto’nun ölümünden sonra oyunculuktan çıkıp yönetmen koltuğuna geçer. Bir bakıma kendi hayatının direksiyonuna oturur ama kulağında hâlâ hep Otto’nun sesi vardır. Filmin başından beri neredeyse bedeninin bir uzantısı gibi kendisiyle özdeşleşen kırmızı Saab 900’de Otto’nun kayıtlarını dinleyerek oyunlara hazırlanmaya devam eder. Ancak sıradaki oyun Vanya Dayı’dır ve sanki Otto’nun yazdığı yeni bir senaryoyu yaşıyormuşçasına Kafaku’nun hayatına Misaki adında genç bir kız dahil olur. Otto ve Kafaku’nun ölen kızlarıyla yaşıt olan Misaki, festival tarafından Kafaku’ya tahsis edilen şofördür. Kafaku’yla, Kafaku’nun hayatında giderek Otto’laşan kırmızı Saab 900’ün hikâyesine üçüncü bir göz olarak dahil olan Misaki de yaralı bir karakterdir. Korkunç bir çocukluğun enkazını kaldırıp hayatına devam etmeye çalışan Misaki, farkında olmadan Kafaku’nun benliğinden ve benliğine hapsettiği Otto’dan uzaklaşıp ruhunu aynalamasına yardımcı olur.
Filmdeki çok dillilik vurgusu öyle incedir ki, Misaki, belli bir süre hiç konuşmadan çözümler Kafaku’yu. Görünüşte sadece Kafaku’yu provaları yaptığı mekâna götürüp-getiriyordur ve onun konsantrasyonunu bozacak hiçbir davranışta bulunmuyordur. Ancak tıpkı Vanya Dayı’da Sonya’ya hayat veren işitme engelli oyuncu Yoon-Su gibi hiç konuşmadan Kafaku’nun vicdanını kurcalamayı, hiç problem çıkarmadan hayatındaki sorunlara dikkat çekmeyi başarır. Sürüşündeki kusursuzluk sayesinde mükemmellikten şüphe ettirir, suskunluğu sayesinde konuşulması gerekenler olduğunu hatırlatır. Misaki’nin suskunluğunda kendi tutukluğunu, sürüşündeki kusursuzlukta yönetmenlikteki başarısını gören Kafaku buradaki çelişkiyi sezer ve kendine dönmek için bir yol arar. Dilin hiç de kusursuz olmayan imkânları içinde yaşadıklarına anlamlı bir açıklama bulmaya çalışır. Ölülerle konuşmayı sürdürmek yerine yaşayanlara kulak kabartmakla işe başlar ve böylece anlamın kapılarını aralamış olur.
Direksiyonda Kim Var?
Başkasının hikâyesinde direksiyonda olmak mı, kendi hikâyende arka koltukta olmak mı? Drive My Car biraz da bu sorunun peşindedir. Kafaku’nun kırmızı Saab 900’le kilometrelerce yol kat ettiği halde hiç yol alamamış olması, gözleri olduğu halde görmeyi reddettiği için glokom olması, evine hırsız girmesini güvenlik kamerasıyla önleyebileceğini sanan Yamaha’nın kendisini karşılık beklemeden seven genç kızdan bihaber kalışı hep bu soruyu hatırlatır ve “Gerçek, ne olursa olsun o kadar da korkutucu değildir. En korkutucu olan, bunu bilmemektir” der. Gerçeklerle yüzleşmek, hayatla sahici bir bağ kurmak, sonu hüsranla bitecek yollara sapmamak için yapılacak en doğru şeydir. Bu yüzden Kafaku, gerçeğin kıyısına her yaklaştığında “Yirmi beş yıldır olmadığı biri gibi davranıyor” repliğini hatırlatır yönetmen. “Şu afra tafraya bak gören de yarı tanrı sanır” diyerek karakterini küçümser.
Öte yandan, herkes bazen arabasını başka biri sürsün, içinden çıkamadığı meselelerde onun adına başka biri karar versin, evirip çevirip bir türlü anlatamadıklarını başkası anlatsın ister. Hatta biraz başkalarının hayatını yaşamayı, değiştirmek istediği halde bir şekilde değiştiremediği kaderini ödünç hayatlarla değiştirmeyi dener. Özellikle, “Hayatım altüst oldu, geri dönüşü de yok üstelik. Bu düşünce gece gündüz habis bir ur gibi yiyip bitiriyor beni. Geçmişim saçma sapan olaylarla geçti gitti. Şimdiki hayatım daha da beter. Hayatım ve aşkım konusunda ne yapmalıyım?” diyecek kadar çaresizlik içine düştüğünde başka hayatların, alternatif güzergâhların hayalinde gölgelenmek ister.
Sanat, bunun için başvurulabilecek en eski yollardandır. Hayatın zorlu dönemeçlerinden geçerken, sunroof’tan uzatılan sigaranın külünün dökülmeyebileceğini hayal etmek, güçlü ve zarif bir yaşayışın ütopyası olabilir. Geçmişteki yaraları silmek için öncelikle onun varlığını kabul etmenin gerekmesi gibi, hayatın değişebileceğini ve daha mutlu yaşanabileceğini idrak etmek için de bazen bir film izlemeye, bir hikâye anlatmaya, bir role girmeye ihtiyaç duyabiliriz. Hikâyeyi kimin yazdığını unutacak kadar içine girdiğimiz her anlatı, gönül hanemize gizlice girip kendini hatırlatacak işaretler bırakır; Drive My Car, o işaretlerle aramıza sinik bir kameranın girmesine izin vermememiz gerektiğini öğütler. Bu sebeple neredeyse tamamı arabada geçen bir başka film olan Kirazın Tadı’ndaki gibi hayatın her şeye rağmen anlamlı olduğunu, yaşanacak günlerin geçmişin pişmanlıklarından ve ruhu kemiren gelecek endişesinden çok daha kıymetli olduğunu hatırlatır. Vanya Dayı’nın, Godot’yu Beklerken’in, Dostoyevski göndermelerinin sonuna kar beyaz bir final yerleştirir. İyilik ve umut vurgulu Miyazaki animelerinin vazgeçilmezi olan kırmızı Saab 900’ü Misaki’ye teslim eder ve genç kızın yüzündeki yara izini siler. Anlatılamaz gibi görünen bir hikâye, yaşanması güç bir tecrübe, inanması zor bir gelecek tasavvuru böylelikle daha mümkün hale gelir.
__
[1] Glokom filmde şu şekilde tarif edilir: “Kısmî görme kaybına neden olan bir optik sinir hasarı. Bir göz uyum sağladığı için diğer gözdeki görme kaybını tespit etmek zordur. Günlük aktivitelerinizi etkilemez, o yüzden kişi bunu fark ettiğinde genellikle çok geçtir.” Ayrıca glokoma neyin sebep olduğu bilinmediğinden, henüz bir tedavisinin de olmadığı, sadece ilerlemesini yavaşlatmanın mümkün olduğu belirtilir. Bu açıklamalar da Kafaku’nun hayatındaki problemlerle ilişkisine dair göndermeler olarak değerlendirilebilir.