Sosyal Medyayı Regüle Etmeliyiz ama Nasıl?

Mevcut torba kanun önerisi sosyal medyanın regülasyonu için bir başlangıç olacak. Ancak mevcut önerinin ötesinde, muhtemelen daha önemli ve acil düzenlemeler de gerekiyor.

Sosyal Medyayı Regüle Etmeliyiz ama Nasıl?

ABD Başkanı Donald Trump’ın Twitter ile kavga ettiği hafta, bizde sosyal medya ile ilgili düzenlemelerin yeniden Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine gelmesi tartışılıyor. Sosyal medyaya dair düzenleme paketi daha önce korona virüsü torba kanunu içinde TBMM’ye gelmiş, ancak paketin sadece korona ile ilgili konulara odaklanmasına karar verilince ileriye bırakılmıştı. Gelin, ABD’deki tartışmadan hareketle sosyal medyanın düzenlenmesine ilişkin global tartışmaların son kanuni düzenleme tasarısı üzerinden Türkiye’deki yansımalarını ele alalım.

 

ABD’de Neler Oldu?

 

Önce Twitter, Trump’ın tvitlerinden birini “şüpheli bilgi” diye işaretledi. Sonra da başka bir tvitini şiddet içerdiği gerekçesiyle görünmez hale getirdi. ABD seçim sürecinde olduğu için sosyal medyada siyasetçilerin söylediklerine yönelik editoryal politikalar tartışmalı. Malum 2016 seçimlerinde özellikle Rusya kaynaklı dezenformasyon operasyonlarının Trump’ın seçilmesine yardımcı olduğu çokça konuşulmuştu.

 

Öncelikle başlıca iki sosyal medya platformu olan Facebook ve Twitter arasındaki temel bir farka işaret edelim: Facebook, Twitter’a kıyasla çok daha fazla kullanıcı verisi topluyor. Fotoğraflarınız ve hangi içerikleri beğendiğinizin yanısıra Facebook hesabınızla girdiğiniz bütün web sitelerindeki faaliyetlerinizi takip ediyor ve buna göre bir “dijital ikiz”inizi çıkarıyor. Twitter da kullanıcı verisi toplamakla beraber toplanan veri çeşidi ve miktarı çok daha az. Topladığı verinin bolluğu Facebook’a her bir kullanıcının dijital ikizinden yola çıkarak mikro-hedefli ilanlar gösterme imkanı sağlıyor. Meşhur Cambridge Analytica skandalında da bu dijital ikizlerin siyasi reklamlar için satıldığı ortaya çıkmıştı.

 

Artık belli başlı tüm sosyal medya platformları içeriklerin doğruluğunu teyid eden sistemler çalıştırıyor. Doğruluğu şüpheli içerikler genelde işaretleniyor ve böylelikle yalan yanlış bilgilerin yayılmasının önüne geçilmeye çalışılıyor. Bu sistemin ne kadar iyi işlediği kesin olmamakla beraber ABD’deki son seçimlerde sosyal medyanın rolü bu kadar tartışmalıyken Facebook ilginç bir karar açıkladı ve artık siyasetçilerin beyanlarının doğruluğunu teyid etmeyeceğini, yanlış olduğu kesin olan içeriklerin bile işaretlenmeyeceğini açıkladı. Twitter ise bunun tam tersine platformda siyasi reklam dahi kabul etmemeye karar verdi. Yani Facebook ve Twitter’ın seçim sürecinde siyasi içeriklerin doğruluğuna karşı tavrı taban tabana zıt hale geldi.

 

Sosyal Medya Platformlarının Sorumluluğu

 

Trump, Twitter’a tepki olarak geçen hafta bir genelge yayınladı. Genelgede ABD’de 1996’da çıkan ve biz dahil birçok ülkedeki düzenlemelere öncülük eden İletişim Ahlakı Yasası’nın (Communications Decency Act) 230. maddesindeki Internet platformları kullanıcıların yüklediği içerikten sorumlu tutulamaz şeklindeki hükmün, içeriğine müdahale eden platformlar için uygulanmayacağı yazıyor. Genelgenin hukukiliği tartışmalı olmakla beraber Trump’ın niyetini ve tartışmanın gittiği yeri göstermesi açısından önemli. Bu hüküm konduğunda toplumun ezici çoğunluğu hala gazete ve televizyondan haber alıyordu. Bugünse toplumun temel haber kaynağı konuştuğumuz sosyal medya platformları oldu. Sosyal medya platformlarının gazete ve TV kanalları ile aynı yayıncı sorumluluğuna sahip olmaması işin tabiatına aykırı.

 

Sosyal medya platformlarının dünyanın Türkiye dahil birçok yerinde toplumun genel olarak hassas olduğu konularda içerik kontrolüne dair sorumlulukları var. Almanya’da nazi propagandası, Türkiye’de Atatürk’e hakaret gibi. Ancak, bu sorumluluk genelde uyar-kaldır prensibiyle işliyor. Yani platform önce içeriği yayınlıyor, kaldırılması istenince durumu değerlendirip kaldırıp kaldırmamaya karar veriyor. Bunun için de yasalarla konulmuş süreler var. Mesela Fransa’da geçen ay çıkan kanunda konan süre 24 saat. İhtilaf halinde daha sonra mahkemeye gidilebiliyor. Ancak aynı editoryal kontrolün çok daha hızlı ya da eş zamanlı yapılması sosyal medya platformlarına “aşırı” istihdam yükümlülüğü demek. Bu da platformların –aslında aşağıda tartışacağımız üzere epey yüksek olan– kar marjını düşüreceği için sosyal medya şirketlerinin işine gelmiyor. Bu nedenle Facebook’un editoryal kararları insanlardan ziyade yapay zekaya dayanıyor. Yapay zekanın temel amacı kullanıcıların Facebook’ta geçirdiği zamanı, dolayısıyla satılan reklamı artırmak. Yapay zeka bu amaçla kışkırtıcı, panik yaratıcı, düşmanlıkları körükleyici içerikler öne çıkarıyor. Facebook yapay zeka algoritmalarının bu sonuçlara yol açtığını gösteren kendi içinde yürüttüğü bilimsel araştırmayı sonuçlarından korktuğu için durdurmuştu.

 

Bu içeriklerin çoğu zaman komplo teorisi veya yalan haber olması da sürpriz değil. En iyi örneklerden biri aşı karşıtlığı. Sistem şöyle çalışıyor: Halkı “Kızamık otizme yol açıyor, çocuğunuza kızamık aşısı yaptırmayın” sözüne ikna etmek için önce bir Facebook grubu kuruyorsunuz. Facebook gruplarının “amacı” benzer ilgi ve görüşlere sahip kişileri bir araya getirerek haberleşmelerini kolaylaştırmak. Önce özellikle komplo teorilerine ve yalan haberlere inanmaya meyilli kişileri, genelde önce doğru ve faydalı içerikler vererek bir Facebook grubuna topluyorsunuz. Bu kişileri Facebook’un mikro-hedefli reklam algoritmalarıyla bulmanız mümkün. Birkaç ay sonra, küçük küçük aşı karşıtı içerikleri yayınlamaya başlıyorsunuz. Önceleri verdiğiniz bilgilere hayran olan kullanıcılar bu içeriği de hemen kabul ediyor. 

 

Trump’ın genelgesine geri dönecek olursak, Trump’ın mantığı eğer sosyal medyadaki editoryal kararları insanlar verirse (Twitter) sorumluluk oluşur, ama yapay zeka verirse sorumluluk oluşmaz, şeklinde özetlenebilir. Ancak yukarıdaki tartışmalardan da görüldüğü gibi yapay zekanın da aslında bir amacı var. O da ilgili şirketlerin karını artırmak. Bu amacın oluşması için yapılan seçimler esasen sosyal medyanın sakıncalı sonuçlarının ardında yatan neden. Bu tespiti gerek Facebook’un gerekse Youtube’un (Google) yapay zeka algoritmaları için yapmak mümkün. Dolayısıyla aslında sosyal medyanın düzenlenmesi adına yapılması gereken yapay zekadan çok insan zekasının katkısını artırmak.

 

“Dijital İsviçre”

 

Sosyal medyada içerik regüle edilmeli mi? Gittikçe ağırlık kazanan görüş, özellikle seçim sürecinde bu platformların üzerlerindeki içeriğe ilişkin sorumluluğun olduğu yönünde. Facebook ve Google ise regüle edilmeye karşı bir dizi argüman ileri sürüyor. Öncelikle, bizim yaptığımız iş regüle edilemez, çünkü kamu görevlileri bizim yapay zeka algoritmalarımızı anlamaz diyorlar. Ancak aynı derecede teknik bilgi gerektiren ilaç veya gıda sektörünü kamu görevlileri anlamaz diye regüle etmekten vazgeçmiyoruz. Mesela ilaçların veya gıda ürünlerinin standartları olmasın, içerikleri denetlenip üzerine etiketle yazılmasın demiyoruz. Bunun yerine kamu kurumlarının niteliğini geliştirmeye çalışıyoruz.

 

İkinci argüman ise, bazı ülkelerdeki siyasi iktidarların bu regülasyonu yapacak güvenilirlikte olmadığı. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta bu platformları regüle etmek kadar etmemenin de yukarıda tartışılan somut toplumsal, ekonomik ve siyasi sonuçları olduğu. Siyasi iktidara güvenmeyip yapay zekaya ve o yapay zekayı kodlayan karar vericilere güvenmek teknik değil siyasi bir tercih.

 

Yapay zekanın nasıl çalışacağına karar verenler ise bizim çok uzağımızda. Orta boyutta gelişmekte olan bir ekonomi olarak Türkiye’nin Facebook ve Google’ın kararları üzerindeki etkisi yok denecek kadar az. Nitekim, Google ve Facebook kendilerini egemen devletlerin kurallarına tabi değil, onlara eş görüyor. Kendi kurallarını kendileri koyuyor ve bir bakıma “Dijital İsviçre” olarak konumlanıyor.

 

Google’da ya da Facebook’ta hangi verinizin toplanacağı ve bu veriye bakarak çalışan yapay zekanın size hangi içeriği önde göstereceği tamamen bu şirketlerin koydukları kurallarla belirleniyor. Birçok sefer bu mecralara girdiğinizde “güncellenen” kuralların size “tebliğ edildiğini” görmüşsünüzdür.

 

Son olarak, geçen hafta Facebook içeriğe ilişkin kararlarını bağımsız bir uzmanlar kurulunun denetimine açtı. Kurul sadece içerik kaldırma uygulamalarına müdahale edebilecek, kaldırılmayan içeriklere veya algoritmaların işleyişi ile ilgili karar yetkisi olmayacak. Bu kurul oluşturulurken de demokratik standartlar yerine oligarşik bir uzmanlar kurulu oluşturmak yoluna gidilmiş. Nitekim kurulun 16 ülkeden üyesi arasında Türkiye’den üye yok.

 

Torba Kanun

Türkiye’den “Dijital İsviçre”ye karşı tepki ise geçen ay önerilen torba kanundaki sosyal medya düzenlemeleri ile geldi. Hemen belirtelim buradaki tartışmayı Nisan ayında gelen taslak üzerinden yapıyorum ve bazı detaylara girmeyeceğim. Esasen odaklanacağım iki konu temsilcilik açma ve veri yerlileştirmesi (lokalizasyon) zorunlulukları.

 

Taslağa göre bir sosyal medya mecrasının ülkemizdeki kullanıcı sayısı 1 milyonu geçiyorsa Türkiye’de temsilci bulundurma zorunluluğu olacak. Temsilci tayin etmezse bu mecraya erişim bant genişliğini daraltmak yoluyla kısıtlanacak. Facebook bugüne kadar milyonlarca kullanıcısı olan ülkemizde lütfedip bir ofis açmamıştı. Ülkemizden her yıl bir milyar dolardan fazla kar elde ettiği tahmin edilen Facebook’un Türkiye’deki istihdam sayısı sıfır.

 

Temsilcilik açılmasındaki amaç Facebook’un algoritmalarıyla hep birinci sırada çıkan yalan haberlere, uzun süre YouTube izlediğinizde algoritmaların sizi götürdüğü şiddet ve terörizmi öven içeriğe karşı kamu kurumlarının veya mahkemelerin tebligat yapabileceği bir adres bulmak. Sosyal medya platformlarının ofis açma zorunluluğu birçok gelişmiş ülkede var. Mesela Almanya’da. Bazı gelişmekte olan ülkelerde, mesela Hindistan’da ise, sosyal medya platformları böyle bir zorunluluk olmadan ofis açmış. Ancak ileride uluslararası hukuki uyuşmazlıklarla karşılaşmamak için hangi durumlarda içerik kaldırılması gerektiğini ve temsilciğin hukuki sorumluluğunu net tanımlamakta fayda var.

 

Diğer zorunluluk ise veri yerlileştirmesi. Yani sosyal medyada kullanıcı verisini Türkiye’de tutma yükümlülüğü. Hemen belirtelim finans, sağlık, enerji gibi kritik görülen bazı sektörlerde kullanıcı verisini Türkiye’de tutma zorunluluğu halihazırda var. Benzer zorunlulukları Avustralya, Kanada gibi gelişmiş ülkelerde de var. Internet üzerinde tüm sınırötesi veri akışının serbest bırakılmasına dair Japonya’nın 2019 zirvesinde G20’ye yaptığı öneri Endonezya, Hindistan ve Rusya tarafından reddedilmişti (Türkiye’den güçlü bir ses çıkmadı). Yani tüm kullanıcı verilerinin serbest dolaşımına dair global bir konsensüs yok.

 

Ancak veri yerlileştirmesini tüm sosyal medya kullanıcılarına yaymak sosyal medyaya gereğinden fazla önem atfedildiğini gösteriyor. Bunun iki nedeni var: Birincisi “veri yeni petrol” diye özetlenen kullanıcı verisine atfedilen ekonomik değer. Oysa verinin ekonomik değeri nerede depolandığından değil, veriden katma değer çıkaran algoritmaları ve iş modellerini geliştiren şirketlerin nerede olduğundan kaynaklanıyor. Bir internet girişimi Türkiye merkezli olup İngiltere’de tutulan veriyle bir Endonezyalıya hizmet verebilir ve Türkiye’ye para kazandırabilir. Büyük yatırımlar olarak sunulan veri merkezleri ise birkaç güvenlik ve temizlik görevlisi dışında istidham sağlamıyor. Bir de bolca elektrik tüketiyor ve çevreye zarar veriyor.

Veri yerlileştirmesine yönelik ikinci nedense güvenlik. Ancak verinin bir ülke sınırları içinde tutulması mutlaka o ülkenin güvenlik birimlerince veriye rahatlıkla erişilebileceği anlamına gelmiyor. Mesela verinin şifreli olduğu durumlarda fiziksel konum ile erişim arasında ilişki yok. ABD’de San Bernardino’daki terörist saldırı sonrasında Apple, teröristlere ait iphone’nun şifresini açmayı reddettiği için telefonu fiziken ele geçiren FBI içindeki verilere erişememişti. Kaldı ki, internetin yapısı itibariyle genel veri yerlileştirmesini teknik olarak sağlamak ve denetlemek de neredeyse mümkün değil. Yaklaşık iki sene önce bu zorunluluğu getiren ve bu açıdan dünyada tek olan Rusya da henüz tüm sosyal medya platformlarının veri yerlileştirmesini sağlayamadı.

 

Ne Yapmalı?

 

Sosyal medyayı regüle etmeliyiz. Ama nasıl? Mevcut torba kanun önerisi bir başlangıç olacak. Yukarıda tartıştığımız üzere daha nüanslı bir yaklaşım mümkün. Ancak mevcut önerinin ötesinde ve muhtemelen daha önemli ve acil düzenlemeler de lazım.

 

ABD’de hem 2016 seçimlerinde yaşananlar hem de 2020 seçimlerine dair mevcut tartışmalar gösteriyor ki, en acil düzenlenmesi gereken alan sosyal medyanın seçimlerde kullanımı. Türkiye’de gece nasıl miting yapılacağından, hangi duvara afiş asılacağına kadar seçim sürecini dikkatle düzenleyen Yüksek Seçim Kurulu’nun sosyal medya üzerinden verilen siyasi reklamlara dair hiçbir düzenlemesi yok. Öncelikle Facebook’taki hangi içerik siyasi reklamdır ve parası kim tarafından ödenmiştir, bunu bilmeliyiz. Siyasi reklam verenlerin finansman kaynakları kanunlara uygun olmalı. Sonra da sosyal medya mecralarındaki seçim ilanlarının bunların doğruluğunun bağımsız olarak teyidini sağlamaya zorunlu tutulmalı. Siyasi reklamlarda ilk bölümde tartıştığımız herkesin dijital ikizine dayalı mikro-hedefleme kullanımı sınırlandırılmalı. Birçok Avrupa ülkesi buna benzer hükümler uyguluyor ve gerek Google gerekse Facebook bunlara uyuyor.

 

İkinci konu rekabet hukuku. Türkiye’de Google’a yönelik, çoğunluğu Avrupa Birliği’nde açılan soruşturmaların benzeri nitelikte soruşturmalar yapıldı. Facebook henüz hiç soruşturma geçirmedi. Ancak şirketlerin kullandığı algoritmaları ve doğurdukları sakıncaları anlamanın teknik açıdan güç olması ve soruşturmaların tabiatı gereği uzun sürmesi nedeniyle rekabet hukukunun etkin biçimde kullanıldığı söylemek güç. Bu sadece Türkiye için değil, dünyanın birçok yeri için geçerli. Facebook’un dünya çapında %35’in üzerinde kar marjı ile çalıştığını düşündüğümüzde, en üst sınır olan cironun %10’una kadar verilebilecek cezaların caydırıcı olmadığı da bir gerçek. Rekabet Kurumu bu ay dijital pazarlara yönelik özel bir inceleme başlattı. Bu incelemenin çıktıları önemli olacak.

 

Üçüncü konu vergi düzenlemeleri. Yine geçen ay Google ve Facebook’a yönelik olarak kar değil ciro üzerinden %7,5 oranında alınacak dijital hizmet vergisini yürürlüğe koyduk. Fransa ve başka bazı Avrupa ülkelerindeki trende paralel bir uygulama. Ancak Türkiye’de bu vergi Google ve Facebook’un dışında çoğu Türkiye’de kurulu ve buradan yönetilen e-ticaret platformlarına yönelik olarak da uygulanıyor. Verginin amacına ulaşması için uygulamanın Google ve Facebook’a odaklanması ve gerekirse oranın %15’e kadar artırılması faydalı olabilir.

 

Son olarak, sosyal medya regülasyonunun hangi kurum tarafından yapılacağını da tartışmalıyız. Internet üzerinden yapılan yayınların regülasyonunu RTÜK’e verdik. RTÜK geleneksel televizyon yayınlarının regülasyonunda uzman bir anayasal kurum. Internet’in genel regülatörü ise aslında son derece teknik bir kurum olan BTK. Oysa yukarıda tartışılan konular içerik, medya, ekonomi politikası ve teknik uygulamanın kesişiminde koordineli yeni bir yaklaşım gerektiriyor. Tartışılan problemler dünyanın her yerinde yeni ve bilinen kesin çözümler yok. Bu nedenle İngiltere’de sosyal medya regülasyonuna yönelik yeni bir regülatör kurulması tartışılıyor. Biz de sosyal medya regülasyonunda kendimize uygun bir yönetişim biçimi geliştirmeliyiz.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.