Yolun Bittiği Yerde
Yolun Bittiği Yerde, Muhsin Kızılkaya’nın içinde Hakkâri geçen denemelerinin bir kısmını bir araya getiren bir kitap. İçindeki denemelerin tamamı Hakkâri’ye dair olan kitabın adı, şehrin çok da uzak olmayan geçmiş halini tasvir eder.
Muhsin Kızılkaya’nın edebiyat denemelerini çok severim. Onun her çarşamba ve pazar günü Habertürk’te yayınlanan yazılarını dört gözle beklerim ve o yazıları, daima o yazılara has bir ritüelle okurum. Öyle iki arada bir deredeye getirmem onları, fast-food muamelesi çekmem onlara. Aksine hoş bir sofrayı hazırlamanın titizliğiyle günlük işlerimi bitirir, çayımı demler, sessiz bir köşeye çekilir, sakince ama iştiyakla Kızılkaya’nın satırların arasında dolaşırım.
Zengin bir dünyanın kapılarını ardına kadar aralar bize Kızılkaya. Elimizden tutar, bizi Türk, Kürt ve dünya edebiyatının o görkemli bahçelerinde gezdirir. Öyküleri, romanları, şiirleri, biyografileri, yazarları, şairleri bize anlatır. Bir kitabın salt bilinen yüzüyle yetinmez, onun gerisindeki âleme dalar. Romanın arkasındaki romanla, hikâyenin arkasındaki hikâyeyle hemhal olur. Ediplerin hayatlarına bir lamba tutar; bizi onların kendileri, eserleri ve birbirleri hakkındaki kanaatlerinden haberdar eder.
Bazen bir kavramın farklı dillerde nasıl algılandığına kafa yorar. Bazen bir nesneye, farklı kültürlerin biçtiği değerlere odaklanır. Bazen de bir insanın ya da bir coğrafyanın, farklı kalemlerde değişik biçimlerde işlenmesine dikkatleri çeker. Kimi kez evvela bir mısraa tutunur, kimi kez de bir cümleye ya da bir kelimeye. Akabinde o mısraın, o cümlenin veyahut o kelimenin peşine düşer. Onun arayışı bizi de, yeni duraklara vardırır, yeni mekânlarda soluklandırır.
Hakkâri, Kızılkaya’nın denemelerinde hep gelir başköşeye oturur. Çukurca’nın Guzêreş Köyü’nden okul okumak için adım atar bu şehre. Liseyi bitirene kadar, o çok büyük ve çok da kalabalık olmayan şehrin her köşesini, her sokağını arşınlar. Sonra da üniversite okumak için ayrılır bu şehirden. Lakin ne o şehrini ne de şehri onu bırakır; her seferinde döner dolaşır yolunu Hakkâri’ye çıkarır. Tabii Hakkâri de hep onun arkasından gelir.
O nedenle kalemini her ele alışında Hakkâri bir şekilde gelir Kızılkaya’nın metnine sızar. Okurlarına Hakkâri’nin tabiatını, kültürünü, tarihini, geleneklerini ve göreneklerini damıta damıta anlatır. Kızılkaya’nın satırlarını izleyerek o büyüleyici şehrin dağlarına çıkar, vadilerine iner, buz gibi pınarlarında su içer, yaylalarında misafir olur, köy odalarında hikâyelerine kulak kabartır, stranlarında kendimizden geçer, yoksunluklarında hüzünlenir, acısında dertlenir, neşesinde hayat sevinci buluruz. Sırtını dağlara yaslamış ve içinde coşkun ırmaklar geçen bu güzelim şehri, Kızılkaya bir bütün olarak, iyiliği ve kötülüğüyle, kederi ve mutluğuyla, dünü ve bugünüyle, gözlerimizin önüne serer.
“Bir geçmiş zaman cenneti”
Yolun Bittiği Yerde*, Kızılkaya’nın içinde Hakkâri geçen denemelerinin bir kısmını bir araya getiren bir kitap. İçindeki denemelerin tamamı Hakkâri’ye dair olan kitabın adı, şehrin çok da uzak olmayan geçmiş halini tasvir eder.
“Yakın zamanlara kadar Hakkâri’de yol biterdi. Oradan bir yere gitmek için herhangi bir modern vasıta aracı kullananlar veya o araçla gelenler geldikleri yoldan tekrar Van’a dönüp oradan nereye gideceklerse giderlerdi. Aşağıdan, Güneydoğu Bölgesi’ne o vilayeti bağlayan bir başka yol yoktu. Bu yüzden Hakkâri, yolun bittiği şehirdi.” (s.7)
Devlet için Hakkâri, bir sürgün yeridir. Fakat orada yaşayanlar için Hakkâri, memleketin en sakin, en huzurlu ve en güzel yerlerinin başında gelir. Kızılkaya’nın çocukluğunun Hakkâri’si, nüfusu 10 bini bulmayan, herkesin herkesi tanıdığı, “herkesin evinin herkesin evi olduğu” bir geçmiş zaman cennetidir. O cenneti anlatmak, Kızılkaya için aslında kendini izah etmek, kendine gelmek ve kendisini aramakla eşanlamlıdır. Zira onun kaderine hükmeden ve sesine ses katan, bir başka ifadeyle onu o yapan Hakkâri’dir, o coğrafyadır, orasıdır.
Denemelerin hepsi Hakkâri’yle alakalıdır, kâğıda dökülen her mevzu bir yönüyle Hakkâri’ye dokunur. Elbette mesele sadece Hakkâri ile sınırlı da değildir; Kızılkaya bütün derdini, tasasını ve muradını Hakkâri’yi fona yerleştirerek dile getirir. Mesela, dar sokaklardan Hakkâri Kalesi’ne doğru çıkarken, birden kendimizi İbni Batuta ile Suriye’de bir ermişin türbesini ziyaret ederken buluruz.
Hakkâri’nin gürül gürül sularını seyrelerken Haydar Ergülen’in ya da Edip Cansever’in suya ilişkin su gibi mısralarına, Yaşar Kemal’in su gibi akıp edip satırlarına takılır aklımız. Ardından Van’ın Müks’üne düşer yolumuz. Müks’te binlerce yıldır akan suyun kenarında yaşamış bir şairin hikmetli sözlerine gönül indiririz.
“Feqîyê Teyran demiş kendine o şair. ‘Olsam olsam bu suyun sesine benim bilmediğim bir dilden eşlik eden kuşlara talebe olabilirim’ diye düşünmüş olmalı, o yüzden kendine ‘Kuşların Talebesi’ diye bir mahlas seçmiş. Uzun şiiri ‘Av û Av’ (Su ile Su) biliyordum da Müks’ü ve içinden geçen, şairin bakıp bakıp şiirler yazdığı berrak, köpük köpük o suya neden ‘Taet dikî şev û rojê’ (İbadet ediyorsun gece gündüz) dediğini bilmiyordum. Suyun sesi bencileyin cahilin kulağına şarkı, kudretli şaire ise ‘ibadet’ olarak gelir de ondan.” (s. 24-25)
Karla kaplı Hakkâri caddelerinde volta atarken Andersen’in “Kibritçi Kız” masalını hatırlarız. Kızılkaya ile birlikte “Hakkâri’de Bir Mevsim” filminin setine gider, figüran olarak rol alırız. “Adın gibi garip bir kentsin Hak” diyen Ferit Edgü gibi Kafka’nın, Tolstoy’un, Avvakum’un ve Dostoyevski’nin Hakkâri’yi bilmemesine yanarız. Hakkârili çocuklarla kollarımızı açıp güneş toplama oyunu oynarken kendimizi seher yelinin yerine koyup dağlara çıkarak Ülkü Tamer için güneş toplarız.
“Bütün peygamberlerin tek kitabı vardır zaten!”
Anadolu’nun her yerinde sağa çekerken halayı, Hakkâri’de sola çekeriz. Hem de “o sağcı, bu solcu” demeden! Bu arada kulağımıza, sağcılık-solculuk ayrışmasının Fransız Devrimi’nden önce Hakkâri’de ortaya çıktığı rivayetleri çalınır. Zap Suyu’nun üstündeki irili ufaklı köprülerden etrafa bakınırken, İvo Andriç’in Drina Köprüsü’nde mola veririz. Sonra da yolu 1969’da solcu gençlerin 53 günde yaptıkları, ismi “Devrimci Gençlik Köprüsü” olan ama ora ahalisinin “Deniş Gezmiş Köprüsü” diye efsaneleştirdikleri köprüye kadar uzatırız.
Hakkâri’den Van’a doğru süzülürken Ahmed Arif eşlik eder bize ve “Otuz Üç Kurşun”un ağırlığı çöker üzerimize. Arif’in bu şiiri uzun yıllar elden ele dolaşır, bir sır gibi saklanır. Nihayetinde dostları Arif’i, çoğu Leyla Erbil’in aşkına yazılmış hepi topu 19 şiirini bir kitaba dönüştürmesine ikna ederler. “Otuz Üç Kurşun”u da ihtiva eden kitap 1968’de Hasretinden Prangalar Eskittim ismiyle yayınlanır.
Ancak kitabın bir nevi “kutsal kitap” haline gelmesi 1975’te olur. Çünkü Yılmaz Güney, efsanevi Arkadaş filminde Arif’in bu kitabından şiirler okur. Kitap patlar, baskı üstüne baskı yapar, kısa sürede 19’uncu baskıya ulaşır ve her yer Arif’in şiirleriyle dolar taşar. 12 Eylül darbesinden sonra Arif, oğluna zarar verileceği endişesiyle ne kitabın yeni baskısına izin verir ne de yeni bir şiir yazar.
“Ahmed Arif, şiirini oğluna feda etmiş bir şairdir bu yüzden. Her defasında ‘oğlum zarar görecek’ diyerek kitabın yeni baskısını geciktirdiği gibi oturup kendisi de yeni şiir yazmaz. O çoktan ‘şiirin peygamberi’ payesini kazanmıştır, bütün peygamberlerin tek kitabı vardır zaten!” (s. 81)
Yatılı bir mektepte soğuk ve karanlık bir kış gecesinde Kürtçe konuşmanın cezalandırılma sebebi olmasıyla yaralanırken, ülkesi Fransa’dan İsveç’e giden ve İsveççe ve İngilizce bilmediği için de uzun süre asıl söylemek istediklerini söyleyemeyen, bir nevi dilsizleşen Michael Foucault ile dertleşiriz. Hakkâri Lisesi’nde tıfıl bir öğrencinin duvar gazetesinde çıkan ilk yazısının heyecanını paylaşırken, yazının bir “vazgeçilmez” olarak hayatına girdiği andan itibaren hiç kimsenin iflah olmadığına şahit yazılırız.
Önce “Soğan” soyadı verilen Kızılkaya’nın babasının, soğanın “pîwaz” olduğunu öğrendiğinde hışımla nüfus memurunun üzerine yürümesini gözlerimizin önüne getirirken, Dr. Adnan, Halide Edip, Nihal Atsız ve Refik Halid gibi birçok aydının da, “bir sabah kravat gibi” takılan soyadlarına tepkili olduklarına anımsarız.
Dünya seferini tamamlayan Dado’nun (anne), Musul çarşısından alınmış ve bir Süryani ustanın elinden çıkmış sandığının önünde usulca gözyaşı dökerken, dadomuza Bülent Parlak gibi “anne abartma ölümü, arada çık gel” diye sesleniriz. Yaşlandığı, artık bir işe yaramadığı ve sadece külfet olduğu düşünüldüğü için çocukları tarafından ölüme terk edilen babanın hikâyesine, çocuklukta ezber ettiğimiz bu hikâyeye, yıllar sonra bir Japon yönetmenin filminde rastladığımızda şaşırırız.
“Çayın yalnızlığa iyi gelen tarafı”
Kızılkaya’nın babasının sınırın öte yanından getirdiği için “kaçak” sayılan çayı yudumlarken, Can Yücel’in bardakta çayı soğutmama tavsiyesine uyar, Salah Birsel gibi çayın “leb-renk, leb-sûz ve leb-rîz” olmasını ister, Oğuz Atay gibi “çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da” severiz.
Sekiz yaşında ilk kez karpuzla tanışan bir çocuğun ağzının sulanışını izlerken, Evliya Çelebi’nin nedense Diyarbekirlilerin çok övündüğü karpuzuna yüz vermediğini, seyyahın karpuzdan ziyade “tadı ve kokusu insanın genzini misk ve amber kokularıyla saran, zerdesi yapılan ve padişaha bile hediye olarak gönderilen iri ve sulu” Diyarbekir kavunlarına methiyeler düzdüğünü öğreniriz.
Evdeki “Felê me”nin (bizim gavur) paltosu, bizi Akaki Akakiyeviç’in paltosuna götürür. Hani Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” diye selamladığı, modern Rus edebiyatına kaynaklık eden o meşhur palto. Bizim gavurun paltosu duvarda asılı durur, Akakiyeviç’in paltosunu üstüne geçiren ise çok olur. Her düğünden sonra komşuların geline bohça göndermesi âdeti de aklımıza Sait Faik’in “Bohça” öyküsünü düşürür.
Kızılkaya’nın rehberliğinde Hakkâri’nin iki ucunda, dağların arasına gizleniş iki korunaklı mekâna gideriz. Nasturilerin kutsal mekânı Koçanis ve Nakşibendilerin ruhani merkezi Nehri. Koçanis Kilisesi’ni, Nasturilerle yüzyıllarca beraber yaşayan Müslüman Kürtler tahrip eder. Nehri Tekkesi’ni ise Ruslar yıkar.
1963’te Muzaffer İlhan Erdost Nehri’ye gelir ve fotoğraflar çeker. Necip Fazıl ise, ilk kez 1934’ta daha 30 yaşındayken, Abdülhakim Arvasi ile Nehri’nin yolunu tutar. Kendisi ile meşguldür, kafası türlü düşüncelerle doludur. Arvasi onun korkularına, tedirginliğine, karamsarlığına iyi gelir. Ruhunu kurtaran Arvasi’yi şeyhi beller Necip Fazıl. 32 yıl sonra da 1976 da, mürşidinin izinde Şemdinli Dağlarının yolunu tutar.
“Şemdinli dağlarının itim nur çeşmesinden
Kurtuldum akreplerin ruhumu deşmesinden.” (s. 222)
Hülasa daha değinemediğim birçok öykü, anekdot, tanıklıklar var kitapta. Hepsi birbirinden değerli, hepsi birbirinden hoş. Ne yazık ki hepsini buraya aktarmamanın imkânı yok; tadına varmak için kitaba müracaat etmek gerek. Yalnızca şu kadarını söyleyip bırakayım: Yolun Bittiği Yerde önümüze bir dünya açar, kendimizi bu dünyadan mahrum etmeyelim.
* Muhsin Kızılkaya, Yolun Bittiği Yerde, Beyan Yayınları, İstanbul, 2024.