Narin’in/Vicdanın Öldürülmesi
Narin’in öldürülmesi ve akabindeki gelişmeler, ülkemizin vicdansızlık durumunu sembolize ederken; kökeni bu topraklara bağlı olan Ayşenur Ezgi Eygi’nin Gazze Direnişi için ölümü göze alıp öldürülmesi, “insanlık” adına umutvar olmamızı gerektiriyor. İnsandan da Tanrı’dan da umut kesilmez.
“Bu tabutta yatan, bizim vicdanımızdır.”
Narin’in cenaze namazını kıldıran imam
Fuzuli’nin, “Söylesem, tesiri yok; sussam, gönlüm (vicdan) razı değil” ve “Boş yere canı sıkılmaz insanın; ya bir eksiklik (vicdan) vardır geleceğe dair ya da bir fazlalık (vicdansızlık) vardır, geçmişten gelen” sözleri, geçmişimizi özetlediği gibi; bugünümüzü de özetliyor büyük ölçüde. Narin’in cesedini götürüp nehre gömdükten sonra gidip namazını kılan ve sonra da arama faaliyetlerine başlayan yakınının itirafları, ajandası belli “vicdansız” mezhep, tarikat, cemaat, ilmihal dindarlığının tipik bir örneğidir. İtikadımız ve ibadetimiz tam; ama vicdansızız. Sünniliğin “Hikmetinden sual olunmaz” Kâdir-i mutlak, Âlim-i mutlak ve Mürid-i mutlak “Güç Yumağı” Tanrı tasavvuru (Kadercilik) ve “Kelam-ı kadim” Kur’an tasavvurunun egemenliğinden beri, mümin insanın vicdanının sesi -şeytanın veya hevasının ayartması olacağı gerekçesi/korkusu ile- ulema tarafından dumura uğratılmış ve ona hacet/ihtiyaç bırakılmamıştır: “Helal belli, Haram belli; Farz belli, Sünnet belli.” Belirsiz konularda gelsin: “Hile-i şeriyye” ve gelsin “Kitabına uydurma”. “Amentü/Akaid” formülü ile de, canlı ve sürekli bir “iman etme/edinme (tazeleme)” ihtiyacı ortadan kaldırılarak; “tasdikin/inancın” yeterli olduğu vazedilmiştir. İnancın “istikamet” içeriğine bakılmaksızın, bakımı yapılmaksızın, “kuvvetli ve kesin” olması, dindarlığın yegâne kriteri yapılmıştır: “Her mezhep (hizip) kendi inancından son derece emindir” (23/53). Spinoza galiba haklıydı: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir.” Sadece kitleler değil; teologlar, din adamları ve din alimlerinin büyük bir bölümü de.
Kur’an, tarih, gelenek (müşrikler) ve teoloji (Ehl-i kitap) içinde boğulmuş, dumura uğratılmış vicdanın (fuad, kalp, lübb, basiret) diriltilme çabasıdır. 23 sene süren direnç ve çaba, sonunda İslam ve Şeriat olarak kristalleşmiştir. Kitap ehlinden az, müşriklerden oldukça büyük bir parça, ikna ve ihtida ile koparılarak “müminler/müslimler” topluluğu olarak tarihe tevdi edilmiştir. Erken dönemlerde bireysel vicdan ve diri iman, oldukça canlı idi. Mezheplerin ve tarikatların teşekkülü ile birlikte, yavaş yavaş dumura uğradı. Yerini taklit/dogmatizm, ezber ve alışkanlık (gelenek) aldı. Yani müşriklerde ve Kitap ehlinde mevcut olan tavır/tutum/tarz (içerik/ajanda anlamında değil) olduğu gibi geri geldi. Oysa Allah, müminleri şöyle uyarmıştı: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve kendilerine inen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme (canlı iman-İG) vakti gelmedi mi? Müminler, daha önce kendilerine kitap verilip de, aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar (Kitap ehli) gibi (ölü itikad-İG) olmasınlar. Onların çoğu yoldan çıkmış (fasık) kimselerdir”(57/16). Böyle olmadık mı? ve hâlen büyük ölçüde böyle değil miyiz?
Vicdan, genellikle hoşa giden arzu-içgüdü (konfor), alışkanlık, taklit-geleneğin zıddına; düşünmeyi ve tartmayı başlatabilmektir. Vicdanı aktif kişi, konuşmasında: “Allah var…” ifadesini kullanır; “Nas var…” ifadesini değil. “İçtenlikle…” ifadesi, vicdanı yansıtır. Samimiyet (halis niyet), vicdanın yarısıdır; diğer yarısı, kararın veya eylemin doğurabileceği muhtemel sonuçları (iyilik-kötülük), kamu maslahatı açısından analiz edebilmektir. Vicdanı aktif olmayan mukallit/dogmatik veya gününü gün etmeye çalışan cahil dindar veya dinsiz, şeytanın maskarasıdır. Din (Vahiy), bütünü ile ve temel olarak vicdanı alır, ona dayanır. İster “İman etme” olsun; isterse “Salih amel” olsun. Vicdan diriltilemezse, bunlar oluşmaz. Vicdanın öldüğü yerde/toplumda “din” veya “dindarlık”, şeytan maskarasıdır.
Bundan yaklaşık 20 yıl önce yazmış olduğum “Vicdanın Kendini Kandırma Halleri Olarak Vicdansızlık” başlıklı makalemin bir bölümünde bu mevzu ile ilgili şunları demiştim:
……….
Vicdanın Önündeki Birinci Engel: Heva/Arzu/Ego
“Burada yapacağımız tahlil, insanın biyo-psişik yapı bütünlüğünün en temel unsuru olan içgüdülerinin veya arzularının kategorik reddi değildir. Çünkü bunlar, insanı hayata bağlayan temel unsurlardır. İçgüdülere kök söktürme veya nefsi öldürme, Kur’an’ın değil, ancak bazı mistik/tasavvuf hareketlerinin dinî davasıdır. Bunun yerine, insan olmanın en temel diğer bir yapı özelliği olan vicdanı ve ahlaki doğasını aktüelleştirmesini engelleyecek tarzda bu arzu ve içgüdülerin taşması ve bütün benliği kaplaması kritik edilecektir. Çünkü bir yabancılaşma süreci olarak bu durum, insanın kendine ‘self/nefs’ anlamında ahlaki/tutarlı, bütünlüklü bir benlik/kendilik inşa etmesini engeller.
İnsanlar günlük ilişkilerinde bu ilişkilerini değerlendirirken veya şahit oldukları insanlık durumlarını değerlendirirken genellikle ‘kendinin o eylemi, kendisiyle rastlantısal özel ilgisinden -kendi özel koşullarıyla ilgisinden- dolayı değerli-değersiz (iyi-kötü) sayması olarak karşımıza çıkar. Bu, bir eylemin onu değerlendirenle ilgili sonuçları açısından değerlendirilmesidir. Eylemin değerlendirene sağladığı yarar ya da yol açtığı zarar, eylemin değeri olarak eyleme atfedilir… Değerlendirmede ilk adım -yani eylemin nedenlerine bakma- atlanarak o eylemin, değerlendiren için rastlantı sonucu doğurduğu yarar ya da zarar, yani eylemin dolaylı etkisi, değerlilik ölçüsü olarak kullanılır. Bir özel değer yargısında bulunulur; sonra da bu özel değer yargısı, eylemin özelliği olarak -‘değeri’ olarak- eyleme atfedilir.’ (İonna Kuçuradi, Etik, Ankara 1988, s. 18.) Ali Şeriatî de, insanın özgürlüğü ve ahlaki yaratıcılığının önündeki dört ‘zindan’dan (diğer üçü: doğa, tarih ve toplum) en güçlü ve aşılması en zor olanını ‘ego’ olarak niteler. İnsan doğa, tarih ve toplum zindanlarından kritik düşünceyle çıkmayı başarabilse de, ego zindanından kurtulması oldukça zordur. Bu durumda insan: ‘Kendi’m dediğinde, bunun kendisinde gömülü bulunan özgür ‘ben’ (vicdan İG) olduğunu algılayamamaktadır; salt ve genel bir insanı, ‘kendi’ olarak algılayabilmektedir.’ ( Ali Şeriatî, İnsanın Dört Zindanı, çev. H. Hatemi, İstanbul 1984, s. 78 vd.)
İnsanda yerleşmiş, tabiatının en temel yapısı olan ve daima kendilerini ‘normal’ olarak sunan teşhisi zor içgüdü, iştiha ve kuvvetli arzular, Kur’an’da heva olarak nitelenir (48/14, 7/176, 25/43, 23/71). İnsanın derininde olan vicdanının çeperinde olup onu sarmalayan bu dış duvarın içeriye doğru aşılması oldukça zordur. Bu durum, bazen kendini şuurda norm ve ahlak olarak bile niteleyebilmektedir: ‘Onlara yeryüzünde kötülük/fesad çıkarmayın’ dendiğinde: ‘Biz sadece ıslah edicileriz’ derler. Dikkat et, onlar bozguncudurlar, fakat kendileri bunun farkında/şuurunda değiller’ (2/71). ‘Sana amellerinde en büyük zarara uğrayacakları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları dünya hayatı peşinde koşarken heba olmuş kişilerdir, fakat kendilerine sorsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler’ (18/103-104). Medyen halkına/şehrine peygamber olarak gönderilen Şu’ayb peygamberin halkını uyarılarına karşı, halk ona şöyle diyordu: ‘Senin ibadetin/dinin mi bize babalarımızın taptığı ilahlardan ve mallarımızı istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi emrediyor? Oysa sen, yumuşak huylu ve akıllı bir adamsın’ (11/87). Bu durum baskıcı, ayartıcı ve zorlayıcı içgüdü ve arzuların (heva) bencil zekâ tarafından araçsal olarak aklileştirilmesi (hesabilik) ve toplumsallaştırılmasıdır (araçsal akılcılık). Hevanın karşıtı hakikattir. Hakikat yerine hevanın kültür, yaşam tarzı veya dünya görüşü hâline gelmesinin sonucunu Kur’an şöyle tasvir eder: ‘Eğer hakk, hevaya tâbi olsaydı gökler, yer ve ikisinde bulunanlar bozulur giderdi’ (23/71).
Hesapsız çıkarlar, tutkulu arzular veya azgın güdüler toplamı olarak heva, şişerek benliği bütünüyle kaplayınca, doğru değerlendirme kapasitesi olan vicdanı örter (istikbar, 2/34, 7/146, 74/23). Bu durumda kişi giderek kendini yeterli görmeye başlar (istiğna, 80/5, 92/8). Her türlü ahlaksızlığın önemli bir kaynağı işte budur: ‘İnsan kendini yeterli görünce azar’ (96/6-7). Şeytanın trajedisi bu olduğu gibi (2/34); şeytanlaşmış bütün insanların durumu da aynıdır. İnsan hevasını ilahlaştırınca, bunun sonucu bilgi aktlarından kulağı ve kalbinin mühürlenmesi, gözünün perdelenmesi sonucu dalalete düşer (45/23). Yani kendine (özüne, vicdanına) yabancılaşır. Kur’an’ın ahlaki bağlamda vicdanını ve hakikati örtme anlamında ‘küfür’ ve ‘günah’ dediği şey budur.
Vicdanın Önündeki İkinci Engel: Toplum/Kültür/Gelenek/Tarih
İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, erişkin hâle gelen birey, doğal olarak içinde doğup büyüdüğü toplumun kültürel, ahlaki değer kalıplarını miras olarak alır ve bilinci, benliği, kişiliği bu değerlere göre şekillenir. Freud’un ‘süper ego’ olarak kavramsallaştırdığı bu yapı, taşımış olduğu bütün değer kodlarını toplumun üyesi olan bireyde vicdan, benlik, kişilik olarak kristalleştirir. ‘Genellikle halk, egemen sosyal düzeni sürdürerek, egemen hukuk düzenini ihlal etmeden, sosyalleşerek hareket eder. Bunlara karşı hareket ettiğinde kendini suçlu hisseder. İnsanın sosyal ve kültürel organizasyonlar aracılığıyla uygarlaşması gelişti ve devam etti. Bu yapılar bebeklik ve çocukluk çağından itibaren her bir bireyin içine nüfuz ederek onu belirler. Dolayısıyla, çocuk büyüdüğünde bu yapıları kırdığında suçluluk hisseder.’ (Priscilla Roth, The Superego, Cabridge 2001, s. 17.) Sonuç olarak toplumsal vicdan veya kamuoyu olarak süper ego, miras alınan vicdandır.
Bireyin içine doğduğu toplumun ahlaki değer yargılarını/kalıplarını kullanarak günlük yaşamda ahlaki değerlendirmelerde bulunmasını Kuçuradi şöyle tasvir eder: ‘Bir değer atfetmenin maskesi olmayan yerde, değerlendirenin grup üyeliğinin ağır bastığı ve karşısındaki kişinin eylemine -psikolojik nedenler bir yana-, ‘evet’ dediği moralin (ahlakın) genel değer yargılarına uygun olması bakımından değer biçtiği değerlerdir. Böyle bir değerlendirmede yapılan, karşısında bulunulan tek davranışa değerliliği-değersizliği, iyiliği-kötülüğü peşinen belirlenmiş olan davranışlardan birinin adını-kavramını takmak ve yalın bir akıl yürütmekle -hazır genel değer yargısına göre- sonuç çıkarmaktır. Çünkü, bireyde bulunan özel değer yargısı, yani bir eyleme biçilen değer, bir mantık çıkarımından -tümdengelim- öte bir şey değildir… Bu değerlendirme tarzı, genellikle bağnaz kişilerin -yobazların- değerlendirme tarzıdır. Grupların (toplumların/kültürlerin) davranış belirleyen yerleşik değer yargılarını nihai, hakiki değerler sanarak/sayarak onlara en üstün değeri atfeden, dolayısıyla onları korumak ihtiyacını duyan ve grup üyeliklerini en değerli özellik sayarak/sanarak en üstün değeri ona atfedenlerde rastlanan değerlendirme tarzıdır.’ (Kuçuradi, Etik, s. 18.) Dünyadaki farklı dinsel, kültürel ve etnik grupların, toplumların günlük değerlendirme tarzları ortalama böyledir.
Kur’an’ın nazil olduğu toplum, her toplum gibi, bireylerin bireysel bilincini, derin vicdanını yok etmiş, örtmüş geleneğin, müşrik bir dinin ve yerleşik bir kültürün egemen olduğu bir toplumdu. Ku’an’ın bireysel bilinci özgürleştirme ve derin vicdanı diriltme çabasına karşı onlar: ‘Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız’ (2/170), ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz gelenek ve değerler bize yeter’ (5/104), ‘Kötü bir iş yaptıklarında (fâhişeten), ‘Atalarımızın böyle yaptığını gördük’ derlerdi’ (7/28). Kur’an, kendi çağrısına karşı müşrik Arapların geçmişten, tarihten devraldıkları hazır kültürlerini, geleneklerini koşulsuz doğru ölçü olarak görmelerini (2/170, 5/104, 7/28, 95; 10/78, 21/35, 26/84, 31/21, 43/22-23) kesinlikle reddetmektedir: ‘De ki: Eğer imana karşı küfrü tercih ediyorlarsa babalarınızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi ve hısım-akrabalarınızı dost edinmeyin’ (9/23). Ayrıca, sorgulamasız ve koşulsuz olarak ‘Büyüklerimize ve ileri gelenlerimize uyduk’ (33/67) diyenler, denenmeyi kaybeden cehennemliklerdir.
Genelde sıradan insanın korunma ve koruma (güvende olma) saikinin veya tembellik hâlinin yönlendirdiği bu eğilimi H. Bergson, dinsel ve ahlaki bağlamda ‘statik din’ ve ‘statik ahlak’ olarak kavramsallaştırmıştır. Bu tip ahlak ve din, içtimai, muhafazakâr, gayri şahsi ve alışkanlıktan doğmuştur. Bu din ve ahlak kapalı toplumların bir meziyetidir: “Grup tek başına yaşayan ferdin benliğinde hazır ve nazırdır, onu teşvik veya tehdit eder; kendisini dinlemesini, buyruğuna boyun eğmesini ister. Cemiyetin gerisinde de grubun bağlandığı ve ferdin hareketinden cemiyeti sorumlu tutan tabiat üstü kuvvetler vardır…’ (H. Bergson, Ahlak ile Dinin İki Kaynağı, çev. M. Karasan, İstanbul 1986, s. 86.) Bireyin çoğu kez kendine ait olduğunu sandığı düşüncelerin aslında topluma ait olduğu gerçeğini E. Fromm şöyle ifade etmektedir: ‘Düşüncenin yabancılaşması, kalbin veya duyguların yabancılaşmasından hiç de ayrı değildir. Kişi çoğu zaman bir fikir bulduğunu, bu fikrin kendi keşfi ve ürünü olduğuna inanır; oysa, gerçekte benliğini kamuoyunun, gazetelerin veya devletin yarattığı putlara ya da bir lidere kaptırmış, düşüncesini onlara aktarmıştır. Bu putların kendi inançlarını simgelediğini sandığı hâlde, gerçekte, bu simgeleri bilgi ve bilgelik tanrıçaları olarak benimsediği için onların düşüncelerini kendi düşünceleri olarak kabul etmektedir. Ve salt bu nedenle tanrılarına bağımlı bir köle durumuna gelir. Çünkü kafasını, düşüncelerini onlara aktarmıştır.’ (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunları, çev. B. Güvenç, İstanbul 1973, s. 73.) Dikkat edilirse Fromm, geleneksel kapalı toplumlardan değil, modern sözüm ona ‘açık’ toplumdaki bireyin içinde bulunduğu vicdan durumundan bahsetmektedir. Bireyin kişisel, bireysel vicdanını aktüelleştirememesi bakımından modern toplumların geleneksel toplumlardan geri kalır hiçbir yanı yoktur.
Kur’an’ın ‘ataların yaşam yollarına uyma’, Kuçuradi’nin ‘değer biçme’, Freud’un ‘süper ego’, Bergson’un ‘statik din’ ve ‘statik ahlak’ olarak isimlendirdiğini, Fromm ‘otoriter vicdan’ olarak isimlendirmektedir. Otoriter vicdanı Fromm şöyle tanımlıyor: ‘Otoriter vicdan, içselleştirilmiş bir dış otoritenin, ana-babanın, devletin, toplumun ya da içinde yaşanılan kültürdeki başka bazı otoritelerin sesidir. İnsanların otoritelerle olan ilişkileri, ahlaksal yaptırımlar olmaksızın dışsal kaldıkları sürece vicdandan söz edemeyiz. Böyle bir davranış, cezalandırma korkusu ve ödüllendirilme umudu aracılığıyla yönlendirildiğinden, sadece caydırıcı olup her zaman söz konusu otoritelerin varlığına, onların insanın ne yapmakta olduğuna ilişkin bilgilerine, cezalandırılma veya ödüllendirilme güçlerine bağlıdır.’ (Fromm, Kendini Savunan İnsan, çev. N. Arat, İstanbul 1991, s. 145-146.) Otoritenin ahlaki niteliğine bağlı olarak ‘otoriter vicdan’ da tesadüfen iyi veya kötü şeyler yapmaktadır. Çünkü bu davranışların içeriği otoritenin emir ve buyruklarından çıkarılır; kişinin kendi vicdanından değil. Vicdan rahatlığı, içselleştirilmiş dışsal otoritenin memnun edilmesi; vicdan azabı ise onun memnun edilmemesidir. Bireyin en büyük doyumu, otoritenin sevgisi ve beğenisidir. (Fromm, age., s. 148.) Bu ‘iyi’ler, kendi erdemini kendi vicdanıyla keşfedenleri çarmıha gererler. Ali Şeriatî’nin insanın bireysel vicdanını, özgürlüğünü ve yaratıcılığını engelleyen ‘zindan’lar olarak saydığı dört unsurdan iki tanesi ‘tarih’ ve ‘toplum’dur (kültür): ‘Demek istediğim, bir ‘canlı’ türü olan insan toplumun, doğanın ve tarihin esiridir. ‘İnsan’ olma sürecine girmiş ise giderek ve aşamalı olarak bu baskılardan (zindanlardan) kurtulur ve özgür olur.’ (Şeriatî, İnsanın Dört Zindanı, s. 69, 56 vd.)”
……….
Türkiye’de Vicdansızlık Bilançosu (Sonuç)
Narin’in hunharca öldürülmesi, cesedinin 20 günde bulunabilmesi, aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ olayın aydınlatılamaması, “Hizbullah” ve “Kur’an Kursu” kavramları, aynı kümeye ait elemanlar olarak dolaşıp duruyor. TÜİK raporuna göre son üç yılda 85 çocuk cinsel istismara uğramış. “Tarikat” kavramı, züht ve riyazatı değil; holding ve ihaleyi çağrıştırıyor. Ulusal televizyon kanallarında her akşam cinayet, yaralama, bıçaklama, sokak çatışması, darp, gasp… haberleri, “Sıcak Haber” başlığı ile en az yarım saat yer alıyor. Mukallit-Muhafazakâr, Milliyetçi, Hizbullahçı, Karadenizli amorf, muhayyel politik bir “Biz” uğruna, ülkenin hukuki-kurumsal yapısı alt-üst edilmiş; kamu kaynakları çar-çur ve iç ediliyor. Sermaye ve paraya yaslanan siyasal bir güç kullanımı dışında, herhangi bir hukuki ve ahlaki racon neredeyse kalmamış durumda. Hukuki ve ahlaki söylem -sözde kalarak- yapılanlara sadece bir “kılıf” olarak uyduruluyor. Gelir dağılımındaki eşitsizlik, dünya sıralamasında başlara doğru tırmanıyor. İstanbul, uluslararası mafya örgütlerinin merkezine dönüşmüş durumda. Bu yüzden “Gri Kategori”ye girdik; çıkamıyoruz. Hapishanelerden mafya babaları kaçırılıyor…
Bilanço yüksek. Saymakla bitmez. Narin’in öldürülmesi ve akabindeki gelişmeler, ülkemizin vicdansızlık durumunu sembolize ederken; uzaklardan gelse de, kökeni bu topraklara bağlı olan Ayşenur Ezgi Eygi’nin Gazze Direnişi için ölümü göze alıp öldürülmesi, “insanlık” adına umutvar olmamızı gerektiriyor. İnsandan da Tanrı’dan da umut kesilmez.