adnan boynukara

PERSPEKTİF’TE 2022

Ülkenin geleceği için somut hakikatin, sahici hedeflerin yüceltildiği ve eleştiri geleneğinin muhafaza edildiği yeni bir siyasi iklimin oluşturulması şart. Bu yapılamazsa, yeni yüzyıl da ıskalanır ve coğrafyanın ortaya çıkardığı bütün pozitif imkânlar sahte çatışmalara kurban edilir.

Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in geçirdiği son iki yüzyıl dikkate alındığında, sarsıntılı/türbülanslı bir sürecin yaşandığı ve mevcut hal dikkate alındığında bu durumun devam edeceği görülür. Türbülans ve istikrarsızlık hali zaman kaybı, enerji israfı, toplumsal gerginlik, ayrışma ve çok sayıda ‘kurban’ vermek anlamına geliyordu. Sorunlara ilişkin basit çözümler üretmek yerine, gerçeklikten kopuk ‘güvenlik kaygıları’ ön plana çıkarılınca hem maliyet arttı hem de birçok şey heba edildi. Toplumun gelecek vaat eden insanları, olumsuzluğun sebebi gösterilerek kurban edildi. Özenli bir biçimde sürdürülen sahte ‘çatışmalarla’ yaşanılanların tümü ‘olağan’ hale getirildi.

 

Dünü hatırlayıp bugüne baktığımızda, durumun hiç de farklı olmadığını, hatta gelecek için umudun zayıf olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü var olan siyasi kesimler, geçmişi tekrarlamak konusunda oldukça istekli ve arzulu. Herkesin takılıp kaldığı ve kendince putlaştırdığı tarihi süreçler, kişiler ve kavramlar var. Bu olunca da kendisi dışındakileri düşmanlaştıran, kötü örnekleri tersten sürdüren, eleştiriye kapalı anlayışlar ve toplumsal yapı varlığını muhafaza ediyor. Statükocular bir yana, karşı gibi duranlar dahi tersten statükoyu sürdürme konusunda oldukça mahir. Ülkeye ve ülkenin geleceğine ilişkin sahici bir ufku, ülküsü ve tahayyülü olan yok gibi. Bu olmayınca da ortaya çıkan durumun adı kaos oluyor.

 

Siyasetin Ana Zemini

 

Kapsayıcı bir ülkü, ufuk ve tahayyül yoksunluğunun ne tür sonuçlar doğuracağını çok iyi biliyoruz. Bu nedenle de siyasetin hangi zeminlerde yapıldığı meselesi önem arz ediyor. Tahayyül yoksunluğuna da neden olan bu durumu analiz etmek, anlamak, sorunları ortaya koymak, dersler çıkarmak gelecek açısından önemli. Buradan yeni bir anlayış geliştirmek şart. Başka türlü, sahici olmayan bu sakat düzeneği bozmak zor. Ülkeyi ve toplumu ‘esir’ almış olan bu sorunlu anlayış ile mücadele etmek isteniyorsa, yapılması gereken ilk şey, bu zeminin üzerine oturduğu temel noktaları tespit etmek ve bunları gidermeye yönelik bir çabanın içinde olmaktır. Bu çerçevede, geçmişe takılmadan bugüne bakıldığında, siyasetin üzerinde yürüdüğü zeminin temel noktalarını; sorunlu ve düşmanlaştırıcı dil, devlete karşıymış gibi görünmek ama onu tersten kopyalamak ve eleştiriye karşı tahammülsüzlük şekilde somutlaştırmak mümkün.

 

Sorunlu ve Düşmanlaştırıcı Dil

 

En temel sorunlardan birisi, karşıtlık ve tarih okumaları üzerinden üretilen ‘düşmanlaştırıcı’ dil. Bu yaklaşımdan ülkenin geleceğine ilişkin hayırlı bir sonuç üretmenin mümkün olmadığı bilinmesine rağmen, ısrarla sürdürüldüğü açık. Bu hal, ancak var olan düzeneği yeniler, günceller. İki yüzyıllık tarihimizin vazgeçilmez siyaset yapma tarzı bu. Durumu netleştirmek için iki örneğe odaklanmak ve kullanılan kavram setleri üzerinden bilinçaltını anlamak mümkün olabilir. Çünkü ülkede, adı konulmamış, ikili bir siyaset yapma tarzı var.

 

Bir siyasi kanat, kendi pozisyonunu tahkim etmek için tarihi aktörlerden birisi olan Osmanlı padişahlarından Abdülhamit ismini sıklıkla kullanıyor. Kullanılan dil analiz edildiğinde, ‘Abdülhamit’in tüm iyiliklerin’ ve ‘ona karşı olanların da tüm kötülüklerin’ temsilcisi olduğu sonucunu çıkarmak mümkün. Yani günümüzün siyaseti, bugünle hiçbir bağı, ilişkisi olmayan bir isim ve mevcut koşullarla benzerliği olmayan bir dönem üzerinden şekillendiriliyor, yürütülüyor. Tartışmalı bir dönemin/ismin siyaset tarzını bugüne uyarlamak, bugünle ilişkilendirmek, benzeştirmek ve onun kullandığı kavram setleri üzerinden bir dil geliştirmek doğru değildir. Ülkeye ve siyasete hiçbir katkısı yoktur. Bugünü ve geleceği, gerçeklikten kopuk bir siyaset tarzına ‘esir’ etmektir. Gerçek olup olmadığı dahi tartışılan bir dönme ilişkin kavram seti üzerinden toplumu kategorilere ayırmak ve ötekileştirmektir. Bu siyaset tarzı ülkenin bugününe ve geleceğine değil, düşmanlaştırıcı dile hizmet eder ve doğru değildir.

 

Diğer siyasi kanadın merkezi ise farklı bir döneme ait kavram seti üzerinden konuşmayı tercih ediyor. Normal koşullarda, sıklıkla kutuplaştırıcı siyaset tarzından rahatsızlığını dile getiren bu akımın daha mutedil ve geleceği önceleyen bir siyaset tarzı sergilemesi beklenir. Ama nafile. Kolay ve basit olan bir kez yol olunca herkes aynı yolu tercih ediyor. Çocuksu bir üslupla laf sokma ‘yarışına’ giriliyor. Sözün nereye gideceği hiç değerlendirilmiyor. Bu kesim ise kendini Cumhuriyet’in ‘kurucusu’ ve ‘sahibi’ gördüğü için o döneme ilişkin kavramlar üzerinden konuşuyor. Sıklıkla tekrarladıkları ifade, “Biz Kuva-yi Milliye geleneğinden geliyoruz” oluyor. Bu söz üzerinden toplum kutuplaştırılıyor. Siz Kuva-yi Milliye, peki diğer siyasiler, partiler ve seçmen ne oluyor? Ülkeyi işgal eden Yunan veya düşman mı? Kendinizi tanımlamak için bugüne ilişkin bir kavram bulma sorunu mu var? Bir önceki gibi sorunlu ve yanlış. Yine, bugünle hiçbir bağı ve ilişkisi olmayan geçmiş bir kavramsallaştırmayı, bugünkü siyasal mücadeleye zemin yapmaya ilişkin farklı bir örnek. Yani; ürettiği kavram setini tabu yapmış ve gerekirse zorla herkesin de tabusu yapmaya çalışan sorunlu, sakat bir anlayış.

 

Bakın, siyaset yapılan alan tüm ülke, hedef kitle ise tüm vatandaşlar. Tek başınıza anlam ifade etmeniz mümkün değil ve doğal olarak toplumun tüm kesiminin oylarına talipsiniz. O zaman soru şu, “Düşman olarak konumlandırdığınız insanlar size neden oy versin?” Siyasi bir liderlik, bu kadar basit bir mantık değerlendirmesinden nasıl yoksun olabilir? Mantık olmayınca, ortaya çıkan siyaset tarzı da sorunlu oluyor. Bu basit örnekler üzerinden, mevcut siyasi partilere bakarak, geleceğe ilişkin sağlıklı bir şey söylemek zor. Çünkü ülkenin geleceğine ilişkin tahayyülden ziyade, karşıtlık, karşıtlıktan üretilen sorunlu kavramlar ve reaksiyonerlik temelinde yürütülen bir siyaset tarzı etkili. Buradan hem ülkeye hayırlı bir sonuç üretilemez hem de geleceğe ilişkin umutlarımızı diri tutacak bir siyaset tarzı geliştirilemez. Sadece iki yüzyıllık sorunlu anlayış ve türbülanslı hal sürdürülebilir.

 

Devleti Tersten Kopyalamak

 

Geleceğe ilişkin umutsuzluğu artıran faktörlerden birisi de sorunlu devlet anlayışına karşıymış gibi görünen ama onu tersten taklit eden siyasal hareketlerin toplum ve siyaset üzerindeki ağırlığı. Birçok kesim olan biten yanlış uygulamalardan rahatsız, mağdur olmuş, sorunlu uygulamalardan dolayı sıkıntı yaşamış. Ama iktidara geldiğinde tüm olumsuzlukları tersten kopyalayıp uyguluyor. Buradaki ana sorun, bu siyasal hareketlerin, devlet aygıtını tersten taklit eden ve kötü birer kopyası olan ideolojik, etnik, dini örgüt/hareketlerin çokluğu ve siyaseti etkileme kapasiteleri. Sahici bir tahayyülü geliştiremeyen bu yapıların ortaklaşmasıyla ülke farklı pagan anlayışların buluştuğu bir coğrafyaya dönüşüyor. Aslında durumu, herkesin diğerlerini kendi ‘tanrısına’ tapmaya zorladığı, ama hiç kimsenin gerçekten herhangi bir şeye inanmadığı bir coğrafya şeklinde özetlemek mümkün.

 

Bu anlayışa sahip olan partilerin, akımların ve örgütlerin tek amacı, ötekine hükmetmek ve kendi hukukunu tesis ederek rövanş almak. Hiç kimsenin aklına, “Biz, bize yapılanı başkasına yapmak için mi iktidara geldik” sorusu gelmiyor. Acı olan bu. Öte yandan, üretilen putlar, yüceltilen liderler, kurtarıcılar, tabulaştırılan kavramların, yüceltilen isimlerin ve kutsal diye sunulan şeylerin hepsi bu süreç için kullanılan birer sarf malzemesi. Sarf malzemelerinin hizmet ettiği diğer şey ise var olan sorunlu yönetim anlayışının tersten sürdürülmesi. Bu işleyişin sorgulanmaması çok garip değil mi? Normal bir aklın bunu kabul etmesi düşünülemez. Ama tablo değişmiyor. Herkes çok iyi bilir ki, yürütülen siyasi mücadele, iki yüzyıllık yanlışlarla yüzleşmeyi hedeflemiyorsa ne bu ülkeye faydası olur ne de ülkenin geleceğine hizmet eder. Yapılacak şey çok basit, bahsettiğimiz tersten üretme geleneğini sürdüren, ötekine hükmetmeye ve rövanş almaya dayalı sakat anlayışları, sahte kavgaları çöpe atmaktır. Kim, ne adına yaparsa yapsın, kötülüğü tersten tekrarlamak yanlıştır, doğru değildir.

 

Eleştiriye Karşı Tahammülsüzlük

 

Bugüne ve geleceğe ilişkin sağlıklı ülkünün, ufkun ve tahayyülün ortaya çıkmasını engelleyen başlıklardan birisi de eleştiriye karşı sergilenen tahammülsüzlük halidir. İrili ufaklı var olan yapıların tümü bu konuda çok hassas. Yönetime tabi olan partiler ve hareketlerin en karakteristik özellikleri, eleştiriye kapalı oluşlarıdır. Öyle ki, tüm çevreler açısından, var olanı yüceltmeyen hiçbir değerlendirmenin kabul görmediği, dışlandığı bir süreçten geçiyoruz. Kimileri kendilerini dinin sahibi gördüğü için eleştiriye kapalı, kimileri kendilerini ülkenin sahibi konumuna koydukları için eleştiriye kapalı, kimileri vatan savunmasının kendilerine ait olduğuna inandıkları için eleştiriye kapalı, kimileri “Ben milyonlarca kişinin oy verdiği bir siyasi partinin temsilcisiyim” ifadesi üzerinden eleştiriye kapalı olduğunu ifade eder. Yani; eleştiriye karşı olan herkesin bir gerekçesi var. Ortak bir sorun ve hiç kimsenin bir ötekine, bu konuda söyleyecek sözü yok. Dolayısıyla ülkenin geleceği için somut hakikatin, sahici hedeflerin yüceltildiği ve eleştiri geleneğinin muhafaza edildiği yeni bir siyasi iklimin oluşturulması şart. Bu yapılamazsa, yeni yüzyıl da ıskalanır ve coğrafyanın ortaya çıkardığı bütün pozitif imkânlar sahte çatışmalara kurban edilir.

 

Dinamik Fikri Yapı

 

Olan biten tüm olumsuzlukların sorumlusu olarak siyaset kurumunu göstermek, bir anlamıyla kolaycılığa kaçmaktır. Ülkenin temel toplumsal karakteristik özelliklerinin de bu süreçlerde etkili olduğunu görmek lazım. Bu iki faktörün örtüşmesi, statükoyu korumaya yönelik, toplumu hem bölücü hem de kadükleştirici düzeni sürekli kılmaktadır. Oysa, aynı özellikler farklı bir değerlendirme ile yeni yüzyılda pozitif birer gelişme ve bütünleşme dinamiğine dönüşebilir. Toplumsal yapıya uygun bir devlet ve düzen, evrensel demokratik değerleri yeniden yorumlayarak daha ileri bir demokrasi deneyimi üretebilir.

 

İki hafta önceki yazıda vurguladığımız ve geleceğe ilişkin umutlarımızı artıran konulardan birisi de toplumsal yapının çoklu/çoğulcu haliydi. Bir ülkenin kalkınması ve gelişmesi için önemli bir şans olan bu yapının geliştirilerek korunması çok kıymetli. Ama asıl kıymetli olan, bu halin siyasetin ana dinamiklerine ve diline de yansıması. İşte o zaman çoğulcu demokrasi, senfonik ve dinamik bir toplumsal yapı, özgürlükçü ve adil bir sosyal düzen kurulabilir. Bu ise ortak bir toplumsal değerler kümesiyle mümkündür. Soru şu, sağlıklı bir ülke tahayyülü ortaya koyamayan siyasi anlayışlarla ortak değerler kümesi üretmek mümkün mü? Elbette değil. İşte bunu aşmak gerekiyor.

 

Peki, çıkış yolu mümkün mü? Evet, mümkün. Bunun yolu, toplumun acımasız eleştirisi ile abartılı hamasi yüceltilmesi gibi iki sorunlu yaklaşımın dışında, eleştirel gelişme mantığıyla düşünmeye çalışmaktır. Çünkü toplumu ve devleti yıkıcı mantıkla eleştirmek ya da tam tersi hamasi yüceltmelerle övüp durmak, en kolay ama en zararlı tutumlardır. Bu iki tutumun da sorunlu olduğu iki yüzyıllık tarihi süreç içinde tescillenmiş ve fayda vermediği görülmüştür. Bize dayatılan ayrımların, kategorileştirmelerin (Batıcı-Doğucu, ilerici-gerici, sağcı-solcu vs.) dışında, yeni, kapsayıcı ve daha üst bir bakış açısı ile düşünmeye başlamak zorundayız. Bununla birlikte, sorunlu düzeneğin dışına çıkamayan, başka bir şey öneremeyen anlayışların peşine takılmamak da önemli. Yani; coğrafyamızı esir almış olan bu fikri atalet halinin somutlaşmış biçimi olan ‘beyin tembelliğine’ son vermek gerekiyor.

 

Türkiye Nedir?

 

Sağlıklı bir tahayyül oluşturmanın koşullarından birisi de Türkiye’nin ne olduğunu ortaya koymaktır. Bunun yolu ise ezberlenmiş sözler yerine gerçeği ortaya koymaktan geçiyor. Bu anlamlıya Türkiye; dün olduğu gibi bugün de göç yollarının başında yer alan bir coğrafyada bulunuyor. Bunun ortaya çıkardığı nüfus değişimleri oldukça fazla. Nüfus hareketliliğinden de kaynaklı oldukça farklı inanç, mezhep, etnisite ve kültüre yurtluk eden bir ülke. Belki de tarihin hiçbir döneminde homojen bir nüfus yapısına sahip olmadı. Var olan tüm farklılıklara rağmen, kitlelerin taraf olduğu büyük çaplı çatışma iklimi oluşmadı. Bir biçimde, aklıselim devreye giriyordu. Bununla birlikte, ‘devlet’ ile vatandaşlar arasında ‘çekişme’, ‘güven sorunu’ ve ’çatışma’ süregeldi. Devlet aygıtına egemen olan anlayışın ve kadroların baskın karakteri nedeniyle var olan ‘çatışmalara’ kalıcı çözümler geliştirilemedi. Bu nedenle de güven sorunu varlığını hep korudu. Gelir dağılımı adaletsizliği sürüyor. Vatandaşın gündelik yaşamına ilişkin çözülemeyen sorunlar var. Demokrasi ve hukukun egemenliğine ilişkin tartışmalar eksilmiyor. Sivil-asker ilişkilerine kalıcı bir çözüm üretilemiyor. Bürokrasi iktidarları ‘esir’ alma konusunda çok mahir. İşte Türkiye böyle bir ülke.

 

Bir şeyin altını çizelim, bu coğrafya ve bu ülke farklı kültürlerin bir arada yaşadığı bir ülke. Türkiye ülküsü ve tahayyülünün ilk ayağı bu gerçeği teslim etmek olmalı. Çünkü çoğulcu kültürel yapıya zarar vermek veya bu coğrafyada yaşayan etnik kimlikler, inançlar, mezheplerden birini yok saymak, dışlamak ülkeye zarar verir. O zaman bu ülke farklı bir şey olur.

 

Sonuç olarak; bahsettiğimiz bu Türkiye gerçeğini gören, içselleştiren, olan bitene dönemsel olarak yaklaşmayan, ayrıştırıcı ve düşmanlaştırıcı dile teslim olmayan, kötülüğü tersten hayata geçirmeye çalışmayan ve eleştirel yaklaşıma açık bir akıl, ülkeye ilişkin sağlıklı bir tahayyül geliştirebilir. Bunun dışındakiler ancak reaksiyoner olabilir. Reaksiyonerliğin de kendine dahi faydası olmaz.

İLGİLİ YAZILAR

Sağlıkta Şiddetin Anatomisi

PERSPEKTİF’TE 2022

Bir zamanlar sağlık sistemlerinin öznesi konumunda olan hekimler bu sistem içerisinde giderek nesne konumuna düşürülmekte ve özne olmanın bedelini ise şiddet görme, tükenmişlik, ekonomik yetersizlik, mesleki tatminsizlik ve itibarsızlaştırılma ile büyük bir hayal kırıklığı olmak üzere en ağır şekilde ödemektedirler.

Sağlıkta Şiddetin Anatomisi

Bireyin zihinsel, ruhsal veya beden bütünselliğine yönelik bir eylem olan şiddet, antropolojik bir bakış açısıyla bakıldığında toplumun kültürel yapısı ile ilişkili bir kavram olup bireysel ya da toplumsal şiddet olarak ortaya çıkabilir. İnsanlık tarihi, aslında birey ve toplumların kendi aralarındaki şiddetin de tarihidir. Tarih boyunca dünya genelinde toplumlararası şiddetin sık yaşandığı bölgeler incelendiğinde olayın daha çok din, etnisite ve ekonomik paylaşım etrafında şekillendiğini görmek mümkündür.

 

İdeolojik ve kültürel bir eylem olan şiddet, bireysel seviyeye indiğinde toplumsal şiddetin bir yansıması ve kültürel bir özne olarak gözlenmektedir. Bazı gruplar gerek popülizm gerekse de yaygınlaşan kitle iletişim araçlarının kışkırtmasıyla hiç tanımadıkları başka gruplara karşı oldukça katı kanaatlere sahip olmakta ve bu grupların kimliklerine duydukları öfkeden dolayı şiddete eğilim seviyeleri oldukça yüksek seyretmektedir. Günümüzde toplumdan topluma şiddetin tanımı ve bakış açıları değişmekle beraber şiddet sadece bireye ait biyolojik bir olgu olmanın ötesinde aynı zamanda kültürel olarak kodlanmış politik bir tercihtir.

 

Sağlık ve sağlıkla ilgili kurumsal yapılar ve sistemin kendisi, kamu ve toplumun bir parçası olmakla beraber sağlıkta şiddet olgusunun kendine ait dinamikleri ve birçok nedeni vardır. Sağlıkta şiddet, gelişmiş ülkeler dahil olmak üzere tüm dünyada önemli ve giderek artan bir sorun olmaya devam etmektedir. Çatışma kültüründen beslenen, kadına, çocuğa, hayvana, doğaya yönelik şiddetin had safhaya ulaştığı, ölümün adeta kutsandığı ve şiddetperest olma yolunda hızla ilerleyen toplumlarda sağlık çalışanlarının da bu şiddet dalgasından payını almaması elbette düşünülemezdir.

 

Aile ortamı ve okullar dahil olmak üzere genel olarak kamusal alanda meşrulaşan şiddet olgusu ise sorunların hem toplumsal hem de bireysel bazda çözülmesi için bir araç haline dönüşmektedir. Yeri geldiğinde hekimin tuvalete veya yemeğe gidişi gibi fizyolojik bir ihtiyacı, yeri geldiğinde de başka bir hastaya bakarken diğer hastayı bekletmesi sağlıkta şiddetin nedeni olabilmektedir. Ülkemiz özelinde bu durum adeta kendi tercih ve istekleri ile şiddet uygulayan bir kitle yoluyla giderek toplumsal bir gerçeklik haline dönüşen ve en tehlikelisi de sıradanlaşan bir olgu olarak gündelik yaşamımızın bir parçası haline gelmiştir. Sağlıkta şiddetin dünya genelinde ve ülkemiz özelindeki nedenlerini aşağıda incelemeye çalışacağız.

 

Hekimliğin Sıradanlaştırılması

 

Tarih boyunca saygı duyulup statü sembolü olarak görülen hekimlik mesleğine aynı zamanda bir kutsiyet atfedilmiştir. 20’nci yüzyılın ikinci yarısından başlayarak günümüze kadar tıp giderek endüstrileşmiş, sağlık ise alınır satılır bir meta haline gelmiştir. Bu endüstrileşme, hekimlik mesleğini sosyal, psikolojik ve ekonomik olarak yeniden tanımlamıştır. Hekim-hasta arasındaki ilişkiyi kökünden değiştiren bu yeni durum, hekimin hem mesleği hem de hizmet verdiği kitle ile arasına mesafe girmesine ve aralarında ciddi iletişim kopuklukları oluşmasına yol açmıştır. Hasta ve hekim arasındaki doğal ve insani ilişki adeta karşılıklı olarak otomatikleşmiş bir sürece dönüşmüştür. Hekimlik mesleğinin kendine has bilgi, birikim, teorik ve pratik yükü hekimleri tüm toplumlarda otorite sahibi hale getirmiş ve karar mekanizmalarında önemli bir pozisyona sokmaya başlamıştır. Endüstri ve siyaset kurumu otorite paylaşımını doğaları gereği kabul etmeyecekleri ve mesleki özerkliğinin fazla olmasının sermaye tarafına getireceği ek mali yükü azaltmak için uzun yıllara sair politikalarla hekimlik mesleğini sıradanlaştırma yoluna gitmişlerdir. 

 

Hekimliğin yoğun bir emek sonrası kazanılan tecrübe, mesleki eşsizlik ve otoritesine yönelik en büyük darbe bu politikalarla vurulmuş ve performansa dayalı ödeme dahil olmak üzere geliştirilen farklı ödeme sistemleri ile hekimlerin yaşanan ve yaşanacak süreçlere itiraz etmemeleri ile karar mekanizmalarına katılımlarının engellenmesi hedeflenmiştir. Hekimlere insanların ödediği vergiler yoluyla yüksek ödemeler yapıldığı algısı medya yoluyla topluma sürekli servis edilerek vatandaş adeta hekimlerin işvereni pozisyonuna bilinçli olarak getirilmiştir. İşin acı tarafı bu algının başka meslek gruplarına yönelik hiç gündeme getirilmemesi ve hekimlerin de vergi mükellefleri olduklarının unutulması olmuştur.

 

Toplumun önünde yaşanan bu gelişmeler, insanların gözünde hekimlik algısını yerle yeksan etmekle kalmamış sıradanlaşan hekimlik mesleğini hedef haline getirmiştir. Öyle ki 20-30 yıl kadar önce tıp fakültesi öğrencilerine toplum tarafından gösterilen saygı bugün o öğrencilerin hocalarına gösterilmemeye başlanmıştır. Ülkemizde özellikle son yıllarda hasta memnuniyeti ile hekimlik ve mesleğin saygınlığı, gelişmiş dünyanın aksine ters orantılı gitmeye başlamıştır. Sonuç olarak sistem, sağlığın alınıp satılabilen bir ürün haline gelmesine müsaade ederken sağlığa erişebilme ile iyi bir sağlık hizmeti alma hakkının aynı anlama gelmediği ve aslında bu kadar kolay bir şekildeki erişim ile sağlığın tüketilmesinin bir süre sonra paradoksal olarak sağlık hizmetlerinin niteliksizleşmesine, sosyoekonomik düzeyi yüksek olanların ise özel sektörden sağlık hizmeti satın almasına neden olmuştur.

 

Hekim-Hasta İlişkisinin Dönüşümü

 

Özellikle gelişmiş ülkelerde bilgiye ulaşma ve dijitalleşme ile sağlık okuryazarlığı açısından güçlü hasta döneminin başlaması hasta-hekim ilişkisinin yıllar içindeki değişimini tetikleyen önemli bir etmen olmuştur. Yüzyıllar boyunca hekim odaklı seyreden karşılıklı etkileşimde ‘bilgi sahibi olan otoritenin de sahibi olur’ ilkesi hekim-hasta ilişkisinin temel belirleyici faktörü olmakla beraber bilgi ve teknoloji çağını yaşayan modern dünyada bu ilişki aynı zamanda paternalist bir formdan partnerlik formuna geçiş göstermiştir. Hastanın rahatsızlığı ile ilgili olarak teorik açıdan bilgili olması, gelişmiş toplumlarda hasta ve hekim açısından avantaj sağlarken gelişmekte olan toplumlarda avantaj sağlayabilmenin yanında çatışmanın da kaynağı olabilmektedir.

 

Tıbbi bilgiye ulaşmanın kolaylaşması sonrasında hekime ait olan tıbbi bilgi tekeli kırılmaya ve hekim-hasta ilişkisi de değişim göstermeye başlamıştır. Hekimlerin bilgiye dayalı otoritesi sarsılıp bunun yanında ‘hasta yoktur hastalık vardır ilkesi’ de sistem tarafından dayatıldıkça hekimler algoritmaları yerine getiren uygulayıcılara dönmeye başlamışlardır. Temelinde hiyerarşi olan bir ilişkiden işbirliği içeren bir ilişkiye geçmek süreç, emek ve kültürel bakış açısının olmazsa olmaz olduğu bir olgudur. Popülist siyasetler sonucunda kendinde sağlık sistemini sınırsızca kullanım hakkı gören bazı kişiler, dijital ve sağlık okuryazarlık seviyeleri de yeterli olmayınca internetten veya çevrelerinden öğrendikleri yarım yamalak bilgiler ile hekimin karşısına çıkıp bir süre sonra tıbbi sürece müdahil olmaya ve süreci yönlendirmeye çalışmakta ve bu durum sıklıkla hekim ile aralarında çatışmaya evrilebilecek bir ilişki ortaya çıkarmaktadır.

 

Hastaların Sosyokültürel Seviyesi

 

Ülkemizde sağlıkta şiddete yol açan en önemli nedenlerden bir diğeri ise hastaların sosyokültürel seviyesidir. Bu durum şiddetin şeklini de etkilemektedir. Sosyokültürel seviyesi yüksek olanlar daha fazla sataşma ve sonrasında sözel şiddete başvururken problem gördükleri bir konuda daha çok şikâyet mekanizmalarını devreye sokmaktadır. Sosyokültürel seviyesi düşük olanlar ise doğaları gereği şikâyetlerini sözlü dile getirmek yerine fiziksel güç gösterisi yapmaktan kendilerini alamamaktadır.

 

Şiddet ile ilgili yapılan birçok çalışmada yoksulluk ve şiddet arasındaki bağlantı ise uzun yıllardan beri bilinmekle beraber şiddetin sadece yoksulların tekelinde olmadığını belirtmek gerekir. Bu bağlamda ülkemizin içinden geçtiği ekonomik durumun şiddet olgusunu artırabileceğini ve sağlıkta şiddeti daha fazla yaşama olasılığımız olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Yine ülkemiz özelinde çok ciddi bir sorun olan toplumsal kutuplaşmanın ve genel olarak yaşanmakta olan gerginliğin azaltılması, şiddeti azaltacaktır. Bunların yanında toplumsal ve ahlaki değerlerde yaşanan erozyon, bireyler arası saygı yitimi, dayanışma kültürünün azalması, aşırı şehirleşmenin getirdiği benliğe yabancılaşma olguları gibi daha birçok neden bireyleri şiddet sarmalının içerisine itmektedir.

 

Yeri gelmişken özellikle mesleğinin başlarında olan hekimler üzerindeki bir diğer olumsuz durumu açıklamak gerekir. Taze doktorların atandıkları daha küçük yerleşim birimlerinde o yerin ileri gelenleri, siyasi parti teşkilatları, mülki amirler gibi birçok gruptaki insanın “Sen benim kim olduğumu biliyor musun” diye başlayan sağlıkla ilgili bitmez tükenmez taleplerinin oluşturduğu psikolojik şiddet artık sıradanlaşmıştır.

 

Popülist Söylemlerin Sağlıkta Şiddete Katkısı

 

Sağlıkta şiddet ile siyaset kurumunun uygulamaları arasında da yakın ilişki vardır. Popülist söylem ve uygulamalar sağlıkta şiddetin oluşmasına zemin hazırlayabilmektedir. Popülizm yapısı gereği elitizm karşıtı bir söylem üretmekte ve bu söylem zaten hekimleri geçmişten gelen şartlanmışlık ile elit bir kitle olarak gören halk nezdinde karşılık bulmaktadır. Mağdurun kimliği şiddete bakış açısını değiştirmektedir. Hekimlerin hasta ile ilişkilerindeki bilgi temelli asimetrik ilişki ve elitist olduklarına dair geçmişten günümüze gelen toplumsal bakış açısı, mağduriyetin önüne geçmekte ve hekimlerin uğradığı şiddetin toplumun büyük kesiminde dikkate alınmamasına neden olmaktadır. Bundan dolayı hekime yönelik şiddet olgusu kamu vicdanında çok fazla yer bulamamakta ve bu duruma tepki gösterenlerin birçoğu da yakını veya tanıdığı sağlıkçı olan insanlar olmaktadır.

 

Sağlıkta şiddet ülkemizde popülist söylemlerin katkısı ile hızla bir davranış kalıbı haline gelmektedir ve toplum başka kurumlardan beklemediği şişirilmiş beklenti ve talepleri sağlık sisteminden bekler hale gelmiştir. Hekimleri topluma şikâyet eden ve sözüm ona bu şikâyeti yaparken daha önceki yıllarda sağlık sistemi ve bazı hekimlerden dolayı yaşanan birtakım mağduriyetler üzerinden muhalif bir dil oluşturmak, bir süre sonra hitap edilen kitlenin bu söylemi satın almasına ve öfkesini hekimlere yöneltmesine neden olmaktadır.

 

Sınırsız Şikâyet Hakkı

 

Şiddetin bir başka önemli nedeni ise şikâyet etme kültürünü içselleştirememiş kitlelere ülkemiz özelinde kurulan SABİM adlı kuruluş ile sınırsız şikâyet etme hakkı tanınmasıdır. Bu durum hekimler üzerinde ciddi bir psikolojik baskı oluşturmakta ve aynı zamanda hekimin toplum gözünde olabildiğince dokunulabilir bir meslek grubunun mensubu olduğu izlenimini vermektedir. Bu cümleden hekimlerin şikâyet edilemez olduğu ve yaptığı işlemler nedeniyle sorumsuz olacakları anlamı çıkarılmamalıdır ancak SABİM şikâyetlerinin maksadını aştığı ve bu kurumun revize edilmesi zorunluluğunun ortaya çıktığı açıktır.

 

Sağlıkta tüketim kültürünün neredeyse sistem tarafından özendirilip artırılması -ülkemizde sevk zincirinin olmaması buna en güzel örnek olacaktır- sağlıkta şiddetin önemli nedenlerinden biri olmakla beraber oluşan bu kültür, sağlığın bir meta olarak algılandığı günümüzde hekimleri ve sağlık sistemini de aşırı derecede tüketmektedir. Sağlık sistemini, toplumun bu kadar özensiz kullandığı başka bir ülke daha olmaması bir yana sistemin yine bu kadar özensiz kullanılabileceğini gören birtakım insanlar hekimleri de aynı şekilde kullanabileceklerini düşünmektedirler.

 

Popülist söylemler sonrasında hasta gibi değil de memnuniyet bekleyen müşteri modunda, emre amade bir şekilde tüm sağlık sisteminin kendilerini beklediğini düşünen bir kitle söz konusudur. Hastanelerde sıra bekleyen onlarca insandan tutun fiziksel imkânlara kadar hayatın gerçekleri ile karşılaştıklarında dünyaları başlarına yıkılan bu kitle, öfke ile hareket etmeye başlayıp bu öfkelerini çalışanlara yöneltmektedir. Yapılan birçok çalışma şiddetin kamu sektöründe, özel kurumlardan daha fazla olduğunu göstermektedir. Bunun en büyük nedeni ise popülist söylemler sonrasında bu söylemlerden etkilenen insanların kendilerini sağlık kuruluşlarının ve dolayısıyla da hekimlerin sahibi gibi zannedip o şekilde davranmalarıdır. Bir süre sonra bu yaşananlar hekimlerin tükenme sendromuna daha kolay girmesine, hasta ile hekim arasındaki ilişkide erozyona yol açmakta ve akabinde şiddete zemin oluşturmaktadır.

 

Medyadaki Şiddet Dili

 

Sağlıkta şiddetin ülkemizdeki en önemli nedenlerinden bir diğeri ise medyada bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde hekim karşıtı yayınların sıklığının fazla olmasıdır. Genel olarak medyadaki şiddet dili ve görseller şiddeti normalleştirmekle kalmayıp toplumun geneline yayılmasına da yol açmaktadır. Televizyon dizilerindeki hastane ve hekim sahnelerinde ciddi tıbbi danışmanlıkların alınmaması ve bu sahnelerin birçoğunda dizi karakterlerinin doktorlara karşı buyurgan bir dil kullanmaları, dizileri içselleştiren birtakım insanlarda bu dili kendilerine de hak görmeleri sonucunu doğurmaktadır. Yine hekim karakterlerin ön planda olduğu dizi ve filmlerde topluma verilen mesajlarda hekimlerin standartların çok üzerinde bir yaşam sürdükleri, pahalı arabalara bindikleri ve lüks evlerde oturdukları gösterilmekte ve hekimler toplumun ötekisi, bir nevi ‘biz ve onlar’ olarak resmedilmektedir. Gerçekte ise ülkemizde hekimlerin çoğunun yaşam standartlarının toplum genelinden farklı olmadığı hatta yeni mezun pratisyen ve asistan hekimlerin neredeyse yoksulluk sınırında yaşadıkları göz ardı edilmektedir. Dizileri seyretmeyip adeta yaşayan bir kitleye hekimler hakkında yanlış mesajlar verilmesi ve bu mesajların olduğu gibi kabullenilmesi, hekimlere karşı ciddi bir önyargı oluşmasını tetiklemekte ve hasta ile yakınları bu önyargılarını karşılarında gördükleri hekimlere yansıtmaktadır.

 

Sağlıkta şiddete başvuran kişiler incelendiğinde hastalardan daha çok hasta yakınlarının şiddete başvurduğu görülmektedir. Bu durumun en önemli nedeni, hasta yakınlarının hastanın evinden doktora ulaşana kadar yaşanan tüm süreçlerde olayın merkezinde olmasıdır. Bu merkezde olma durumunda, sisteme ait tüm sorunları hasta yakınları, hastalarına yönelik bir risk ve engellenme durumu olarak algılamakta ve oluşan öfkelerini ise sisteme ait otorite olarak değerlendirdikleri hekimlere yöneltmektedirler. Bunun dışında yapılan birçok çalışmada ve gündelik yaşam pratiklerimizde şiddete başvuranların çoğunun erkek olduğu gözlenmektedir. Bu durumu, ulaşamayacağı bir gruba veya mevkiye sistem eliyle saldırıp hem kendi içsel dünyasında hem de çevresine verdiğini düşündüğü kendini yüceltme/prestij mesajı olan aciz bir erilin sisteme olan öfkesini hekimin üzerinde gösterme isteği olarak görmek mümkündür.

 

Cezasızlık ve Yasal Düzenleme İhtiyacı

 

Şiddetin en önemli nedenlerinden bir diğeri de şiddete başvuranların şiddet uygulamasının önüne geçebilecek caydırıcı nitelikte bir ceza almayacaklarını düşünmeleridir. Elbette hiçbir yerde şiddet olmasın ancak adliyedeki bir hâkim veya savcının kapısını kıran bir kişi 10 ay ceza alabilirken bir hekimin kafasını kıran kişinin elini kolunu sallayarak sokakta dolaşabiliyor olması, tüm hekimlerin kalbini kırmakta ve vicdanlarını yaralamaktadır. Bu konuda artık verilen sözler tutulmalı ve sağlıkta şiddete yönelik gerçek anlamda etkin yasalar hayata geçirilmelidir. Yasal mevzuatların değiştirilmesinin yanında sağlıkta şiddetin önlenmesine yönelik farkındalıkların oluşturulması aciliyet arz eden bir diğer önemli konudur.

 

Amaçları insanları sağlıklarına tekrar kavuşturmak ve yaşam kalitelerini artırmak olan hekimlerin bu denli şiddet ve şiddet tehdidi ile iç içe yaşamaları, içinde bulundukları topluma yabancılaşma, sorunlara kayıtsız kalma, hastalarına korku ve tepkisellikle yaklaşma ve mesleki tatminsizlik ile sonuçlanmaktadır. Sürekli şiddet riski altında olan hekimlerin duygu durumlarının bu denli değişken hale gelmesi ise sadece hekimlerin değil aslında en çok da hastaların sorunudur. Hekimin mesleğini icra etmesini şiddet yoluyla engelleme hem hekimlerin hem de hizmet almayı bekleyen diğer hastaların haklarını ihlal etmektedir. Şiddete uğrayan bir hekim sonraki meslek yaşamında daha güvensiz bir şekilde çalışmakta, karşısındaki hasta veya yakınına potansiyel şiddet uygulayacak bir birey gibi bakabilmekte ve hastası ile daha iyi bir iletişim kuramamaktadır.

 

Sağlıkta şiddet etkin, erişilebilir ve nitelikli sağlık hizmeti almanın önündeki en büyük engellerden bir tanesi olup aynı zamanda hekimin adanmışlık duygusunu öldürmekte ve nitelikli birçok sağlık çalışanının mesleği bırakmasına kadar giden en büyük etkenlerden biri olmaktadır. Şiddete uğrayan bir hekimin defansif tıp anlayışına daha yatkın hale geldiği ve çok fazla sorumluluk almak istemeyeceği açıktır. Güvenli hizmet alımı hastaların olduğu kadar, güvenli hizmet sunumu da sağlık çalışanlarının hakkıdır. Hekimler arasında içinde bulunduğu koşulları değiştiremeyenler, sonucu değiştiremeyeceğini düşünüp arka planda pasif agresif bir direnç göstererek verimini düşürecek, koşullarını değiştirebilme yönünde irade koyanlar ise çekip gidecektir. Bu yönüyle de sağlıkta şiddet ciddi bir halk sağlığı sorunu olacaktır.

 

Hekimlerin Artan İş Yükü

 

Ülkemizde sağlık kuruluşlarına başvuru sayıları son yıllarda ciddi şekilde artmıştır. Bu artışa paralel olarak yeni yapılan sağlık kuruluşlarının da sayısı artmakla beraber mevcut durum itibarıyla talebe yetiştirilebilmesi mümkün değildir. Aşırı talep, hekimlerin çalışma saatlerinde ve iş yükünde ciddi bir artışa yol açmış ve bu çalışma süreleri dünya standartlarının üzerinde seyretmeye başlamıştır. Sağlık kuruluşları ve hekimlerin bu artan talebe yetersiz kalma durumu sonucunda ortaya çıkan kısa muayene süreleri, süre kısıtlılığından dolayı bilgilendirmelerin uzun ve açıklayıcı olamaması, hastalar için uzun bekleme süreleri gibi nedenler hasta ile hekimi direkt olarak karşı karşıya getirmekte, hastalar ihmal edildiğini düşünmekte ve bu durum sağlıkta şiddete zemin hazırlamaktadır.

 

“Kutsal Bir Vazife” Olarak Görülen Hekimlik Mesleği

 

Hastaların hatta insanların gözünde hekimlerin yaptıkları iş dışında kendilerine ait bir yaşamlarının olmadığı ve bu mesleği profesyonel olarak değil de tamamen kutsal bir vazife edinmişçesine yapmaları gerektiği şeklinde bir bakış açısı mevcuttur. Bugün bile hekim camiası birçok kişiden “Bu işi para için mi yapıyorsunuz, işiniz kutsal bir iş” cümlelerini sıkça duymaktadır. Dolayısıyla işin günümüzde profesyonelce yapılmasını kabullenemeyen bir kitle ile de karşı karşıya kaldığımız açıktır. Hekimlik mesleğini profesyonellik bağlamında değerlendirmeyen ve hekimden tam bir adanmışlık bekleyen insanlar profesyonel bir yaklaşım karşısında öfkelenmekte ve bunu şiddete dönüştürmektedir. Artık ülkemizde de gelişmiş dünyada olduğu gibi hekimliğin tamamen profesyonelleşmesi ve insanların da bunu kabullenmesi gerekliliği açıkça ortaya çıkmıştır.

 

Çalışma Koşullarının İyileştirilmesi

 

Şiddet olayları en sık hasta sayılarının her yıl katlanarak arttığı ve neredeyse ülke nüfusunun iki katı sayıda başvurunun olduğu acil servislerde meydana gelmektedir. Bu başvuruların çoğunu acil bir durumu olmayan poliklinik hastaları oluşturmaktadır. Özellikle acil servislerde bakılan hasta sayılarının fazlalığı ile şiddet arasında doğrudan bir ilişki olduğu açıktır. Acil servislere gereksiz başvuruların azaltılması yönünde atılacak adımlar, şiddetin de azalmasına yol açacaktır.

 

Ülkemizde sağlıkta şiddetin bir diğer önemli nedeni olarak gözden kaçan bir konudan burada bahsetmek yerinde olacaktır. Tecrübe eksikliği, meslekte tecrübe kazanmış olan meslektaşlarına göre daha fazla olan tıp fakültelerinden yeni mezun hekimlerin birçoğunun ilk atandığı yerler acil servislerdir. Yeni mezun doktorların ilk çalışma yerlerinin acil servisler olmasının adeta yüzme bilmeyen bir insanın suya itilip yüzmeyi öğrenmesini beklemekten bir farkı olmadığı çok açık olup bu politikanın revize edilmesi veya değiştirilmesi sağlıkta şiddetin önlenmesi açısından atılacak önemli adımlardan bir tanesidir.

 

Yine ülkemizdeki hastanelerde yaşanan bir diğer önemli problem ise sağlık personelinin yerlerinin çok sık değiştirilmesidir. Örneğin yıllarca yoğun bakımlarda, acil servislerde veya cerrahi servislerde çalışmış deneyimli bir hemşire, çalıştığı birimlerden çok alakasız bir başka birime farklı nedenlerle geçebilmekte ve bu da yıllarca edinilmiş tecrübelerin boşa gitmesine neden olmaktadır. Bu durumun önüne geçmek için bu tarz kritik yerlerde çalışan tecrübeli sağlık personelinin çalışma koşullarını iyileştirmek önem arz etmektedir.

 

Sonuç olarak, bir zamanlar sağlık sistemlerinin öznesi konumunda olan hekimler bu sistem içerisinde giderek nesne konumuna düşürülmekte ve özne olmanın bedelini ise şiddet görme, tükenmişlik, ekonomik yetersizlik, mesleki tatminsizlik ve itibarsızlaştırılma ile büyük bir hayal kırıklığı olmak üzere en ağır şekilde ödemektedirler.

İLGİLİ YAZILAR

Üsküdar’ın Karnı ve Kültürel Yaşam

PERSPEKTİF’TE 2022

Elindeki geniş olanaklara rağmen -hep iddia ettiği- kendine has muayyen bir hayatı yaratmaktan yoksun, tüketime ve rant ekonomisine sıkışmış, değer üretme hususunda bitkin bir kesimin mekânı olarak Üsküdar, bugün İslamcı camiadaki fikirsiz ve apolitik kültürel yaşamın en iyi gözlemlendiği yerlerden biridir.

Üsküdar’ın Karnı ve Kültürel Yaşam

“Sizlersiniz bu anı ışıklarla Türk eden

Eksilmesin şu mutlu şafaklar bu ülkeden!”

Yahya Kemal

 

Şehrin Karnı ve Estetik

 

Epigraftaki beyit Yahya Kemal’in “Üsküdar’ın Dost Işıkları” şiirinden. Şair, İstanbul’un fethini gören bu mübarek beldeyi her fırsatta takdis eder. Ona göre bu anı, yani fethin ulu rüyasını hatırlatan Mayıs rüzgârının dokunuşunu Türk eden, İstanbul’un kendisi değil ama karşıdan izlediği Üsküdar’dır: “Etrafı okşuyor Mayıs’ın taze rüzgârı / Karşımda köhne Üsküdar’ın dost ışıkları”. Bu semt Müslüman Türk İstanbul’unun teminatıdır. Bununla birlikte şairin başlığa taşımadığı “köhne” sıfatı dikkat çekiyor. Elbette bu köhnelik, mesela bir Beyoğlu’nun veya Moda’nın kurumu karşısında, bir erdemi temsil ediyor. Nazım Hikmet’in deyişiyle kendi elinin hünerini kendinden bile gizleyen çalışkan, namuslu, yiğit ama yarı aç yarı tok insanların hanesini. Yahya Kemal’in dünya ve ahiret vatandaşım dediği Üsküdarlılar. Handiyse bir asrısaadet nostaljisi taşıyan bu Üsküdar imajının bir süredir İslamcı iktidarın soyut bir gelecek tasarımıyla tebdil edildiğine şahit oluyoruz. Köhne Üsküdar’dan janti (gentille/gentry) Üsküdar’a hızlı bir geçişi izliyoruz her gün.

 

Dücane Cündioğlu bir dönemde Hürriyet gazetesinde yazdığı “Cumhuriyet Dindarlığının Trajedisi” yazısında İstanbul’un muhafazakâr ilçeleri Eyüp, Fatih ve Üsküdar için “hazdan ve zevk ilkesinden uzakta üç kadim belde” ifadesini kullanır. Şehirli yaşamın izlerinin silindiği bu ilçeler “düşünce ve sanat, yani kültür, yani neşe[nin]” artık uğramadığı uzamlardır. Kadıköy, Beyoğlu, Beşiktaş gibi kitapçıların, sinemaların, tiyatroların, kafelerin, restoranların ve çeşitli eğlence mekânlarının diri ve canlı hayatının aksine arzunun ve aşkın kaybolduğu semtlerdir.

 

Elbette bu Fatih-Harbiye ikiliğinin tarafları ne tasvir edildikleri kadar iyi ne de kötüdürler. Bugünden şikâyetimiz bizi geleceğin ütopyasına götürmeli, geçmişin nostaljik retrotopyasına değil. “Old laik days” ancak bir Lazarus refleksi olduğu ölçüde güzel görünebilir, yani bir hortlak ne kadar güzel olabilirse. Cündioğlu’nun dediği gibi yaşamı savunacaksak bundan geri düşemeyiz. Eğer kitapçılar ve kafeler Cündioğlu için yeterliyse sanırım bugün çok mutlu olmalı. Çünkü Eyüp ve Fatih olamasa da Üsküdar bugün bu konuda AKP iktidarının simge kültürel bölgesi olmaya namzettir. Fatih de bir imkândı, fakat muhtemelen bu ilçenin yaşadığı demografik değişiklikler, sınıf düşme durumu ve tüm bunlara bağlı olarak yaşanan kültürel dekadans Üsküdar’ı öne çıkardı. Ayrıca Üsküdar’ın Beşiktaş’ın karşısında olması, Kadıköy’le komşu olması da belirleyici olabilir. Diğer taraftan Kuzguncuk, Çengelköy, Beylerbeyi gibi yeni muhafazakâr orta sınıfların huzurlu hissedebileceği bir hinterlanda da sahip. Bu noktada neden Üsküdar öne çıktı, Fatih ve Eyüp nelerden mahrumdu ki Üsküdar bunları vadetti sorusu akla geliyor.

 

Üsküdar tarihsel olarak daha müsamahakâr bir İslam’ın güçlü olduğu bir bölge. Buradaki tekke ve dergâhların yönelimleri, Fatih ve Eyüp’tekilerle kıyaslandığında daha makul ve geçişken bir karakter arz ediyor. AKP döneminin okumuş sınıfı ve sermayedarları yeni bir uzamın peşindeydi, zarif ve dinen makbul bir uzamın. Üsküdar havalisi zarif ve makbulü kaynaştıracak bir potansiyeli taşıyordu. Bugün eğitimli muhafazakârların elinde yeni bir uzama dönüşmesinde bu tarihsel bakiye de etkilidir diye düşünüyorum.

 

Uzun yıllar süren bu durum Üsküdar Belediyesi’nin “nevmekân” projesinde ismini bulmuştur. Bu bir nevmekân arayışının ismidir. Üsküdar muhafazakâr kültür zümresinin yeni mekânıdır. Kültürel burjuvazi kendi suretinde bir Üsküdar kuruyor. Bu kültürel strateji çerçevesinde mekân üretimi devam etmektedir. Fatih’in siyasal İslamcılığın tarihinde tuttuğu yerden Üsküdar’a doğru yaşanan sınıfsal, toplumsal hareketle İslamcılık siyasal statüden kültürel statüye geçmiştir. Yeni kültürel statünün mekânı olarak Üsküdar, her mutenalaştırma girişiminde olduğu gibi, yerleşik sınıfları (klasik muhafazakâr sağcılığın toplumsal tabanı esnafları, bürokrasi-burjuvazi koalisyonuyla yerinden ederek) tasfiye etmektedir. Benzer bir gelişmeyi aslında Taksim’den Kadıköy’e taşınan seküler kültürel burjuvalar gerçekleştirmiş, Kadıköy’ü hızlıca mahalleden anonim mekâna dönüştürmüştür.

 

Yeni muhafazakârlık eski tabanını tasfiye ederek yol alıyor. Cemaat yaşamının organik mahallesine toplum yaşamının evrenselini taşıyor. Cemiyet yaşamının Üsküdar’ının inşasında buna göre bir dizi adım atıldı. Mesela muhafazakâr sermayenin en önemli üniversiteleri ilkin Üsküdar’da kuruldu. Artık bu vaziyet değişse de bir zamanlar Şehir Üniversitesi, 29 Mayıs Üniversitesi, Ticaret Üniversitesi ve Üsküdar Üniversitesi bu ilçeyi canlı bir öğrenci nüfusunun ikameti yapmıştı. İstanbul’a yeni gelmiş, şehir yaşamını burada tanımış, sosyalleşme süreçlerini Üsküdar’da tamamlamış pek çok yeni okumuş, bugün -isteyerek veya kendiliğinden- iktidarın kültürel uzam projesinde yer almıştır. Bugün bu mezunların işlettiği veya müdavimi olduğu yeni, eğitimli muhafazakâr estetiği yansıtan ikinci ve üçüncü mekân kategorisindeki pek çok işletme vardır.

 

Üsküdar’daki bu değişim Kuzguncuk ve Çengelköy gibi Boğaziçi kültürünün eski köylerinde de eşzamanlı etkilidir.[1] Geleneksel esnaf semtten çekiliyor ve bunların yerini ya AKP’nin büyük burjuvazisinin yaptığı “nevçarşı” gibi dev bir alışveriş merkezi ya da anlık tüketimin teşvik edildiği kafeler, çikolata dükkânları, yeme-içme yerleri alıyor. Eski, görünüşte kirli, dağınık esnafın yerini modern, steril, makyajlı dükkânlar alıyor. O yüzden mesela sahaflar kapanıyor ama kitap kafeler açılıyor. Böylece bir taraftan rant alanı yaratılırken diğer taraftan kültürel dönüşüm sağlanıyor. Üsküdar Belediyesi’nin “prestij cadde” projesinin ismi dahi bunu imler. Nihayetinde bir Asmalı Mescit değil ama muhafazakâr bohemyanın mekânı olarak Doğancılar meydana geldi. Bir başka örnek Yeni Valide Sultan Camii’nin arkasındaki Uncular Caddesi’nin bir “gastronomi caddesi” olarak düzenlenmesidir. Bu proje Üsküdar belediyesinin sitesinde şöyle duyurulmuştu:

 

“Uncular Caddesi’nde yapımına başladığımız ‘Gastronomi Sokağı’ projemiz bir bütün olarak Balık Pazarı ve Selman-ı Pak Caddesi’nin çıkışına kadar Prestij Caddesi olarak devam edecek. Proje kapsamında caddedeki tüm binaların dış cephelerini yenileyip, balkonlarını çiçeklendirip, kaldırımlarını genişlettik. Üsküdar Belediyesi olarak şehir ve yaşam kültürüne katkı sunacak projelerimizden biri olan Uncular Caddesi, Anadolu ve Avrupa Yakası’nın en önemli geçiş merkezi olan Üsküdar’ın gastronomi noktası olarak bütün İstanbullulara hizmet verecek. Trafiğe kapalı olacak Uncular Caddesi yeme, içme kültürünün yeni adresi olarak hem mideye hem de göze hitap edecek.”

 

Üsküdar’da balıkçının ve ayakkabıcının yan yana duruşu, Mimar Sinan eseri bir camiin yanındaki kömür dükkânı, merdivenleri takip ederek üst üste binen evler, güya terbiyeli/şehirli gözlerimizin yadırgadığı bir manzaradır. Bunlar, on yıllardır yöneticilerin şehrin dokusunu kaderine bırakan plansızlığının ve kitlelerin sessiz bencilliklerinin kendiliğinden yarattığı bir keşmekeşti. Bu hayatın merkezinde belki medarı maişet ve maslahat vardı ama cami, tekke ve çarşının iç içe örgütlediği bir ruh hayatı da vardı, –mış diyelim. Yani hep ekmeğinin peşinde koşar görünen eski yaşam yine de bu semti murakabesiz ve zevksiz bir tüketim güdüsüne teslim etmemişti. Üsküdar’ın bugünkü estetik sterilizasyonu ise iktidarın yalnızca bir iştiha, bir susuzluk olarak giriştiği rant yatırımlarının üstünü örtmeye yaramaktadır. Üsküdar’ın karnı görünüşte beğeniye, fikre ve zevke tâbi şeyleri çiğneyip öğütmektedir.

 

Yukarıdaki alıntıda yerel yönetimin de teslim ettiği mutenalaşma, tüm peyzajın değişimini hedefliyor. Üsküdar’da balıkçıların geniz yakan kokusu, dar sokakların nemli ve kirli zemini, bu ekşi ve ıslak imaja eklenip birbirine karışan esnaf bağırışları gün geçtikçe geriye çekiliyor. Kahve ve çikolatanın iç kaplayan ılık kokusu, derli toplu reyonların ve çokluk piyasada birbirini süzen bakışların zemini kontrol etmeye gerek duymadan yürüdüğü yolların kaldırımları, orta sınıf tüketimin neşeli şıkırtıları ve şapırtıları duyuları besliyor. Görme, işitme ve dokunma algılarında keskin, yoğun ve nahoş şeyler hafif, taze ve temiz tarafından kovuluyor. Fakat üflenen bu taravetli ve lekesiz havanın örtmek istediği çürümüşlüğü görmemiz yine de mümkündür. Zira gastronomi ve prestij gibi sözcüklerin arkasında saklanan genel düşünce “midedir”. Emile Zola, kentin sebze halini konu ettiği Paris’in Karnı romanında bu şehri kalbi olmayan koca bir karın olarak tasvir eder. Paris, insanların faziletlerini ve zevklerini hazmeden bir karındır. Üsküdar’daki yeni kültürel yaşamı da buna benzetiyorum. Elindeki geniş olanaklara rağmen -hep iddia ettiği- kendine has muayyen bir hayatı yaratmaktan yoksun, tüketime ve rant ekonomisine sıkışmış, değer üretme hususunda bitkin bir kesimin mekânı olarak Üsküdar, bugün İslamcı camiadaki fikirsiz ve apolitik kültürel yaşamın en iyi gözlemlendiği yerlerden biridir.

 

Dergâh’ın da Taşınması

 

Türkiye’nin kültür alanında AKP dönemindeki siyasetine, iç ve dış göçe, sektörel ihtiyaçlara ve çevre sorunlarına bağlı olarak ekonomik ve demografik dönüşümü, büyük bir mekânsal çalkanmayı da beraberinde getirdi. Beyoğlu ve Cağaloğlu gibi eski kültürel bölgeler de hızla dönüşüyor. Özellikle bu iki semt matbuatın ve kitabın temerküz ettiği yerler olmaktan giderek uzaklaşıyor. Bunun karşısında ise Üsküdar örneğindeki gibi yeni kültürel mekânlar kuruluyor. Bundan neredeyse bir ay önce Üsküdar’daki muhafazakâr kültürel alanın dönüşümünü sembolik olarak taçlandıran bir hadise vuku buldu. Ötüken Neşriyat ile sağın en köklü ve önemli fikir mecralarından biri olan Dergâh yayınları merkezini Üsküdar’a taşıdı. Eskiden Kaknüs yayınlarının da olduğu Selami Ali Efendi Caddesi’nin Balık Pazarı’na çıkan tarafında, Horhor durağının hemen arkasındaki yeni yayınevinin adresi, Üsküdar’ın yeni muhafazakârlığın kültür semti olduğunu bir anlamda tescilliyor. Dergâh da nev-edaya uymuş, yayınevi binasının giriş katında 1727 adında bir kitap kafe açmış. Kafenin ismi muhtemelen Müteferrika matbaasının kuruluş tarihine atıfta bulunuyor. Dergâh böylece kendi hayali geçmişini de yansıtıyor. Türkiye’deki matbuat âleminin sıfır noktasına referans vermek, kendisini koyduğu yer bakımından çok semptomatik ve hayli iddialı bir jest görünüyor. Dergâh’ın önceki kitabevinin ismi “Ana” idi. Hem merkeziliği hem de anneliği, evi, ocağı çağrıştırıyordu. Sahiden kitabeviydi. “Kafe” gibi bir tanımlama, adı 1727 koyularak telafi edilebilir mi bilmiyorum. Elbette bu durum bir ad sorunu değil, lakin adın imlediği veya örttüğü şeylerin peşinden gidiyoruz.

 

Dergâh’ın selefi Hareket Yayınları ve Hareket dergisi 1966 yılında Nurettin Topçu’nun talebeleri tarafından kurulmuştu. Aşikâr olduğu üzere ismini de Topçu’nun hareket felsefesinden alıyordu.[2] Topçu’nun karizması ve fikirleri burayı muhafazakâr düşüncenin önemli bir merkezi haline getirmişti. 1975’te Topçu’nun vefatıyla bir yol ayrımına gelen ekip, 1976’da Dergâh Yayınları’nı kurdu. Bu dönemde Mehmet Kaplan’ın yönlendirmesiyle Tanpınar’ın yayın haklarını aldı. Yine Kaplan’ın kendisinin ve sonrasında talebelerinin kitapları Dergâh Yayınları’ndan çıktı. Orhan Okay’ın aktardığına göre hocası Kaplan, bu genç ekibin ruhunda tarihsel Dergâh dergisinin ruhunu görüyordu.[3] Belki bir zaman aynı adla dergiyi de diriltebileceklerini umuyordu.

 

Nitekim öyle de oldu. 1990 yılının Mart ayında Dergâh dergisinin ilk sayısı yayımlandı. Bana göre yeni Dergâh’ın en büyük başarısı kendini tarihsel Dergâh tecrübesinin varisi kılabilmesidir. Sadece ismen değil, tüm faaliyet alanında bunu üstlenmeye muvaffak olmuştur. Tanpınar ve Haşim gibi 1921-1923 arasında çıkan Dergâh’ın önemli yazarlarının eserlerini neşrettiği gibi, bu isimlerin eserleri ile düşünceleri hakkındaki eleştirel ve kuramsal üretimi teşvik etmiş, onların fikirlerini yenileyerek genç kuşaklarla bugüne taşıyabilmiştir. Millî Mücadele döneminde pozitivizmi ve geleneksel değerlerden kopuşu savunan modernleşme anlayışının karşısındaki evrimci tarih görüşünü himaye eden ve İslam’la mütecanis bir Türk milliyetçiliğini gözeten derginin bu tarihi perspektifi de benimsenmiştir.[4] Çağdaş Dergâh dergisi, 2016 yılında başlattığı bir uygulamayla tarihsel Dergâh dergisini birinci sayıdan itibaren transliterasyon ederek yeni sayılarla birlikte okurlarına hediye etmiştir. Böylece iki teşekkül arasındaki rabıtayı tekrar hatırlatmıştır.

 

Dergâh’ın günümüzün tartışmalarına etki eden atılımının ise 1990’daki dergiyle birlikte gerçekleştirdiğini söylemek sanırım abartı olmaz. Dergi başta İsmet Özel, Mustafa Kutlu, Ezel Erverdi, İsmail Kara olmak üzere Mustafa Özel, Beşir Ayvazoğlu, Orhan Okay gibi birçok ismi bir araya getirmiş, bugün edebi alandaki sayısız aktörün gençlik zamanlarındaki ilk mecrası olmuştur. İslamcı camianın kamusal fikri tartışmalarının en seçkin merkezlerinden biri olmuştur.

 

İşte bu sebeple bir kültür merkezi görevi ifa etmiş Ana Kitabevi’nin Üsküdar’da 1727 “kitap kafeye” dönüşmesi, İslamcılığın -deyim yerindeyse- bu amiral gemisi dergisinin yayın hayatının son bulması, yayınevinin son yıllarda dağılan neşriyat politikası gibi yakın tarihli olgular; sadece Dergâh hakkında değil, İslamcılığın kültürel yaşamı hakkında üzerinde düşünülmesi gereken ciddi konular olarak beliriyor. Bana göre bütün olguların birleşerek kavuştuğu sonuç, bunların fikirsiz kültürel yaşamın göstergeleri olduğudur. Kamusal tartışma ortamları ve entelektüel uzamlar olarak kitabevlerinin kafeye dönüşmesi, bu mekânların işlevini ve müdavimlerinin profilini, içerideki davranış kodlarını belirlemektedir. Yeni mekân fazlasıyla sterildir. Heidegger’in tabiriyle mesken değildir. İnsanların onu işlemesine, ortaya çıkarmasına izin veremez. Çünkü böyle kurulmamıştır. 1727 Kitap Kafe basitçe inşa edilmiştir. Herkesin aradığı kitapları satan havalimanı kitapçısından, bir kültür mekânı olmaktan ziyade depo işlevi gören üniversite kitapçılarından fazlası değildir. Üsküdar’da kahvemi içerken ihmalkâr bir gözle raflara bakabileceğim onlarca dükkândan biridir.

 

Derginin yayına son vermesi ise Dergâh’ın bugün bir veraset, daha doğrusu bir devir sorunu yaşadığını hissettiriyor. Tarihsel Dergâh’ı tevarüs edebilen Hareket sonrası Dergâh, 1990’ların fikir kalesi Dergâh, nasıl oluyor da bu yeniden üretimi gerçekleştiremiyor? Bunun öncelikle birkaç pratik fakat aslen önemli bir yapısal nedeni var. Mustafa Kutlu’dan Ali Ayçil’e, Ayçil’den şimdiki duruma gelirken bir yandan İslamcı camiadaki edebiyat yayıncılığının kanalları başka mecralara genişliyordu, diğer yandan artık akademik formasyonu önceleyen yeni kuşak entelektüeller üniversite etkisindeki dergilere yöneliyordu. Yani edebiyat alanında bir genişleme, toplumsal incelemeler konusunda ise akademikleşme ve üniversite ekosistemine bağlı uzmanlaşmış bir üretim standardı, eski dergilerin vasıflarını elinden almıştır. Dünyanın en büyük perakende kitap satış mağazası olan Amazon’un sahibi Jeff Bezos bir açıklamasında kitap satışının başına Amazon’un gelmediğini, geleceğin geldiğini söyleyerek kendi şirketinin yalnızca kaçınılmaz gidişatın bir aracı olduğunu ima etmişti. Bugün Türkiye’nin kültürel yaşamında ve Dergâh’taki değişimde bu pratik nedenlerin etkilerini yadsıyamayız. Bununla birlikte bugünkü fikirsiz kültürel yaşamın altındaki en büyük yapısal nedenin siyasi iktidarın kültür politikaları olduğunu unutmamak gerekir.

 

Dolayısıyla bu transformasyona götüren yapılanmayı açıklamak için, bir ara tartışma olarak, yeni edebi alanın konfigürasyonunu incelemek gerekir. Ya da bir soruyla devam edersek, Dergâh gibi muhafazakâr camianın fikir üretimine önemli katkılar vermiş bir derginin kapanması neyin alametidir?

 

Yeni Edebi-Kamusal Alan: Fikirsiz ve Apolitik Kültürel Yaşamın Platformu

 

Devlet ve piyasa. Ulusal edebiyatların teşekkülünde bu ikisinin, yani siyaset ve ekonomi arasındaki ilişkinin yapısı ve birinin yekdiğerine ağırlığı bu edebiyatların mahiyetini belirlemiştir. Yazınsal etkinlik alanı başta devletin baskın olduğu kuvvetli ideolojik kısıtlamalardan, piyasanın baskın olduğu ticari kısıtlamalara doğru yol almış ve bu ikisinin arasında bir koridorda çalışmıştır. Ulusal edebiyatları devlete ve piyasaya bağ(ım)lılıkları açısından gruplayabiliriz; tabii iki faktörün karşılıklı bağımlılığını akılda tutarak.[5] Tuncay Birkan, Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri kitabının bir bölümünü bu konuya hasreder: “Devlet ile Piyasa Arasında”. Birkan’a göre 1930-1960 arasında Türkiye edebi alanında yazarla devlet arasındaki protokollerin sona erdiği kademeli bir süreç yaşanmıştır. Bu durum bazı açılardan o kadar beklenmedikti ki Nurullah Ataç memur muharrirlerin istihdam edilmesini önermişti. İki etkin güç alanı arasında kalan Türk muharririnin bocalaması oldukça trajik hadiseler üretmiştir. AKP döneminde muhafazakâr Türk yazarının ve yayıncılığının devletle piyasa arasındaki konumlanması, en az erken Cumhuriyet dönemindeki kadar önemli ve incelenmeyi hak eden bir geçişi barındırıyor.

 

Siyaset ve ekonomi. Bugün Türkiye’deki edebi alan bu ikisinin bir elde toplandığı ve bile isteye sıkıştırıldığı dar bir koridordaki -iktidarın dilinden düşürmediği- kültür savaşının sahnelerinden biridir. Siyasi iktidar en yüksek mercilerdeki temsilcilerinin pek çok kez itiraf ettiği gibi üretim yoluyla ele geçiremediği kültürel iktidarı devletin baskı aygıtlarını ve bile isteye kötürüm kıldığı piyasanın ağırlaşan koşullarını kullanarak ram etmeye çalışıyor. Son zamanlardaki konser yasakları, ondan önceki üniversite kapatma davaları, ortaöğretim ve ilköğretim kademelerindeki devlet okullarının kalitesizleştirilmesi, muhalif yazarları ve kültür organlarını destekleyen iş insanlarını hapsetmek gibi daha birçok uygulama sayılabilir. Bunlar aynı zamanda AKP’nin kendi tabanını kenetleme amacı taşıyan kimlik siyasetinin de bir parçasıdır.

 

Diğer taraftan da son derece daralttığı kırılgan, öngörülemez ve iş yapılamaz ekonomi içerisinde farklı unsurların kültürel üretimi sekteye uğramışken, iktidarın devletin güvenli refah dağıtım sistemi içerisine aldığı sermayenin medya grupları kültürel alandaki bu geri çekilmeyi değerlendirmek üzere var gücüyle abanmaktadır. Mesela bu dönemde Türkiye’deki pek çok köklü yayınevinin yeni ve tekrar baskı sayıları önemli ölçüde azalmışken Turkuvaz Kitap ve Ketebe Yayınları geniş finansman imkânlarıyla piyasayı dönüştürmektedir. Ekonomi ve siyaset alanındaki oburluk kültürel alanda da aynı mantıkla işliyor; kolektif emek mülkleştiriliyor. Bu iki grup, 90’lı yıllardan günümüze kadar devam etmiş, siyasal mücadele yılları içindeki arayışların ifadesi olan yayınevlerini, yazarları, edebiyat dergilerini, şairlerini kendi tekeline alma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Butik pek çok dergiyi kendi bünyelerine katmışlar, kahramanlık yıllarının metinlerini kendi rantiyeci sermayesinin estetik meşrulaştırma işine koşmuşlardır. Geleneksel ideolojinin artık meşrulaştırma işlevi kalmadığından dinin yerini estetizmin ideolojisi alıyor. Bu yayınevleri ekonomik şartlar sebebiyle basılamayan telif ve tercüme birçok eski kitabın haklarını satın alarak kendi üretemediği kültürel kapitali diğerlerinin birikimini devşirerek telafi etmektedir. Aynı ekonomik ve politik iklim yeni telif eserlerin de bu potaya girmesini kolaylaştırıyor. Bu durum bahis mevzuu yayınevlerinin meşruiyetini onaylamakta ve uzun vadede -başlangıçtaki şiddeti unutturarak- liyakat kesp etmesine hizmet etmektedir. D&R ve İdefix gibi yapılar da bu sürecin dağıtımı noktasında çok faydalı hale gelmiştir.

 

İktidarın kültür siyaseti yalnızca karşı kampın zayıflatılmasını değil, aynı zamanda siyasi manada kendi bekasına bağladığı ve boyunduruk altına aldığı İslamcı camianın unsurlarını kültürel alanda da tekelleştirmeyi içermektedir. Edebi alanda muhafazakâr kesimin köklü yayınevlerinin onlarla özdeşleşmiş isimleri, yine ideolojik ve ekonomik baskı aletleri kullanılarak iktidarın istediği yerde toplanmaktadır. Ketebe Yayınları bu yöndeki saldırgan pazar hamleleriyle daha önce diğer yayınevlerinden çıkan kitapları bünyesinde toplamaya çalışıyor. Bu davranışının etik soruşturmalarını tek bir kelimeyle savuşturuyor: “Piyasa”. Çünkü piyasa ekonomisi buna izin veriyor. Bu cevabın gizlediği ve açık ettiği iki ayrı şey var. Birincisi, İslamcı zihnin -kendi camiasında iş yaparken- piyasayla ilişkisinin vardığı noktayı gösteriyor. İkincisi, sanki Türkiye’de siyasi ve ekonomik liberalizmin hâkim olduğu bir ortamda iş yaptığı illüzyonuna yaslanıyor. Hâlbuki yayıncılığı mecbur ettiği piyasa şartlarını oluşturan iktidarın organı olduğu gerçeğini gizliyor. Ayrıca, kendi yayınevleriyle çalışma teklifinin sadece ekonomik bir mesele olduğuna inandırmaya çalışıyor; bu teklifin politik implikasyonlarını kendi lehineyken -ister ikna ister baskı aracı olarak- serbestçe kullanırken, aleyhine olduğu zamanlarda piyasa kartını öne sürerek bu durumu örtbas ediyor. Aliya İzzetbegoviç ve Cahit Zarifoğlu diğer yayınevlerinden aldığı en meşhur isimlerden ikisi.

 

Muhataplarının titreyerek düşünmesi gereken bir durumla karşı karşıyayız. Kolektif bir tarihin, bin bir zahmet ve emekle biriktirilen değerlerin rantiyeci-burjuvazi eliyle soğurulması ve sömürülmesi dehşetengiz bir vakıa olarak görülmelidir. Bu durum Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması kitabında tarihsel kökenlerine dikkat çektiği iç talan mekanizmasının kültürel alandaki izdüşümü olarak görülmelidir.[6] Kültürel üretim devrimlerinin gerçekleşmesi yerine iç talan mekanizmasıyla rantiyeci kârlar elde etme alışkanlığı büyük bir tarihsel kapana işaret ediyor: “Niceliksel büyüme, niteliksel küçülme”. İktidarın kültür politikalarının aktörleri olmayı kabul etmiş neredeyse bütün bir okuryazar takımının kendiliğinden bu patronaj ağına yanaşması işini daha da kolaylaştırıyor. Bu durum kısa vadede zenginlik elde eden İslamcı yazınsal alanın uzun vadede tüm entelektüel kapasitesinin iflasıyla sonuçlanacaktır. Bugün değer üretme gücünü yitirmiş, kültürel kapitali tüketim alışkanlıklarıyla sınırlı, yükselen yeni toplumsal ve ideolojik hareketlerin anti-İslamcı tefekkürleri karşısında zihinsel reaksiyon göstermeye ne mecali kalmış ne de mesuliyet hisseden kültürel yaşam bu iflasın pişdarıdır. İslamcılar açısından en korkutucusu kültür savaşının kaybedilmesi değil, ortada kültür savaşımı verecek bir ethos’un bile kalmayacak olmasıdır.

 

Yukarıda ismi zikredilen yayınevlerinin siyasal eleştirisi de gereklidir ancak bu yazının kapsamını aşmaktadır. Şimdilik mülkü koruma güdüsünün muhakeme yeteneğine verdiği zarara, genelleşmiş (entelektüel) yeniden üretim krizine dikkat çekelim. 

 

Egemen ama Hegemon Değil

 

Siyasi ve ekonomik imtiyazlarla bütün bir kesimin kültürel yaşamını tekelleştiren ve patronaj altına alan siyasi iktidara teslim olan İslamcılık, kendine en büyük kötülüğü yaptığının farkında değil. Uzun yıllardır siyasi iktidarı elinde tutmanın getirdiği merkezileşme ve bürokratikleşme İslamcı entelijansiyanın perspektifini de devletleştirmiş, toplumdaki değişimlere bigâne ve müdahalede isteksiz kılmıştır. Hâlbuki dün “şair, memur olmaz” deniliyordu. İslamcı entelektüeller bugün devletin egemenlik güçlerini kullanarak hâlâ kültür savaşı verdiklerini sanıyorlar, fakat öte yandan aslında sivil hegemonyayı, rıza üretme gücünü, ikna ve çekim kabiliyetini -Cündioğlu gibi söylersek yaşam ve umut ilkesini- tamamen kaptırmışlardır. Hâlbuki muhafazakâr aydınlanmanın atılım yıllarında Kemalistler egemen ama İslamcılar hegemondu. Bugün ise İslamcılar egemen ama Kemalistler hegemon olma yolunda ilerliyorlar. Son zamanlardaki post-Kemalizm sonrası tartışması bunun en açık göstergelerinden biri. Toplum nezdinde Mustafa Kemal geri çağrılıyor ama kalpaklı, askerî üniformalı değil; sivil, seküler ve milliyetçi Mustafa Kemal yeniden üretiliyor. İslamcılığın hegemonya mücadelesini kaybetmesi ve sivil alanı yitirmesi, buna karşın Mustafa Kemal’in sivil taraflarıyla geri çağrılması birbiriyle her manada örtüşüyor.

 

Hegemonya kapasitesinin en büyük gücü geleneksel aydınları dönüştürme kapasitesinde yatmaktadır. 1950’lerle birlikte kurulmaya çalışılan yeni tarihsel blok, geleneksel aydınları dönüştürerek ilerledi. Necip Fazıl’lar, Cemil Meriç’ler, Kemal Tahir’ler, İsmet Özel’ler, Ayşe Şasa’lar bu gelişme dinamiği içinde dönüşerek İslamcı retoriğe büyük katkılarda bulundular. Hatta iddia edilebilir ki radikal Batı karşıtlığını, ihtida eden bu isimler oluşturdular. Fakat bugünün tarihsel hareketi “ihtidadan irtidada” doğrudur. Tarihi yarımadadan Büyükada’ya taşınan Dücanelerin, yani oryantalizm kritiklerinden oksidantalist reflekslere geçenlerin dönemi epey zamandır yürürlüktedir. Radikal Batı karşıtlığını nasıl ihtida edenler üretmişse bugün de radikal İslamcılık karşıtlığını “mürtetler” üretmektedir. Bu gelişme geleneksel İslamcı aydınların giderek muhafazakâr paradigma dışına çıkmalarına neden olmuştur. “Eski solcu” tipinin yerine “eski İslamcı” figürü geçmiştir. Dönüştürücüler dönüşmüşlerdir. Bu dönüşüm süreci seküler dünya görüşünün hegemonya kapasitesinin arttığını ortaya koymaktadır. İslamcı camiada bu dönüşüm tek tek aydınlar veya elitler temelinde psikolojik ve şahsi nedenlerle açıklanmaya çalışılıyor. Hâlbuki dönüşümün skalası bu durumun bireysel psikolojik bir olgu görülmemesi gerektiğini, tam aksine istatistiki boyutlarda bir aydın dönüşümünün yaşandığı toplumsal bir determinasyonu işaret etmektedir.

 

Hegemonya kapasitesini yitiren İslamcı entelijansiya egemenlik güçlerine dayanarak kurduğu euphoria’da yaşamaya devam ede dursun. Ayağının altındaki zeminin çekildiğinin farkında olmadığı gibi bu ideolojik krizi kendi eliyle hızlandırmıştır. Şehir Üniversitesi’nin baskı aygıtlarının dişleri altında öğütülmesiyle egemen kendi eliyle hegemonya kapasitesini yok etmiştir. Bugün bu mücadelenin bir cephesini de Boğaziçi Üniversitesi oluşturuyor. Boğaziçi’nde iktidarın atadığı rektörlerin yarattığı rahatsızlık protestodan polis şiddetine, öğrenci tutuklamalarına kadar pek çok hadiseye neden oldu. Neredeyse iki asırlık okulun kampüsüne ilk kez kolluk kuvvetlerinin postalı ayak bastı. Rektör kanunla atanmış ama bileşenler açısından meşru değil. Boğaziçi’ndeki süregiden durum, egemen olup hegemon olamamanın tam bir resmini sunuyor. Yasayla hakikat arasında bölünmüş delusional iktidarın Neron-vari kompleksleri Şehir’i yaktığı gibi Boğaziçi’ni de ateşe atıyor. Ancak yeni süreç Schmitt’ten ziyade Gramsci’nin de öneminin anlaşılacağı bir dönem olacaktır. Siyasi iktidar devri gerçekleştiğinde ve savaşı sürdürme imkânı veren egemenlik güçleri yitirildiğinde, fikirsiz kültürel yaşam akut bir kriz olarak kendini dayatacaktır. Bu imtiyazları kaybettiğinde elinde ne bir dünya görüşü, ne bir mecra, ne bir edebiyat ve düşünce merkezi, ne de yeni okumuş katmanları yönlendirebileceği entelektüel kadrolar kalacaktır. Hegemonya kaybı zaten bu kitlenin çoğunu başka tarafların çekim gücüne kaptırmıştır. Dolayısıyla İslamcılığı acil bir yeniden üretim sorunu beklemektedir.

 

Fikirsiz ve apolitik kültürel yaşam somut sorunlardan kaçışla karakterize oluyor. Gerçeklerden kaçış eski nesillerde metafizik düşünce patlaması biçiminde, yeni nesillerde ise estetik biçimcilik (ya da kültüralizm) olarak karşımıza çıkıyor. Fikirsiz, çünkü herhangi bir temel, kurucu, yapılandırıcı fikrin (İslamcılık) etrafında şekillenmiyor. Apolitik çünkü tarihsel gerçekliğe müdahale etme iradesini tamamen yitirmiş, kamusal entelektüel rolünün çok uzağına düşmüştür. Politik angajman krizini içi boş bir evrenselcilikle aşmaya çalışmak da beyhudedir. İlk etapta sosyal bilimsel ufuk tamamıyla yitirilmiştir. Ekonomi, siyaset, hukuk ve toplumsal alanlarda söz söyleme kudretini kaybetmiştir. Kemalist pozitivizmin metafizik yasağının çiğnenmesinden beridir meydana gelen metafizik patlama sosyal bilimin gerilemesiyle sonuçlanmıştır. Bununla paralel ilerleyen bir olgu da politik düşüncenin sefaletidir. İslamcı camiada Türkiye’ye bir grand strateji sunan kitapların (“stratejik derinlik”) yazılmasının üstünden çok yıllar geçti. Teorik, politik ve stratejik sefaleti bugünün metafizik enflasyonuyla birlikte düşündüğümüzde, dönemin muhafazakâr entelektüel krizine dair üzerine daha derinlikli düşünülmesi gereken bir tablo çıkıyor. Metafizik ayaklanma çağrısı bir teklif değil, bir kaçıştır. Vaktiyle “tehdit değil teklif” çağrıları yapılıyordu. Bugün ise iktidarın tehdidi, bu teklifi ortadan kaldırmıştır. Tehdidin altında bir teklif geliştirmenin de bir imkânı bulunmamaktadır. Egemenlerin gölgesinde bir hegemonya mücadelesi vermenin imkânı yoktur.

 

Sonsöz: “Gelecek Uzun Sürer”

 

Dönüşümlerin gerçekleştiği makro-politik ve ideolojik alana işaret etmenin akabinde yazının vesilesi olan konuya dönelim. Bu yazıda bir yandan muhafazakâr kültürel soyluların Üsküdar’ı nasıl dönüştürdüklerine, diğer yandan da sosyolojik dönüşümle aynı anda yaşanılan hegemonya bunalımına işaret edildi. İki ana mekanizma çerçevesinde bir taşınma hikâyesinin sancılı, çelişkili süreci anlamlandırılmaya çalışıldı. Bu yazı büyük oranda Dergâh’ın Üsküdar’a intikalinden neşet etti. Çünkü kanımca bu fiziksel değişim, hâlihazırda gerçekleşen total değişimin tebellür ettiği bir açıklık getirdi.

 

Dergâh’ın taşınması İslamcı kültürel yaşam hakkındaki fikirlerimin tamamlayıcısı oldu. Mekânsal yenilenmenin açık ettiği düşünsel değişimin izlerini, örneğin yayınevinin neşriyat gündeminde bir süredir takip ediyordum. Oswald Spengler’den Michel Foucault’ya doğru dönüşen yayın politikası esaslı bir farklılaşmanın ipucu olabilir. Batı’nın çöküşünden yeniden keşfine doğru yaşanan sorunsal kaymasına dikkat çekmekteyiz. Bu değişim Ana Kitabevi’nden 1727 Kitap Kafe’ye doğru gelişen mekânsal tasavvurla ahenklidir. Yayın politikasına muvazi olarak Dergâh’ın kurucu ve taşıyıcı kuşaklarının yeni estetik formun çizgilerine yabancı kalabileceklerini de söylemek gerekiyor. Toplumsal içerik ile geleneksel biçimler arasındaki eski organik denge bozulmuştur. Dergâh artık kitap kafe kültürüyle kültürlenmiş toplumsal katmanların mekânıdır. Dergâh’ın yeni mekânı Mustafa Kutlu’dan daha çok Dücane Cündioğlu’na hitap ediyor. Yeni nesil, yeni toplumsal içerik kendi biçimini, estetiğini, mekânını üretmektedir. Ancak bütünlüklü yeni bir fikre ulaşmak biraz zaman alacaktır. Bu itibarla, eski Dergâh devam edemezdi, yeni Dergâh ise kendisi kalamazdı. Eskilerin eskisi gibi yönetemediği, yenilerin ise henüz yönetimi devralamadıkları iktidar boşluğu, şekilsizleşme evresi uzun süreceğe benziyor. Ne de olsa “gelecek uzun sürer”.

 

__

[1] Hatta ilginç bir şekilde merkezde bir Kuzguncuklaşma ya da Çengelköyleşme eğilimi olduğu söylenebilir. Uncular Caddesi’nin yaşadığı tam da böyle bir şey. Buradaki durum bir dönem Tophane’nin yaşadığı mutenalaşmaya benziyor. Tophane’deki değişimin aksine Üsküdar’dakinin henüz bir tepki üretmemesi ilginç. Tophane’deki değişimde yaşam tarzı meselesi de belirleyiciydi. Alkollü mekânlar, sergi salonları semtin muhafazakâr sakinlerini kızdırmıştı. Üsküdar’daki dönüşümün muhafazakâr ve liberal ideolojileri mezceden yapısı, olası tepkinin önünde dizginleyici bir unsur olarak da düşünülebilir. Yani mutenalaşma, lakin muhafazakârlaşma yönünde bir mutenalaşma.

[2] Topçu’nun çıkardığı Hareket’in aralıklarla süren ilk üç devri, Dergâh’a evrilen dördüncü döneme göre çok sınırlı bir etkiye sahiptir. Bugün kültür tarihinde Hareket dendiğinde daha çok 1966-77 arasında Fikir ve Sanatta Hareket adıyla yayınlandığı dördüncü devir akla gelmektedir.

[3] Orhan Okay, Bir Hülya Adamının Romanı (İstanbul: Dergâh, 2010), 6.

[4] Abdullah Uçman İslam Ansiklopedisi’ndeki maddede şöyle özetliyor: “Müslüman Türk halkının Anadolu’da düşmana karşı canla başla sürdürdüğü mücadele bir ölüm kalım savaşıdır. Böyle bir durumda başarının sırrı, ancak vasıta olarak bir değer taşıyan sayı, ölçü, pozitif ilim ve teknolojide değildir. Yeni bir hayat hamlesinden doğacak olan başarı kemiyete karşı keyfiyetin, mekanizme karşı yaratıcı hamlenin zaferi olacaktır.” https://islamansiklopedisi.org.tr/dergah–dergi

[5] Gisele Sapiro, “The Literary Field Between The State and The Market”, Poetics 31 (2003), 442; Sapiro, Edebiyat Sosyolojisi, (İstanbul: Doğu Batı, 2014), 52.

[6] Bkz. İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması: Batılaşma (İstanbul: Bağlam, 1994), 44.

İLGİLİ YAZILAR

özgür ünlühisarcıklıoğlu

PERSPEKTİF’TE 2022

Türkiye, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali karşısında Ukrayna’yı destekleyen ancak Rusya’yı da açıkça karşısına almayan ölçülü ve ihtiyatlı pozisyonu ile bu savaşın kendisi için kısa vadeli faturasını minimumda tutmayı başardı. Ancak uzun süreceği artık belli olan bu sürece hazır olmak için Türkiye’nin dayanıklılığını artırması büyük önem taşıyor. 

1972 yılında dönemin Çin Başbakanı Zhou Enlai’ye “Fransız Devrimi”nin sonuçları sorulduğunda, “Henüz değerlendirmek için çok erken” cevabını vermişti. (Bu anekdotu zamanında öğrenmiş olsam, öğrenim hayatım boyunca sözlü sınavlar sırasında düştüğüm zor durumlardan kolaylıkla sıyrılabilirdim, bu taktiği kızıma öğretmeliyim.) Rusya’nın Ukrayna topraklarını işgal etmesinin üzerinden henüz 100 gün geçti. 100 günün, bir savaşın uzun vadeli sonuçlarını öngörmek için çok kısa bir süre olduğu elbette söylenebilir, ancak durum tespiti yapmak için elimizde yeterince veri var.

 

Bu 100 günün sonunda ne Rusya’nın ne de Batı’nın hedeflerine ulaştığını ve ikisinin de hedeflerine ulaşmasının kolay olmadığının ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Rusya, Ukrayna topraklarında “özel askeri operasyon” olarak adlandırdığı ancak gerçekte tam teşekküllü bir savaşın tüm özelliklerini taşıyan işgale büyük bir özgüven ve kibirle başladı. Ruslar, komedyen diye dalga geçtikleri Zelenski’nin liderlik sergileyemeyeceğini ve muhtemelen Ukrayna dışında bir ülkeye kaçacağını, Ukrayna ordusunun Rus askeri gücü karşısında dağılacağını, “zaten bir ulus olmayan” Ukrayna halkının direncinin kısa sürede kırılacağını ve bütün bunlar olurken Batılı ülkelerin güçlü bir karşılık veremeyeceğini öngördüler ve fena halde yanıldılar.

 

Zelenski güçlü bir irade sergiledi, Ukrayna ordusu ülkesini kahramanca savundu, Ukrayna halkı güçlü bir direniş gösterdi ve Batılı ülkeler savaşın başında Ukrayna’ya silah göndermenin doğru olup olmadığını tartışırken ilerleyen aşamalarda Ukrayna Ordusu’na Rusya’nın elindekilerden daha modern ağır silahlar sevk etmeye başladılar. Rusya, büyük kayıplar verdikten sonra, en azından şimdilik, Donbas dışındaki bütün cephelerden geri çekilmek zorunda kaldı.

 

Öte yandan işlerin tam olarak Batılı ülkelerin beklediği gibi gittiğini de söyleyemeyiz. Ukrayna’nın Donbas dışındaki Rus saldırılarını püskürtmesinde Batılı ülkelerin yaptığı silah yardımı büyük rol oynadı. Bunun dışında Türkiye hariç Batılı ülkeler Rusya’ya karşı yaptırımlar konusunda güçlü bir birliktelik sergilediler. Almanya ve İsveç başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi askeri harcamalarını artırma kararı aldı. İsveç ve Finlandiya ise tarafsızlık politikalarını bir yana bırakarak NATO’ya üyelik başvurusu yaptılar.

 

Bununla birlikte, şu ana kadarki veriler ışığında Rusya’ya yönelik yaptırımların işe yaradığını söylemek güç. Öncelikle, Batılı ülkeler dışında yaptırımlara katılım düşük kaldı. Çin ve Hindistan gibi ekonomik devler ve Körfez ülkeleri gibi fosil yakıt ihracatçıları yaptırımlara katılmadılar ve Rusya’ya karşı net bir pozisyon almadılar. Sonuç olarak Rusya sadece Batılı ülkeler açısından bir parya devlet oldu, Putin rejimi sarsıntı geçirmedi ve tam tersine milliyetçiliği körükleyerek toplum üzerindeki kontrolünü daha da konsolide etti.

 

Ukrayna ise Rusya’nın askeri başarısızlığı karşısında özgüven kazanarak Rus işgali altındaki tüm topraklarını kurtarma söylemi çerçevesinde hedef büyüttü ve barış karşılığında topraklarının bir bölümünden vazgeçmesine yönelik argümanları şiddetle reddetti. Ancak Ukrayna’nın işgal altındaki topraklarının tamamını kurtarmaya yönelik gerçekçi bir yol haritası olduğunu söylemek de güç.

 

Kimin Kazanacağını Dayanıklılık Belirleyecek

 

Taraflardan hiçbirinin hedefine ulaşamamış olması ama her birinin hedefine ulaşma umudunu taşımaya devam etmesi, uzun sürecek bir yıpratma savaşına hazır olmamız gerektiği anlamına geliyor. Bu savaşı kimin kazanacağını belirleyecek temel unsur ise dayanıklılık olacak.

 

Ukrayna, Rus askeri makinasının kesintisiz saldırılarına dayanabilecek mi? Rusya, Batı’nın her geçen güç genişleyen yaptırımlarına dayanabilecek mi? Batılı ülkeler ve daha doğrusu dünyanın geri kalanı artan enerji, emtia ve en önemlisi gıda fiyatlarına dayanabilecek mi? Gıda fiyatları konusu özellikle gelişmekte olan ülkeler için önemli. Hatırlayacak olursanız Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin ortaya çıkmasında 2011 yılında gıda fiyatlarında yaşanan keskin yükseliş de başat bir rol oynamıştı. Benzer bir gelişmenin yaşanması durumunda gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkabilecek bir istikrarsızlığa gelişmiş ülkeler dayanabilecek mi?

 

Bu soruların cevabı net olmamakla beraber içinde bulunduğumuz sürecin herkes için büyük riskler taşıdığı aşikâr. Hal böyle olunca krizin Rusya Devlet Başkanı Putin’e onurlu bir çıkış yolu sunularak çözülmesine yönelik argümanlar daha sık duyulur oldu. Öte yandan Putin’e şu ana kadarki askeri kazanımlarını konsolide etme fırsatı verilmesini de içeren bir onurlu çıkışın Putin’in bir sonraki “özel askeri harekâtı”na davetiye çıkaracağını öne sürenler de var. Bu görüşe göre kalıcı çözüm ancak Rusya’nın komşularını işgal etme gücünün elinden alınması ile mümkün. Diğer taraftan ortada Rusya’nın komşularını işgal etme gücünü almaya yönelik gerçekçi bir yol haritası da bulunmuyor. Rusya’nın nükleer gücü ve buluttan nem kapması durumunda nükleer gücünü kullanma konusunda tereddüt etmeyeceğini belirtmesi, durumu daha da çetrefilleştiriyor.

 

Başa dönecek olursak Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaşın sonuçlarını değerlendirmek için henüz erken olsa da savaşın kısa sürede sona ermeyeceğini ve çatışmaya taraf olan veya olmayan birçok ülkenin ve bu arada Türkiye’nin dayanma gücünü zorlayacak bir sürece dönüşeceğini öngörmek mümkün.

 

Ülkemizde yaşanmakta olan ekonomik belirsizlikler, yüksek enflasyon, siyasal gerilim, siyasal kutuplaşma, bütün boyutlarıyla sığınmacılar meselesi gibi sorunların Türkiye’nin dayanıklılığını artırmadığı açık bir gerçek. Türkiye, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali karşısında Ukrayna’yı destekleyen ancak Rusya’yı da açıkça karşısına almayan ölçülü ve ihtiyatlı pozisyonu ile bu savaşın kendisi için kısa vadeli faturasını minimumda tutmayı başardı. Ancak uzun süreceği artık belli olan bu sürece hazır olmak için Türkiye’nin dayanıklılığını artırması büyük önem taşıyor.  Seçim sathı mailine girmiş olduğumuz için yukarıda bahsedilen sorunların kısa vadede çözülmesi bir yana ne yazık ki daha da derinleşmesi şaşırtıcı olmaz. Ancak seçimlerden sonra Türkiye’nin bilimsel gerçeklere uygun bir ekonomi politikası ile ekonomik sorunları minimuma indirmesi, siyasal gerilimi ve kutuplaşmayı azaltması ve toplumsal konsensüsü güçlendirmesi artık bir zorunluluk halini almış durumda.

İLGİLİ YAZILAR

Neden Olmadı?

PERSPEKTİF’TE 2022

AK Parti, devlet politikalarının, güvenlik merkezli olmaktan çıkarılacağını, özgürlük-güvenlik dengesinin gözetileceğini, bireyin devlete önceleneceğini vaat ediyordu. Ama olmadı… 20 yıllık serüveninin sonu, aralarında bu iktidarın oluşumunda ve sürmesinde düşünsel ve fiili katkısı olmuş çok sayıda ismin de dahil olduğu birçok kişi için büyük bir hayal kırıklığı oldu. AK Parti iktidarının yol açtığı türbülans sadece bir siyasal akımın değil bütün bir zihniyetin ve zihin kodlarının da sorgulanmasına yol açtı. Bu sorgulama Türkiye’yi daha aydınlık bir geleceğe taşıyacağının işaretlerini barındırıyor.

Neden Olmadı?

AK Parti iktidarının 20 yıllık serüveninin sonu, aralarında bu iktidarın oluşumunda ve sürmesinde düşünsel ve fiili katkısı olmuş çok sayıda ismin de dahil olduğu birçok kişi için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Sözleri Yusuf Hayaloğlu’na ait ama içimize Ahmet Kaya’nın sesiyle işleyen şarkı bu ruh halinin özeti gibi;

 

Bitmeseydi bizim öykümüz böyle

Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor

Olmasaydı sonumuz böyle…

 

Şimdi mutlu sonla bitiremediğimiz bir Türkiye öyküsü var elimizde. Bir kompozisyon tadında, Giriş-Gelişme-Sonuç biçiminde okuyalım isterseniz.

 

Arka Plan

 

Türkiye’de devletin çatısı ve yapısı, tarihsel olarak anlaşılabilir nedenlerden ötürü psikolojik travmalarla şekillenmiştir. Roma İmparatorluğu’nun varisi olarak 300 yıl boyunca Eski Dünya’nın tartışmasız en büyük gücü olan bir devletin, 19’uncu yüzyılda her alanda parça parça oluşunun yönetici elitlerde de toplumsal bilinçte de iz bırakmış olması normal görülmeli. Tarihle ucundan kenarından ilgilenen herkesin artık bildiği üzere Balkanlar merkezli Osmanlı devletinin bu coğrafyayı neredeyse tümüyle kaybetmiş olması, önemli bir kısmı Balkanlar’da doğup yetişmiş olan son dönem yöneticileri için kalplerinin göğüslerinden sökülüp alınması ile aynı şey olmalı. Kayseri’den önce Osmanlı şehri olmuş Niş’in, Trabzon’dan 100 yıl önce Osmanlı olan Filibe’nin, hele de Selanik’in elden çıkması, ağır bir travma. Birinci Dünya Savaşı felaketinin ardından sığındığınız son vatan parçasının da işgal edilmesinin hem Cumhuriyet’in kurucularında hem Müslüman halkta, artık hiçbir yerin güvende olmadığı duygusu yaratmış olması anlaşılabilir.

 

Türkiye bu travmaların izlerini hâlâ taşıyor. Yaşamın erken dönemlerinde yaşanan travmalar bilinçaltında derin yara bırakır ve bazen ‘fobi’ adı verilen psikolojik bozukluklara yol açar. Fobi, rasyonel olmayan korkudur. Örneğin; Araknofobisi (örümcek korkusu) olan insanların örümceklere olan tepkileri mantıksız ve düzensiz olur. Yetişkin bir insan için hiçbir tehdit oluşturamayacak küçük bir örümcekle bile karşılaştıklarında çok korkarak aşırı tepkiler verir, panik atak geçirilebilirler. Hatta davranışlarını kontrol edemedikleri için kendilerine ve çevrelerine zarar verebilirler. İşte Türkiye de uzun süre güvenlikle ilgili siyasal ve toplumsal fobilerin esiri olmuştu. Osmanlı döneminden beri devletin gerçek kurucusu ve sahibi olagelmiş askeri ve sivil bürokrasi, Araknofobik bir insanın örümcek karşısındaki tepkisi gibi her 10 yılda bir siyasete doğrudan müdahale eder olmuş, her seferinde yeni yeşermeye başlayan kurumsallaşma filizlerini kırıp geçmişti. Bu fobilere yol açan yaralar, devlet ve dahası toplumun kendisi fobik tepkiler verdikçe giderek derinleşmiş ve sonunda Türkiye’yi “yırtılmış bir ülke” hâline düşürmüştü.

 

1990’lı yıllarda küresel düzenin yeniden oluştuğu dönemde bu durum sürdürülebilir olmaktan çıktı. Türkiye; siyasal, ekonomik, toplumsal alanların tümünde derin bir kriz sürecine girdi. Birkaç yılda bir alevlenen döngüler hâlindeki ekonomik çöküşlerle, ülkenin büyük şehirlerini kasıp kavuran terör olaylarıyla, muhtıralar ve postmodern darbelerle, yolsuzluklarla, devletin de parçası olduğu karanlık ve kirli ilişkilerle simgeleşen bu dönemde Türkiye gerçek anlamda varoluşsal bir tehlike yaşadı. İşte AK Parti, böyle bir konjonktürde ortaya çıktı.

 

Önsöz: Nasıl Başladı?

 

Parti sözcüleri, siyasal ve toplumsal fay hatlarında biriken yok edici gerilimlerin tümünü azaltmaktan bahsediyordu. “Herkes özgür olmadıkça kimse özgür değildir” özdeyişini temel ilke edindiklerini duyuruyorlardı. Parti programında “bireyi bütün politikaların merkezine alarak demokratikleşmenin sağlanmasını, temel insan hak ve özgürlüklerini temin etmeyi ve korumayı en önemli ödevleri arasında sayan” AK Parti, devlet politikalarının, güvenlik merkezli olmaktan çıkarılacağını, özgürlük-güvenlik dengesinin gözetileceğini, bireyin devlete önceleneceğini vaat ediyordu.

 

Geçmişte birçok reform girişiminde bulunulmuş ama sonuca ulaşılamamıştı. Bu deneyimlerin ışığında AK Parti, kökten bir değişim, hatta liberal bir devrim gerçekleştirilmesi gerektiğinin altını çiziyordu. Bu yüzden yine programında; “Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Paris Şartı ve Helsinki Nihai Senedi; Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin insan hakları alanında getirdiği standartlar uygulamaya geçirilecektir” diyerek somut ve normatif hedefler benimsemişti. Türkiye, kendisine giydirilen deli gömleğinden kurtarılacak, ülkeyi fiilen bir açık hava hapishanesi durumuna getiren yasaklar kaldırılacak, düşünce ve ifade özgürlükleri uluslararası standartlar temelinde inşa edilecek, düşünceler özgürce açıklanabilecek, farklılıklar birer zenginlik olarak görülecekti.

 

Siyaset-iş dünyası-bürokrasi-finans sektörü-basın arasında kirli bir çıkar düzeni kurulmuştu. Ülkenin havasını zehirleyen bu yapı tasfiye edilmedikçe düze çıkmak mümkün değildi. AK Parti; “Toplumları ve devletleri tahrip eden yozlaşma, yolsuzluk, usulsüzlük, çıkarcılık, iltimas, hukuk önünde ve fırsat açısından eşitsizlik, ırkçılık, partizanlık, despotluk gibi olumsuzluklar partimizin en yoğun mücadele alanlarıdır” diyordu. Yolsuzluk sorununun temelinde devlet eliyle yaratılan ve keyfî biçimde dağıtılan rantlar olduğuna vurgu yapan parti programı, devletin ilke olarak her türlü ekonomik faaliyetin dışında olması gerektiğinin altını çiziyor, devletin ekonomideki işlevinin düzenleme ve denetim ile sınırlı kalacağı, tüm kurumlarıyla ve kurallarıyla işleyen bir piyasa ekonomisi düzeni öngörüyordu. Evrensel standartlara uygun tam tanımlanmış bir hukuk düzenini, güvenilir ve işleyen bir adalet mekanizmasını, garanti altına alınmış mülkiyet haklarını, güvenilir kurumsal yapıyı, pazara ve kaynaklara serbestçe ulaşma imkânını öngören bir ekonomik düzen kurulacaktı. Bu düzende dayatan, direten, rant dağıtan bir devlet değil; düzenleyen, denetleyen, fırsat yaratan, teşvik eden ve yol gösteren bir devlet olacaktı. Böylece toplumsal refah da artacak, sürdürülebilir büyüme sağlanacaktı. AK Parti bu ilkeleri “yasaklarla, yolsuzlukla ve yoksullukla mücadele” ya da kısaca “3 Y ile mücadele” olarak sloganlaştırmıştı.

 

Belki de en önemlisi, programda sık sık AK Parti’nin katı yargılara değil ilkelere dayandığına, tekelci aklın değil kolektif aklın hâkim olduğu bir kitle partisi olduğuna vurgu yapılmasıydı. Parti programı ‘Giriş’ kısmında “çağdaş, akılcı, gerçekçi ve uygulanabilir bir siyasi program” olarak tanımlanıyordu.

 

Ama olmadı…

 

Giriş

 

AK Parti iktidarın ilk yıllarında, parti programında yer alan hedeflere yönelik çarpıcı başarılar sağlandığı nesnel bir gerçek olarak kabul edilmeli. Terakkiperver Parti-Demokrat Parti-Anavatan Partisi siyasal geleneğine karşı itirazlar, liberal ekonomi politikalarına yönelik ideolojik eleştiriler ya da AK Parti’nin en baştan beri dinsel referanslarda bulunması dolayısıyla “bunlar zaten hep böyleydi” tarzı çekinceler bir tarafa bırakılacak olursa, beğenirsiniz-beğenmezsiniz ama dış politika, kamu yönetimi ve ekonomi alanında yerleşik kalıpların ötesine giden, gerçekten devrim niteliğinde gelişmeler olduğunu inkâr etmek mümkün değil.

 

Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki hareket alanını sınırlayan, adeta dış politikayı rehin alan üç fobi; Kıbrıs, Kürt meselesi ve Ermenistan ile ilgili cüretkâr adımlar atıldı. Avrupa Birliği (AB) ile tam üyelik müzakerelerine başlandı. ABD askerlerinin Irak’a yönelik askerî harekâtı Türkiye üzerinden yapmasını öngören Hükümet Tezkeresini, hem de o tarihte henüz milletvekili ve başbakan olamamış da olsa AK Parti Genel Başkanı olarak gücü elinde bulunduran Tayyip Erdoğan’ın bütün gücüyle desteklemesine karşın 1 Mart 2003’te TBMM’de reddedecek kadar özgün ve bağımsız bir duruş sergileyebilen Türkiye, aynı zamanda Batı İttifakı içinde hiç olmadığı kadar etkili bir konum kazanmayı da başarmıştı. Bir yandan İslam Konferansı Örgütü’nün yönetimine bir Türkiye vatandaşı seçiliyor, Ortadoğu sokaklarında Türkiye havası esiyor, Afrika ve Latin Amerika açılımları yapılıyor; öte yandan hem AB hem ABD ilişkileri her alanda artan işbirlikleri ile güçleniyordu. AK Parti yönetimindeki Türkiye; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da neredeyse standart siyasal yapı haline gelmiş olan ‘bir büyük gücün patronajındaki diktatörlük’ modeli yerine kabul gören bir alternatif olmuştu. AK Parti’den esinlenen yerel İslamcı gruplar Fas’tan Endonezya’ya değişim rüzgârları estiriyordu. İktidar, meşruiyetini, dış destekli askeri gücün değil “insan hakları ve temel özgürlükler, demokrasi, serbest piyasa” şeklinde özetlenebilecek çağdaş siyasal sistemi kendi medeniyet değerleri ile uyumlu kılan ve bunda başarılı olduğu ölçüde toplumsal destek kazanan İslamcı-demokrat partilerin sağladığı bir model öneriliyordu.

 

AK Parti, programında yer alan demokratikleşme adımlarını hızla atmaya başladı. AB üyelik süreci ile paralel olarak Türkiye’nin vesayet rejiminin önemli bileşenlerini ortadan kaldıran bir dizi reform hamlesine tanık olundu. Aile, toplum ve çalışma yaşamında kadın-erkek eşitliğini sağlama görevinin devlete verilmesi, ölüm cezasının ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılması, askeri bürokrasinin sivil yönetim üzerindeki etkilerini sınırlayan düzenlemeler, uluslararası anlaşmaların normlar hiyerarşisinde iç hukukun üzerinde tanınması, anadil öğretiminin serbest bırakılması, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Yasası ile kurumsal yönetişim ilkelerinin ve çağdaş iç denetim uygulamasının benimsenmesi, devlet yönetiminde şeffaflığı sağlayan Bilgi Edinme Yasası’nın kabulü, kamu yönetimi üzerinde etik denetimi amaçlayan Kamu Görevlileri Etik Kurulu Yasası’nın çıkarılması ve yerel yönetim reformu gibi değişimler iktidarın ilk döneminde yaşama geçirildi. Ardından 2009’da yakın dönem siyasal tarihimizin belki de en önemli gelişmelerinden olan Çözüm Süreci başlatıldı. 2010 yılındaki anayasa değişikliği ile askeri yargının görev alanı daraltıldı, siyasal partilerin kapatılması zorlaştırıldı ve vatandaşlara Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapma hakkı getirildi.

 

AK Parti iktidarının ilk 10 yıllık döneminde ekonomi alanında sağlanan değişim ise toplumsal yaşamdaki etkileri açısından en çarpıcı olanıydı. 2001 Krizinin ardından başlayan ama yeterli siyasal ve toplumsal desteğin sağlanamaması yüzünden uygulamada aksamalarla karşılaşan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, kapsamı genişletilerek ve içeriği iyileştirilerek yaşama geçirildi. Özelleştirme ve piyasalaşma alanlarında büyük başarı elde edildi. 2006’da bir yıl içinde, geçmiş 30 yılda gerçekleşenden daha fazla net doğrudan yabancı sermaye yatırımı kaydedildi. Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki ağırlığı, 2002 öncesi 30 yıllık ortalamasının iki katına ve tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı (Grafik 1).

 

 

 

40 yıldır yüzde 10 civarında, çoğunlukla da bunun altında seyretmiş olan Türkiye’deki kişi başına düşen milli gelirin ABD’deki kişi başına milli gelire oranı ilk kez yüzde 25’e yaklaştı, gelişmiş ekonomilerle aramızdaki gelir farkı azaldı. Bu arada yıllardır ekonomiyi kemirip bitiren enflasyon geriletilmiş, küresel şoklar gibi olağan dışı gelişmelerin etkili olduğu dönemler dışarıda bırakılacak olursa gıda ve enerji dışı kalemleri içeren çekirdek enflasyonun, yüzde 5 olarak belirlenen enflasyon hedefi ile uyumlu düzeylere gelmişti. Ortalama çekirdek enflasyon 2010 sonundan 2013 sonuna kadar yüzde 6,3 oldu, 2011 Mart’ında Türkiye’deki yıllık tüketici fiyat enflasyonu İngiltere’dekinin altına gerçekleşti. Uzun yıllar sorun olan kamu maliyesi yönetilebilir hâle geldi. Geçmişte ortalama dokuz ay vadeyle borçlanabilen Türkiye Hazinesi yabancı para cinsinden 30 yıla, Türk lirası (TL) cinsinden 10 yıla kadar vadeli tahvil ihraç edebiliyordu. Üstelik bir zamanlar ancak üç haneli faizle borçlanabilen Hazine’nin 10 yıl vadeli TL cinsinden tahvillerinin getirisi, 2012’nin ortasından 2013’ün ortasına kadar geçen bir yıllık dönemde ortalama yüzde 7,3 idi. Bütçeden faize ayrılan kaynak azaldı, altyapı yatırımları sayesinde potansiyel büyüme iyileşti.

 

Türkiye dünyaya açıldıkça, ekonominin küresel entegrasyonu arttıkça refah da artıyordu. Borsa İstanbul’da payları işlem gören şirketlerin değerlerini yansıtan borsa endeksi ABD doları cinsinden, ABD’deki borsalardaki benzerlerinin yüzde 35’ine ulaşmıştı. Yabancı yatırımcılar Türkiye’deki şirketlerin hisse senetlerini, Hazine’nin tahvillerini portföylerinde tutmak istiyordu. BASF, Coca Cola, Pepsi, Microsoft, Intel, BP, BSH, Pirelli, Henkel, Procter&Gamble (P&G), Samsung, Siemens, Tetrapak, Unilever, Citibank, Mastercard ve Visa’nın da aralarında bulunduğu onlarca şirket, yüzlerce ülkeyi yönettikleri bölgesel merkezlerini Türkiye’ye kaydırdı. Türkiye, doğrudan yabancı sermaye stoku bakımından 2007 yılında 21’inci sıraya yükseldi, 2008-2010 dönemi için dünyanın yatırım yapılabilir en cazip 15’inci ülkesi seçildi. Her yıl 4.000’in üzerinde yabancı sermayeli şirket kuruluyor, yüksek gelirli binlerce yabancı şirket çalışanı Türkiye’ye geliyor, burada kalıyor, para harcıyordu. Türkiye’deki doğrudan yatırım sermayesi stoku 200 milyar dolara, portföy yatırımların değeri 190 milyar dolara, Merkez Bankası resmi rezervleri 135 milyar dolara ulaştı (Grafik 2). Yabancı ilgisiyle birlikte ekonomide varlık fiyatları da artıyor, firmaların ve orta sınıfın servetleri artıyor, yaşam standartları yükseliyordu. Evlerin, otellerin, arsaların, alışveriş merkezlerinin, iş merkezlerinin, lokantaların, okulların ve hastanelerin sağlaması beklenen gelirler, dolayısıyla da fiyatları arttı.

 

 

40 yıldır kişi başına gelirde dünya ortalamasının altında kalmış olan Türkiye, 2005 yılından itibaren dünya ortalamasının üzerine çıktı (Grafik 3).

 

 

Sağlanan bu görece istikrarlı ekonomik zemin üzerine inşa edilecek binanın planları, 2013’te hazırlanan ve TBMM’de kabul edilen Onuncu Kalkınma Planı ile çizildi. Adalet ve yargıdan eğitime, araştırma-geliştirmeden içişlerine, sanayiden finansa kadar çok kapsamlı bir dizi yapısal reform öngörülmüştü. İlgili bütün bürokratik kurumların teknik çalışmalarıyla çerçevesi hazırlanan, iş dünyasından, emek örgütlerinden, sivil toplum kuruluşlarından ve akademiden olabildiğince geniş bir katılımla geliştirilen bu yapısal reformların amacı gayrisafi yurt içi hasılayı 1,3 trilyon dolara, kişi başına düşen geliri 16.000 dolara çıkarmaktı ve bunlar ulaşılabilir hedefler haline gelmişti.

 

Sonra her şey birden bozuldu…

 

Gelişme

 

Bugün, başlangıçta “değili” olduğu ne varsa onu temsil eden bir AK Parti iktidarıyla karşı karşıyayız. En küçük bir muhalefete bile tahammülsüz hukuk dışı baskı ve yıldırmalar; parti kapatma girişimleri; milletvekili dokunulmazlığını belki de en anlamlı olduğu alanda, düşünceyi ifade alanında ortadan kaldırma; TBMM’yi fiilen işlevsizleştiren, siyasetin alanını daraltan, özgürlükleri ortadan kaldıran uygulamalar; sadece güvenlik odaklı bir anlayışa indirgenmiş otoriter devletçilik; sıradanlaşan kayyum atamaları; adil yargılamanın, masumiyet karinesinin, lekelenmeme hakkının hiçe sayılması; yürütmenin, hatta İttifak ortaklarının yargıya müdahale etmesi ve talimat vermesi; Anayasa Mahkemesi’nin bağlayıcı kararlarının uygulanmaması, seçim sonuçlarına müdahale girişimi, Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla yasalara aykırı işlem tesis edilmesi ve hukuk devletinin işlevsizleştirilmesi; hukuksuz tutuklamalar ve gözaltılar; adliyede herkesin bildiği FETÖ borsası; aile değerleri kılıfına sokarak kadını ikinci sınıflaştırma ve eve kapatma; üniversite özerkliğinin ve akademik özgürlüğün yok edilmesi; basın ve yayın organlarının iktidarın güdümüne ve kontrolüne tâbi kılınması; sadece retorik düzeyine indirgenmiş milliyetçiliği, slogandan ibaret içi boş bir yerliliği işlenen her cürmün mazereti haline getirme; üzerinde düşünülmeden ve etki analizi yapılmadan alelacele çıkarılan düzenlemeler ve hemen ardından bunların değiştirilmek ya da iptal edilmek zorunda kalınması; şeffaflıktan uzak kararlar; ayyuka çıkan ve her alana yayılan kayırmacılık ve yolsuzluk; devlet ve siyaset ile suç örgütleri arasındaki ilişkiler…

 

Ekonomi alanında yaşanan çöküş ise çok daha acıklı. Bütün ekonomik göstergeler krize işaret ediyor. Hayat pahalılığı dar gelirliler için katlanılmaz düzeyde. Yoksulluk artık bir ekonomik sorun olmanın çok ötesinde. Ekonomide yaşanan bozulmanın ayrıntıları, bu konuyla ilgili daha önce Perspektif’te yayımlanan yazılarımda yer alıyor.

 

AK Parti’nin bunca başarıya rağmen, işler yolunda gider, her seçimde oy oranını artırarak iktidarı korurken böylesine akıl dışı bir yola sapması, kendi siyasal ikbaliyle birlikte Türkiye’nin geleceğini de tehlikeye atmasının altında yatan zihniyet sorununu göremezsek sağlıklı bir analiz yapamayız. İrrasyonalitenin bu düzeyi, bireyde olsa ancak şizofreni ya da disosiyatif bozukluk gibi akıl ve ruh sağlığı sorunlarıyla açıklanabilir. Ancak içlerinde bayağı aklı başında insanlar da bulunan bütün bir iktidarın, geçmişi yarım yüzyılı bulan bir siyasal hareketin topyekûn çılgınlığa sürüklenmesinden ve dahası bunun toplumda kitlesel psikojenik bir duruma yol açmasından bahsediyoruz. Bozulmayı, çok uzun süre iktidarda kalmaya, aile üyelerinin yönetime karışmaya başlamasına bağlayanlar olabilir. Tarihsel değişime rastlantısal olayların ya da büyük insanların eylemlerinin mi yoksa toplumsal altyapıyı etkileyen nesnel koşulların mı yol açtığı üzerine derin bir tarihsel yöntem tartışması bu yazının ölçeğini aşar. Sadece şu hususu vurgulamakla yetinelim; kuşkusuz tarih kendi kendini yapmaz, tarihi yapan insanların iradesidir. Ama toplumsal gelişmeler keyfi ya da rastlantısal şekilde değil, nesnel tarihsel koşullara uygun gerçekleşir. Dolayısıyla iktidar partisi yöneticilerinin kişisel durumlarının, aile ve sosyal çevrelerinin ya da bireysel psikolojilerinin yaşanan kırılmadaki etkisini yok saymasak da daha derinlikli bir analize ihtiyaç olduğu açık. Bugün yaşananları anlamak kadar geleceğe yönelik ders çıkarmak için de böyle bir analiz gerekli. Aksi takdirde; “Osmanlıların yükseliş devrinde iyi padişahlar vardı, sonra kötü padişahlar gelince imparatorluk çöküşe geçti” diyen anlatıya benzer bir açıklama getirmiş oluruz. Bu bozulmayı getiren doğuran yapısal etkenlerin neler olduğunu araştırırken de zülfüyâre dokunmayı göze almak gerekiyor.

 

2008 Ekonomik Krizi sonrası değişen küresel koşulların etkililerini kuşkusuz dikkate almak gerekiyor. Bir ABD Başkanının, hem de BM Genel Kurulu’nda “Küreselleşme doktrinini reddediyoruz” ifadesini kullanmış olması, aşırı sağcı siyasal partilerin yükselişi, ekonomi alanındaki krizin etkilerinin çok daha geniş olduğunun göstergesi. Küresel ekonomi-politik kırılmayı göz ardı ederek yapılacak analizler eksik kalır.

 

Türkiye özelinde de önemli kırılmalar yaşandı. 30 yıla yakın zamandır bürokraside, iş dünyasında ve toplumda örgütlenen ve sonunda 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunarak FETÖ’ye dönüşen Fethullahçılar belki de bu kırılmalardan en büyüğüne sebep oldu. Zihinsel olarak benzer bir havuzdan beslenseler de AK Parti iktidara gelene kadar yolları kesişmeyen bu iki damarın başta ortak tehdide karşı zorunlu olarak kurduğu ittifak ilişkisi, bu tehdit gücünü yitirdikçe Fetullahçıların iktidara el koyma girişiminde bulunması sonucu çatışmaya dönüştü. Benzer biçimde; Ortadoğu’daki gelişmelerin, DAEŞ’in yarattığı depremin, Kürt ulusal hareketini rehin alan PKK terörünün maksimalist hezeyanlarının da etkileri yadsınamaz. Ancak şunun altını çizmek gerekir; karşınıza çıkan ve bir kısmı kontrolünüzün dışında olan gelişmeler, maruz kaldığınız şoklar dışsal etkilere yol açar. Sonucu belirleyen ise bu etkilere verdiğiniz tepkilerdir. Tepkilerinizin niteliğini ve yönünü içsel dinamikleriniz ve öznel tercihleriniz belirler. Aynı dışsal etkiye iki aktör tamamen farklı tepkiler verebilir ve bunun sonucunda gelişmeler apayrı yönlerde seyredebilir. İçsel dinamiklerin başında, yaşamla ilgili tercihleri de belirleyen dünya görüşü ve bunun da altında yatan zihniyet gelir.

 

Türkiye’nin yaşadığı krizlerin de AK Parti’nin geçirdiği başkalaşımın da temelinde, büyük çoğunluğu ortak bir dünya görüşünün kodlarını paylaşan AK Parti yöneticilerinin ve kadrolarının zihniyeti yatıyor. Bu noktada hareketin lideri Tayyip Erdoğan’ın AK Parti’de ve AK Parti iktidarlarında ne ölçüde belirleyici olduğunu bir kere daha anımsamakta yarar var. Başlangıçta kurucu aktörler arasında gücün bir ölçüde daha dengeli dağıldığı bir yapı olmuş olsa da, özellikle 2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilip parti ile ilişkisini zorunlu olarak kesmesiyle birlikte AK Parti giderek Tayyip Erdoğan ile özdeşleşti ve 2011’den sonra da onun kişiliğinde mündemiç hâle geldi. Ahmet Davutoğlu’nun tasfiye edildiği 2’nci Olağanüstü Büyük Kongre’nin Divan Başkanı Bekir Bozdağ, AK Parti’yi son derece mütevazı adımlarla kurumsallaştırmaya teşebbüs eden ve bunun bedelini ödeyen Davutoğlu’na şu sözlerle cevap verirken bu gerçeği en çıplak biçimde ifade etmişti:

 

AK Parti’yi dünyanın en büyük siyasi markalarından biri haline getiren ustaların ustası Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. AK Parti’yi kuran, başarıdan başarıya koşturan Recep Tayyip Erdoğan’ı bütün gönüldaşlarımız adına dua ile anıyor ve Allah’ın selamıyla selamlıyorum; ‘Selamun Aleykum’. Fiziken aramızda olmasanız da manen aramızdadır. AK Parti Tayyip’in partisidir ve öyle olmaya devam edecektir. Kurumsal olarak devam ettikçe Cumhurbaşkanımızı AK Parti’den, AK Parti’yi Cumhurbaşkanımızdan ayrı düşünmek mümkün değildir. Tek neferi vardır o da Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.

 

Benzerine ancak Stalinist partilerde rastlanabilecek, demokratik siyasette, hatta az biraz ilkeleri olan kurumsallaşmış herhangi bir siyasal harekette yadırganacak bu liderlik kültü, AK Parti’nin 2016 gerçekliğinde hiç de abartı değildi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile de bu “tek millet-tek devlet-tek lider” yapısı siyasal yaşamın her alanında egemen hâle geldi. Bu tespiti yapmış olmakla birlikte, AK Parti iktidarında “bozulma” olarak adlandırdığımız süreci bu “tek adamlaşmanın” ötesinde, daha kolektif bir zihniyet sorunu olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan süreci “Erdoğan tek karar verici oldu, AK Parti’nin gerçek yüzü ortaya çıktı” yargısı ile açıklamak sığ, yüzeysel ve yanıltıcı olsa da lider baskınlığı ile İslamcı siyasal tercihlerin birbirini beslediğini ve süreci hızlandırdığını ileri sürmek büsbütün yanlış olmayacaktır.

 

AK Parti bir ideoloji ya da İslamcı kavramla “dava” partisi olmasa da yönetici kadrosu ve politikalarının düşünsel temellerini kuran elitleri tereddütsüz bir şekilde İslamcı siyasal gelenekten geliyordu. Ama siyaset yapımında ve giderek kamu alanında İslamcı atıfların baskın duruma gelmesi 2012’den sonra daha hissedilir oldu. Bunda AK Parti’nin kendi içindeki dinamikler kadar Türkiye siyasetine ilişkin güç dengelerinin iktidar lehine değişmesinin de etkisi vardı. AK Parti 10 yılı aşkın süredir, kendilerini ülkenin gerçek sahibi, sosyo-ekonomik değişimin çevreden merkeze taşıdığı aktörleri ise işgalciler olarak gören zinde güçlerle mücadele ediyordu. 1997’de 28 Şubat darbesinde, 2002’de Erdoğan’ın genel başkanlığının ve milletvekilliğinin önlenmesinde, 2007’de 367 Krizinde ve Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, 2008’de parti kapatma davasında demokrasiyi de hukuku da ayaklar altına alarak siyaset alanına müdahale etmeye ve siyaseti kendi tercihlerine göre şekillendirmeye çalışan bu çevrelerle girişilen zorlu kavga, sonunda AK Parti’nin kesin zaferiyle sonuçlandı. Bu süreçte karşıtlarının ne denli acımasız olduğunu, iktidar mücadelesinde her yolun mubah görüldüğünü öğrenen AK Parti, kendini güvenliğini sağlamak adına bürokraside, sermayede ve kitle iletişiminde yığınak yapmaya yöneldi. “Düşmanlarını” öğretmen edinmesi, kaçınılmaz olarak AK Parti’yi kendi varlık sebebine ihanete sürükledi. Kötülükle mücadele ederken kötülüğe dönüştü, yok etmeyi amaçladığı çarpık sistemin bizatihi sahibi ve işleticisi oldu, geçmişte kınadığı ne varsa hepsini yaptı. Ve bütün bunlar İslamcı siyasetin hanesine yazıldı.

 

İslamcılık Ne Yana Düşer, AK Parti Ne Yana…

 

İslamcılık modern döneme ait bir tepki siyasetidir. İslam inancı Müslümanlara -diğer birçok inanç sisteminde olduğu gibi- “inanmayanlardan üstün olduklarını” bildirir. Bu üstünlük sadece moral düzeyde değil maddi düzeyde de söz konusudur. İslam’ın siyasal bir güç hâline gelip yayılmaya başladığı ilk 1000 yıllık dönemde (bazı iniş çıkışlar olmuşsa da) tarihsel gerçeklik ana hatlarıyla bu inancı doğrular nitelikte olmuştur. Bu durum 18’inci yüzyıldan itibaren Batı karşısında askeri alanda yaşanan yenilgilerle değişmeye başlamış, ardından siyasal, bilimsel, ekonomik ve toplumsal alanlarda da üstünlüğün kaybedildiğinin hissedilmesiyle askerî kriz düşünsel alana da yayılmıştır. Başta sadece arızî görülen sorunun giderek yapısal niteliğinin görülmesi, yönetici elitte krizin sadece teknik ve araçsal önlemlerle geçiştirilemeyeceği düşüncesinin oluşmasına yol açmıştır. Sonuçta, Yeni Çağ’ın en güçlü iki İslam İmparatorluğu olan Osmanlı’da ve Hindistan’da “ne yapmalı” sorusu bütün yönleriyle gündeme getirilmiştir. İslam inancına göre Müslümanların üstün olması gerektiği halde gerçeklikte durum farklı olduğuna göre sorun, Müslümanların “gerçek İslam”ı gereği gibi yaşamamasıyla ilişkilendirilerek teori ile pratik arasındaki uyumsuzluk çözülmeye çalışılmıştır. Sonuçta, Batı emperyalizmine karşı direnişin ve bunun için bir öze dönüşün düşünsel temeli İslamcılık olarak şekillenmiştir.

 

Batı emperyalizmine karşı savaşında İslamcılık, fiilen tarihsel karşılığı olmayan yekpare İslam dünyası fikrini de üretti ve Pan-İslamizm vizyonuyla özdeşleşti. Bu siyasetin husumeti modernizme ya da onun değerlerine değil, Batı dışındaki bütün toplumları aşağı gören emperyalist ırkçılığa yönelikti. 1870’ler ile 1920’ler arasındaki dönem, modernist Müslüman düşüncesinin altın çağı olup, Osmanlı’da (Mısır dâhil) ve Hindistan’da Müslüman entelektüeller, ilericilik, özgürlük, eşitlik, gelişme gibi konularda İslam ile medeniyetin uyuştuğunu vurgulamıştı. Bu dönemdeki İslamcılık, bir devlet ve imparatorluk vesilesiyle şeriatı dayatma kaygısı taşımıyordu. Tam tersine, Osmanlı’daki Tanzimat örneğinde açıkça görüldüğü gibi çok sayıda farklı etnik unsuru çok kültürlü ve çok dinli kozmopolit bir yapıda bir arada tutmaya, böylece imparatorluğu kurtarmaya yönelik katılımcı yönetim modeli kurmayı hedefliyordu. Geleneksel Doğu imparatorluklarına uyarlanmış kültürel yönü ağır basan bir milliyetçilik olarak da tanımlanabilecek bu versiyonu ile İslamcılık, dinde reformu da içermekteydi.

 

Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun ortadan kalkması ve yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin daha kökten ve Jakoben bir modernleşme yöntemi tercih etmesi bu modernleşmeci İslamcılığa darbe vurdu. Böylece 20’nci yüzyılın başına kadar süren bu dinamizm, biraz da 1930’lu yılların baskıcı/tekçi ortamının etkisiyle tevarüs edilebilecek süregiden bir gelenek çizgisi oluşturamadı. Yerine, modası çoktan geçmiş Alman idealizminin Türk-İslam mitolojisiyle harmanlanarak sunulduğu bir kurgu türedi.

 

İslamcılığın dejenere olmuş bu mutant sürümü, Türkiye’nin tarihini sadece Türklerin tarihi olarak Malazgirt savaşıyla başlatan bir mitosa yaslanıyordu. 15’inci yüzyılda geriye dönük bir tarih inşası ihtiyacına binaen kaleme alınan Osmanlı’nın kuruluş kıssası ideolojik bir referans haline getirildi. Tarih anlatısı, akıncıların fetihleriyle örülen zaferler çağının ardından bir sıçramayla, başta Çanakkale olmak üzere son dönemin savunma savaşlarındaki kahramanlıklara geçiyordu. Çoğunluğu kırsal kesimden gelen Cumhuriyet dönemi muhafazakârlarının/dindarlarının heyecanla izledikleri kanaat önderleri; düşünsel derinlik yerine duygusal gerilimi, kavramsal bütünlük yerine demagojiyi yeğleyen bir anlayış sergiliyordu. Bu akımın en belirgin niteliklerinden biri de Batı karşısında yenilmiş olmanın doğurduğu bir tepkisellikle ilkesel olmaktan çok tarihsel nedenlere dayalı kategorik Batı karşıtlığıydı. “İslam’ı asrın idrakine söyletmeyi” öneren, ilerlemeyi bir norm ve değer olarak kabul ederek “İslam’ın terakkiye mâni değil bilakis âmil-i terakki” olduğunu savunan özgün İslamcılığın sözcülerinin aksine, son dönem İslamcılığının sözcüleri Batı uygarlığına yönelen mücerret ve kökten bir düşmanlığın bayraktarlığını yapıyordu. Benzer şekilde; tahrif edilmiş geleneği arındırmayı öneren İslamcılığın yerini geleneği yüceltme ve onda derunî irfan keşfetme arayışı, saltanata dönüşen halifeliğe eleştirel bakan tarih okumasının yerini tarihin yeniden yazılarak kutsanması aldı.

 

İslamcılığın ilk sürümünün Türkiye’de sona ermesi Hint altkıtasında da benzer sonuçlar doğurdu. Pakistan devletinin Hindistan’dan ayrı siyasal varoluşuna meşruluk kazandırmaya yönelik çabaların bir unsuru olarak geliştirilen “özgüncü” akım ve Ortadoğu’da yükselen yeni selefiliğin literal okumaları, tercüme eserler yoluyla Türkiye’deki muhafazakâr/dindar kesimin zaten karışık olan zihin dünyasını daha da karıştırdı. Yeni İslamcılık düşüncesinin daha entelektüel çevrelerinde de durum pek parlak sayılmazdı. Yüzyıllar öncesinin gevşek kabile federasyonlarından parlamenter demokrasi, Medine Vesikası’ndan çoğulculuk, Fatih Emannamesi’nden sekülerlik üretmeye çabaladılar. Bütün bu iyi niyetli çabalara karşın, düşünsel yapı ilmi rütbesini Şiiliğe reddiye olarak kaleme aldığı “Minhâcü’s-sünne” adlı eserine borçlu olan İbn Teymiyye’yi ve bütün klasik Şii unsurlarıyla İran devrimini birlikte savunan eklektik ve tepkisel bir yapı arz ediyordu. Yanlışları görüyorlar ama bugünü geçmişin kalıplarına uydurarak yeniden kurma saplantısından bir türlü kurtulamıyorlardı. Dolayısıyla, çok farklı tarihsel koşullarda, farklı ihtiyaçlara karşılık gelen ilk sürümüyle de sonradan uğradığı mutasyonla başkalaşan amorf sürümüyle de tepkisel bir hareket olan İslamcılık, muhalefette etkili olsa da modern anlamda düzen kurucu bir nitelik taşıyamadı.

 

AK Parti kurucularının ve yöneticilerinin zihinsel oluşumlarında etkili olan İslamcılık belki ilk sürümüne yaklaşarak başlangıçtaki daha reformist özüne dönebilse, AK Parti iktidarının ilk dönemindeki reformculukla sentezlenerek hem Müslümanlar hem dünya için umut verici bir dönüşüme kapı aralayabilirdi. Ama Türkiye’nin kendi tarihsel, toplumsal ve siyasal dinamikleri buna elverişli değildi. Türkiye’de ne yazık ki çağdaş anlamda bir toplumsal yapı kurulamadığından siyasal tavırlar da rasyonellikten bir hayli sapabiliyordu. Kimlik ve aidiyet kamusal alanda hâlâ çok belirleyiciydi. AK Parti’nin iktidarının ilk döneminde kısaca derin devlet adı verilen askeri ve sivil bürokrasi ile ve siyaset üzerinde vesayet kurmaya çalışan diğer güç odaklarıyla girmek zorunda kaldığı çatışma da kimlik ve aidiyet gerilimini derinleştirdi.

 

Düzen Kurucu Zihin ve Diğerleri

 

Türkiye’nin bu durumu bir ölçüde bireyleşmenin gerçekleşememesi ile ilgili. Birey olmayınca doğal olarak, bireyi esas alan modern düşünce de modern toplum da gelişemiyor. Bireyleşemeyen, bireysel değer bulamayan topluluklar, değişim travmasına sağlıksız tepkilerle karşılık verir. Modern ekonomik ve siyasal yapıya uygun olmayan, tarım toplumu değerlerini yansıtacak şekilde “kabile toplumu” kurgusunu kamusal alanda belirleyici hale getirirler. Türkiye’de olan da tam budur.

 

Bireyin siyasal karşılığı eşit ve özgür yurttaş bilinci olduğundan kendi kendine yeten, ekonomik değer üretebilen rasyonel bireylerin siyasal kurgusu anayasal kamu düzenidir. Evrensel insan hakları, devleti hesap vermeye zorlayan vergi bilinci, hukuk devleti bu ortamda yeşerir. Evrensel değerleri özümseyerek özgüven kazanamayan, yetişkinliğe geçemeyen topluluklar ise, bilimin ve teknolojinin getirdiği altyapı değişiminden korkar, kendini içinde güvende hissedeceği kimlik temelli informel gruplara sığınır. Modern dönemde de olsa bunlar kabile yapılarıdır. Bu sosyolojik hastalığın, kentleşmeyle birlikte kendisini gösteren semptomuna “mahalle taassubu/bağnazlığı” adı verilir.

 

Mahalle bağnazlığı, kabile tarafgirliği, asabiyet bilinci, tarım toplumu sosyolojisinin ürünü ve bu çağa ait olmayan arkaik yankılardır sadece… Bazı Hollywood filmlerinde mahalle bağnazlığının tipik modeli sergilenir. İlçeye gelen ya da yolu oradan geçerken konaklamak zorunda olan kendi vatandaşlarına bile; “burada ne arıyorsun yabancı” tavrı gösteren ve önce ayrıksı, giderek düşmanca davranan kasabalıları görürsünüz. Kabile toplumu kendisi gibi olmayandan korkar. Bu korku hızla önce öfkeye, sonra nefrete ve düşmanlığa dönüşür. Çünkü her farklılık kendi kapalı toplumlarının varoluşunu tehdit eden bir saldırı olarak tanımlanır. Bu zihniyetin bir diğer özelliği, kendi kafa konforunu sağlayan kurgu ile çelişen her şeyi komplolarla açıklaması, açıkça kanıtlanmış nesnel gerçekleri bile görmezden gelerek reddetmesidir. Bu çerçevede resmî tarih tezine alternatif olarak üretilen “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” düzeyinde iddialar, Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri, dünyayı yöneten gizli ezoterik güçler gibi önermeler, gerçekliğin kendisinden çok daha açıklayıcı görülür.

 

Kendi içlerindeki mensuplarını kabilenin mutlak doğruları istikametinde biçimlendirmek yaşamsal önem taşır. Kabile toplumu değerlerini esas alan dogmatik anlayış, kendini yeniden üretebilmek için kolektif indoktrinasyonu yegâne eğitim yöntemi olarak benimser. Kendi içine kapalı ve adeta bir yankı duvarı gibi kendi gerçekliğini tekrarlayarak büyüten mahalle bağnazlığı/kabileci zihin; dünyayı ve kendi dışındaki gerçekliği kavrayamadığı için hırçındır ve içe kapanmacıdır. Dünyanın büyüklüğü, yaşamın çeşitliliği fobilerini tetikler. Başka gerçekliklere, dolayısıyla başka yaşam tarzlarına tahammülleri yoktur. İmkân bulduklarında kendi yaşam tarzlarını ve bunu meşrulaştıran dogmalarını kabilenin dışındakilere dayatmak isterler. İnanç öğretileri, kendi kurtuluşları için diğer herkesin de klanın doğrularını kabullenmesini sağlamayı bir ödev olarak yüklediğinden bu dayatmaları yaparken fetihçi bir haz duyarlar.

 

Bütün bu özelliklerinden dolayı da çağdaş anlamda kamusal düzen kurmaları olanaksızdır. Hayalini kurdukları geçmiş parlak günlerin hep geleneksel toplumlarda, küçük ölçekli tarımsal ekonomiklerde yaşandığını ve bugün için birebir biçimsel model olamayacağını kabul etmezler. Şablonlar ile düşünür, kalıplar ile yaşar, termodinamiğin entropi yasası ile, zaman oku ilkesi ile kavga edip dururlar. Aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağını görmeyi reddederler. Varoluş gerçekliğini keşfetmeye çalışmak yerine bambaşka bir gerçekliği, adeta bir deli gömleği gibi bugüne giydirmek için zorlarlar. Sorgulamaktan korkarlar, birçok tabuları vardır.

 

Topluma yön veren zihniyet, evrensel değerleri esas alan rasyonel akıl ve birey merkezli olursa ancak o zaman düzen kurucu paradigmadan bahsedilebilir. Geleceğin dünyasında antropolojik bir kalıntı değil, küresel düzenin onurlu bir unsuru olabilmek ancak böyle bir yapıyla mümkün. AK Parti’nin kuruluşunda bu konulara ilişkin ciddi bir entelektüel çaba söz konusu değildi. Siyasal tercihler daha ziyade pragmatik bir biçimde yapılıyordu. Yakın dönemde maruz kaldıkları baskıların, kendi hizipleri içinde tanık oldukları açmazların da etkisiyle sahici bir tartışma sürecinden geçiyorlardı ve büyük olasılıkla değişim arayışında samimiydiler. Ama taşıdıkları zihniyet sebebiyle kastettikleri değişim tamamen üstyapıya ilişkindi ve kozmetikti.

 

Dolayısıyla “kervan yolda düzülür” yaklaşımıyla başlayan serüvende, el yordamıyla bulunan “muhafazakâr demokratlık” içi boş bir slogandan ibaret kaldı. 2007’de ve 2008’de karşılaşılan tehditler AK Parti kadrolarının alışık ve bağışık oldukları türden, bu çağa ait olmayan arkaik yankılardı. Dolayısıyla onların üstesinden gelebildiler. Paradoksal biçimde, bugün yakındıkları gerçek anlamda demokrasi, özgürlük, modernleşme ve küreselleşme talebini doğuran dinamikler o dönemde attıkları adımların, bugün belki de “tarihsel yanılgı” olarak nitelendirecekleri siyasal ve hukuki reformların ürünü olarak ortaya çıktı. Tarihsel diyalektiği doğrularcasına kendi antitezlerini ürettiler. Bu tepkilere ise yanıtları yoktu. Zihniyetleri derinlerde, özgür bireylerden oluşan çağdaş bir toplum ve demokratik anayasal kamu düzenine değil, özgürlüklerin Emannameler ile bahşedildiği ve bunun bir övünç kaynağı kabul edildiği geleneksel toplum düzenine uygundu. Zihniyet sorgulamasını ise hiç yapmamışlardı. Sloganlar, şablonlar ve kalkınmacı ekonomik model yetersiz kalınca oyunu kendi aşina oldukları sahaya taşıdılar. Uykuda olan mahalle bağnazlığını uyandırdılar. Kutuplaşma ve kabile bağlılığı ile bu mahalle maçını çevirebileceklerini sandılar. Emanname’nin anayasal hakları, sadakanın sosyal devleti ikame edemiyor olmasını kendilerine yönelik komplo olarak algıladılar.

 

Sonuç Yerine

 

AK Parti iktidarının yol açtığı türbülans sadece bir siyasal akımın değil bütün bir zihniyetin ve zihin kodlarının da sorgulanmasına yol açtı. Bu sorgulama Türkiye’yi daha aydınlık bir geleceğe taşıyacağının işaretlerini barındırıyor. Bunun için siyasal ayrışmanın eksenlerini doğru tanımlamak gerekiyor. Söz konusu eksenleri Türkiye ile sınırlı olmayacak şekilde küresel siyasette okumak da mümkün.

 

İnsan yaşamını kutsal değer bilenler ile bireylik bilincine saygı duymayan kitleselcilik-totaliterizm yanlıları,

 

Özgürlükten yana olanlar ile baskıcı zorbalar,

 

Bütün insanların eşit olduğuna inananlar ile ayrımcılıktan beslenenler,

 

İnsanların mutluluğa ulaşma arayışını temel hak sayanlar ile acıyı, ıstırabı, kederi kutsayanlar,

 

Evrensel insanlık değerlerini, insanlık ailesinin kuşakları aşan birikimindeki bilgeliği kuşananlar ile kabile totemine sarılanlar,

 

Doğal çevreye duyarlılık gösterenler ile büyük bir açgözlülükle her şeyi metalaştıranlar,

 

Kamu yönetiminde adalet, şeffaflık, hesap verme bilinci ile çağdaş kurumsal yönetişim yapısını benimseyenler ile devleti kendi mülkü, vatandaşı kulları görme kibrinden vazgeçemeyenler,

 

Akıldan ve bilimden yana olanlar ile safsatalara sarılıp tarih yerine efsaneleri tercih edenler…

 

AK Parti hikâyesinin, geçmişte kendisine umut bağlayanlarda yarattığı hayal kırıklığını anlatan Ahmet Kaya ile başlamıştık. Cumhur İttifakı’nın benimsediği değerler ve ittifakın açık-örtülü ortakları göz önünde bulundurulduğunda hikâyenin bitişine şu nağmeler daha uygun düşecek…

 

Saçların tarumar, gözlerinde nem

Ateşe benzerdin küle dönmüşsün

Hayal mi gerçek mi gördüğüm, bilmem

Elden ele gezen güle dönmüşsün

 

Hiç eser kalmamış eski hâlinden

Yazık!… Geçmez akçe, pula dönmüşsün

Hayal mi gerçek mi gördüğüm bilmem

Elden ele gezen güle dönmüşsün

İLGİLİ YAZILAR

hale sert

PERSPEKTİF’TE 2022

Clotilde, Eligia, Belgin, Bergen… Sonunun elbet geleceği erkek şiddetine karşı simge isimler olarak varlıklarını sürdürmeye devam edecekler. Hem ‘yüz yalnızca sevgi uğruna gösterir kendisini’.

“Yüz kutsaldır”, Çöl ve Tohumu isimli romanda böyle geçiyor. Romanda yüzüne asit atılmış Eligia’nın hikâyesine oğlu Mario’nun dilinden ve bakış açısıyla şahitlik ediyoruz. Yüzün önemine ilişkin şu cümle, neden başka bir uzva değil de özellikle erkeğin kadına zarar vermek istediğinde yüzüne saldırdığını da açıklıyor: “Yüz, ötekini kabul etmek içindir, kabul ettiğimiz her şey yüzdedir: Göz, kulak, ağız, hatta darbe yiyen yanak.” Yüze yapılan yıkıcı saldırı, öldürmenin bir adım öncesindeki bir reddiyedir o halde, ‘senin varlığını reddediyorum’un ifadesi.

 

Arjantinli yazar Jorge Barón Biza’nın Çöl ve Tohumu isimli romanını ses sanatçısı Bergen’in trajik hayatını anlatan Bergen filmi vizyona girmeden önce almıştım. Filmi izledikten sonra kitabın arka kapak yazısı hatırıma geldi. Romanda da tıpkı Bergen gibi yüzüne asit atılan bir kadının hikâyesi anlatılıyordu. Bambaşka iki ülkede farklı tarihlerde geçen bu iki hikâyenin benzerlikleri, ayrışan yönleri nelerdi? Şiddetin, erkek şiddetinin doğası, böyle bir erkekle yolu kesişmiş kadınların tepkileri, onların doğası da benzer miydi? Kadınların karakterleri, donanımları, sosyal statüleri neydi? Dönemin toplumsal koşulları nasıldı?

 

Çöl ve Tohumu Arjantin’deki siyasi hareketlerinin içinde, olayların yansımalarıyla ilerliyor. Yazarın otobiyografik hikâyesine dayanan anlatıda baba Aron, bir yandan devrimlere karşı mücadele ediyor, diğer yandan roman yazıyor. Aron’un içinde kadınlara, solculara, faşistlere, devrimcilere kısacası herkese karşı duyduğu büyük bir öfke ve nefret var. Romanda bu nefretin kökenlerini çok anlayamıyoruz, sanki kendinde mündemiç bir öfke. Aron, önceki karısının ölümünden sonra yüksek bir bürokratın kızı olan Eligia’yla evleniyor. Yaklaşık 28 yıl süren evlilik sürekli ayrılma-barışma zikzaklarında geçiyor, dahası ilk boşanma davasını Eligia onlar henüz 7 aylık evliyken açıyor.

 

Bergen’in hayat hikâyesine dayalı filimde ise 80 darbesi sonrasının karmaşasının tüm yaşananlara sirayet ettiğini görebiliyoruz. Filmin hikâyesinin merkezinde yatan tohum fikir, ‘Erkeğe hayır diyebilme cesaretini gösteren kadını bekleyen hayat nasıldır’ sorusudur. Filmde ilk ‘hayır’ı, küçük Belgin’in babasını terk eden annesinin ağzından duyarız. Şiddet mağduru Bergen’in hikâyesi, annesinin de hikâyesidir aynı zamanda. Aldatılmayı kabul etmeyen kadın küçük kızını da yanına alarak başka bir şehre, Ankara’ya gider. Erkeğin ulaşamayacağı bir mekâna kaçış ve tüm zorlukları göze alma teması film boyunca sürecektir. Annenin kaderi kızına yazılacaktır. Annenin tüm çabası, kızına müzik eğitimi aldırarak konservatuarı birincilikle kazanmasını sağlayacak olsa da geçmiş, yoksulluk ve babanın yerine bir baba bulma güdüsü Belgin’i kaderine çekecektir.

 

Okulunu bırakan, sahnenin getirdiği kazancın yüzünü güldürdüğü Bergen, Adana’da babasına benzer bir adamın kurgusuna düşer ve tüm hayatı çıkışsız bir yola girer. Bergen şiddet görür, “kocasına” hayır diyebilmiştir, çekip gidebilmiştir fakat adam onu peşini bırakmaz. Sanırım filmin aslında biraz kapalı bıraktığı alan burada düğümleniyor. Bir erkeğin “sevdiği” için kadına şiddet uygulaması meselesinin hiçbir zemine oturmadığını gösteriyor film fakat ‘o halde neden’, sorusunun cevabını kurcalamıyor. Bu tavrın kasıtlı olduğunu, çünkü erkek şiddetinin nedenini anlamaya çalışmanın bile ona bir makuliyet belki de mağduriyet getirmesi istenmemiş. Erkeklere yıllardır açılan gereksiz alanın kapatılması amaçlanmış.

 

Güçlü Kadına Tahammülsüzlük

 

Benzer durumun, Aron içinde geçerli olduğunu, onun şiddetinin nedenin de anlaşılmadığını söylemiştim. Belki de mesele şiddete yönelimli erkeklerin güçlü kadına tahammülsüzlüğüdür. Eligia kariyerinde çok başarılı bir kadındır, romanda onun kariyeri şöyle anlatılır: “Çağdaş bir kadın, bir siyasetçi, yetkin ve çağdaş bir eğitim uzmanı izlenimini vermeye gayret eder… Bu onun geçmişiyle uyum sağlar. Fakültede birincilik, tarih hocalığı, İsviçre’de iki yıllık uzmanlık eğitimi, yirmi yıllık tecrübe… Üstüne binlerce masum yeni yetme öğretmeni keyfi atamaların istikrarsızlıklarından, Don Juan karakterli vekillerin tehlikeli pençelerinden çekip kurtaran Öğretmenlik Kanunu’nun yetkilendirdiği en üst mevkide memurluk.”

 

Eligia sadece başarılı bir kadın değil, kadınların mesleklerini hakkıyla yapabilmeleri için kanun yapımında çalışan bir memur. “Don Juan karakterli vekillerin tehlikeli pençeleri” ifadesinde durmak gerekiyor. Farklı kılıklara girerek, farklı yüzler takınarak kadınları baştan çıkaran efsanevi Don Juan karakterinin hayattaki karşılığına… Böylesi karakterlere karşı kadınların uyanık olması ve kendilerini koruyabilmeleri için de mesleklerinde güvenli bir şekilde ilerleyebilmeleri gerekiyor.

 

Fakat her ne kadar Eligia böylesi bir ideal için çabalasa da bu döngünün hayatta garip bir karşılığı var. Aron’un bir Don Juan olup olmadığını bilmiyoruz ama Bergen’in karşısına çıkan adamın böylesi bir karakteri var. Filmde Bergen’in hayatına giren ve onun hayatını mahveden bu adama isim verilmiyor. Bu tavır bir yandan onu anonimleştiriyor, böylelikle onun nezdinde binlercesinin varlığına dikkat çekiliyor aynı zamanda onu isimsizleştirerek değersizleştiriyor. Bu isimsiz erkek, tıpkı romanda ifade edildiği gibi evli olduğu halde genç Bergen’i kendine ram edebiliyor.

 

Bergen de işinde başarılı bir kadın, şarkılarını söylerken baştan aşağı seslendirdiği o şarkı olan bir sanatçı, zaten karşısındaki erkeği çileden çıkaran da onun başarısı ve görünür olması. Bu başarı devam ettiği müddetçe erkek kendisinin silindiğini hissediyor. Bu silinmeye dayanamadığı için kadının yüzünü silmeyi deniyor. Bergen’in yüzünün asitle yakılması, onu Eligia’yla mecralar arasında buluşturan elim olay. Filmde bu felaketin ardından Bergen bir ameliyat geçiyor ve iyileşmesi yaklaşık iki yıl alıyor. Bize bu süreçle ilgili çok fazla detay aktarılmıyor. Biz onun artık tek gözüyle gördüğünü, hasar gören diğer gözünün zarif bir şekilde kapatıldığını izliyoruz. Eligia’nın yüzünün iyileşmesi ise romanın tüm anlatısının oturduğu ana zemini teşkil ediyor. Bu iyileşme süreci, doktorların müdahaleleri, ameliyatlarla ilgili ayrıntılar kişinin kendini tanıması, kendini kazması ve sonrasında yeniden inşa etmesi gerektiğine dair bir metafora dönüşüyor.

 

Eligia’nın Milano’da geçirdiği ameliyatları yapan profesörün ağzından bu metafor şöyle ifade ediliyor:

 

Deri bizde neyi gizler? Bunun altında temel bir mesele olmalı, böylesine arzulanan böylesine sevilen yüzeylerin azıcık ateş ya da asitle hayretlere dönüşen bir manzaraya dönüşmelerine neden olacak bir mantık.



Yüzeyde yani deride yalnızca yüzeysel çözümler bulunur, bunlar acil cerrahinin kapsamındaki şeylerdir. Ama bizler, biz rekonstrüktifçiler derinde olan şey üzerine çalışan insanlarız. Örtmek yerine içine gireceğiz, asidin ulaşmadığı yere kadar derine ineceğiz. Şimdilik bu labirent derinizin yarısından fazlasını kaplıyor, buradan çıkış yok. O halde kazalım gitsin. Bunu çözmenin yegâne cesur yöntemi budur.

 

Eligia, kendisini yaralamış o “nefret”ten sonra kendine dair hakikati bulacak ve bu hakikat üzerine kendini yeniden inşa edecektir. Trajedi; yeni bir yüz, kişilik oluşması, eski kalıntıları kazımak için bir imkâna dönüşecektir.

 

Eligia kendini yenilemek için yaklaşık yirmi ameliyat geçirir ve uzun yıllar yüzündeki yama izlerini kapatacak kremlerle, kapatıcılarla yaşar. Yüzünde hemen hiç kas kalmamış, saplı dokulardan yüzüne nakledilmiş, göz kapakları dahi kendi bedeninden alınan deriyle yeniden yapılmıştır. Mario’nun onun yüzüne ilişkin gözlemleri uzun uzun anlatılır romanda. Biz hem Mario’nun annesine sadık, özverili bakımını hem de onun da kendini kazma, tanıma yolculuğunu okuruz. Mario acı bir yüzleşmeyle kendisinde babasından gelen “şiddet dölleri”ni de görür. Ayrıca annesini de sorgular, yıllarca babasının yanında olması nedeniyle ona da bu şiddetin bulaşmış olabileceğini düşünür. Şu sorgulama ürkütücüdür: “Kötülükle yaşamaya bir kez karar verildiğinde, geriye saflık kalır mı?… İnsan hak etmeyen birini sınırsızca severse, er ya da geç o sevginin yüceliği, diğerini o sevgiye layık birine çevirir”.

 

Eligia her ne kadar ayrılma ve boşanma mücadelesiyle Aron’la uzun yıllar geçirse de genç Bergen’in ona şiddet uygulayan kocasından ayrılmakta daha kararlı olduğunu görürüz. Bergen, boşanır ve korkusuzca kendisi olmaya, şarkısını söylemeye devam eder. Sahnede bıçaklandığında bile şarkısını söyleme devam etmesi bunun en bariz kanıtıdır. Yüzüne kezzap atıldıktan sonra da tek gözüyle kendisine yeniden oluşturduğu imajıyla sahnede, dillerde ve gönüllerdedir. Onun için üzülen hayranlarına dönerek söyler: “Benim için Üzülme”yi. Seni Kalbimden Kovdum, Sen Affetsen Ben Affetmem şarkılarını, peşini bırakmayan o zavallı için söylediğini düşünürüz.

 

Güneş Gözlüklerinin Ardına Gizlenen Kötülük

 

Çöl ve Tohumu’nda “Faşistlerin yüzlerini, aslında içlerindeki o kötülüğü; koruyucu gözlüklerin, berelerin, güneş gözlüklerinin ardına saklayamayacağını biliriz” deniliyordu. Bergen’i sözde sevgisiyle kandıran erkek başlarda hep gözlüklüdür. Güneşten, ışıktan bağımsız güneş gözlüğüyle görürüz onu, içindeki kötülüğü genç Bergen’den saklama ihtiyacı sanki. İçindeki kötülük aşikâr oldukça gözlüğü de takmaz olur.

 

Eligia, gerçek hayatta Clotilde adında pedagoji alanında çalışan feminist, yetkin bir akademisyendir. 1958 yılında Arjantin Millî Eğitim Bakanı olur. Romanda, Eligia’nın anneler çalışabilsin diye ikili eğitim veren okulların, teknik uzmanlaşma enstitülerinin açılması, uzak yerlerde yüzlerce eğitim kurumunu hayata geçiren hudut okulları yasasının çıkması, hakiki demokratik içeriklerle beraber eğitimin modernizasyonu için çalıştığı bilgisi verilir. Eligia, “akılcı bir eğitim sayesinde ülkesindeki tüm kadınların, modern dünyadaki bütün cesur atılımlara yetecek seviyede olduklarını gösterme hayaline kapılmıştı(r).”

 

Clotilde, Eligia, Belgin, Bergen… Sonunun elbet geleceği erkek şiddetine karşı simge isimler olarak varlıklarını sürdürmeye devam edecekler. Hem “yüz yalnızca sevgi uğruna gösterir kendisini”.

İLGİLİ YAZILAR

‘Homo Sovyetikus’ ve Rusya Sorunu

PERSPEKTİF’TE 2022

Ukrayna işgali, farklı jeopolitik dinamikler rol oynasa da asıl olarak Putin’in yıllardır ilmek ilmek dokuduğu Ruskiy Mir (Rus Dünyası) ütopyasının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıktı. Zira Putin, Rusya’nın geleceğinden çok geçmişiyle meşgul. 1990’lar sonrası tarihin dönüşü ve birçok yerde zuhur eden milliyetçi dalganın ürettiği ‘retropya’, zihin kodlarını şekillendirmiş durumda. Kendisine, retropyasına ve büyüklüğüne âşık Putin, 20 yıldır dinmez bir tarihsel eşzamanlama krizi içerisinde kıvranıp duruyor. Şimdi krizden çıkması için ‘nasıl kaybedeceğinden’ başka senaryosu kalmamış bir halde…

‘Homo Sovyetikus’ ve Rusya Sorunu

[Çar Nikolay] Kendi kendine ‘Ya ben olmasaydım Rusya’nın hali nice olurdu!’ dedi. ‘Hem yalnız Rusya değil, bütün Avrupa ne yapardı bensiz!’…Strateji yeteneklerine yönelik bu övgü Nikolay’ın çok hoşuna gitmişti, çünkü ne kadar stratejik yetenekleriyle gurur duysa da ruhunun derinliklerinde böyle bir yeteneğinin olmadığını bilirdi. Şimdi de uzun uzun övülmek istiyordu…Çevresindekilerin gerçeğe aykırı dalkavuklukları çarı öyle bir hale getirmişti ki, sözlerindeki, hareketlerindeki çelişkilerin farkına varmıyor, mantığa, hatta doğrudan doğruya sağduyuya aykırı davrandığını anlamıyordu. Tam tersine, buyrukları ne kadar saçma, haksız, birbirine zıt olsa da ağzından çıktı mı onun gözünde anlam, doğruluk, uygunluk kazanıyordu.

Hacı Murat, Tolstoy, 1896

 

Aylardır, hatta yıllardır, Rusya’nın attığı adımları jeopolitik araçlarla açıklamak ve gelecek projeksiyonları yapmak için yüzbinlerce sayfa yazıldı, yazılıyor. Devasa bir literatür oluşmuş durumda. Ancak bütün bu değerli emeğe rağmen Moskova’nın jeopolitik projeksiyonunu yapmak zannedildiği kadar kolay değil. Zira ne realist büyük güçler okumasının ne de politik-psikoloji değerlendirmelerinin, histeri düzeyinde bir tarihsel revizyonizmin inşa ettiği dünyaya dair sıhhatli tahminlerde bulunması mümkün oluyor. Bu, emeği verenlerin yetenekleriyle ilgili bir mesele değil. Farklı yönleri ve dinamikleriyle Rusya’yı, Avrasya siyasetini ve ekonomisini, küresel jeopolitiği ve güvenlik başlığını özenle takip etmek; şanlı günlerine geri dönme özlemini toplumsal bir hınca dönüştürmüş, siyasal tahkimatını yapmış Moskova’ya dair etraflı ve tutarlı tespitlere imkân sağlıyor. Ancak Kremlin’in işgallerine yönelik tutarlı ve rasyonel tahminler için yeterli olmuyor. En azından 2014 Kırım ilhakına kadar durum kabaca böyleydi. Hatta denilebilir ki bu senenin başına kadar bile, Kırım tecrübesine rağmen, Kremlin’in yeni bir işgale hem de Ukrayna gibi kendisinden sonra Avrupa’nın ikinci büyük devletine yönelik 18’inci yüzyıl tarzı bir kolonyal işgal girişimi ilk senaryo olarak görülmüyordu.

 

Gerçekleşmesine en az ihtimal verilen senaryo birkaç gün içerisinde hayata geçti. Daha doğrusu Putin’in, 2007’den itibaren başı sonu belli bir şekilde dillendirdiği, üzerine tarihsel revizyonizmini işlediği makaleler yazdığı, konuşmalarında sık sık vurgu yaptığı hafıza kavgalarından süzülerek gerçekleştirdiği 40 dakikalık konuşmayla Ukrayna’yı işgal kararını bütün dünya duymuş oldu. 40 dakika içerisinde, Rusya’nın geçen yüzyıl boyunca on yıllar süren gelişmelerin ardından yaşadığı kırılmalarını bu yüzyılda da yaşamasını güçlü bir ihtimale dönüştürdü. Putin, 20’nci yüzyılda iki kez kalbi durup geri dönen ‘imparatorluğunu’, nereye ve hangi tarihe döndürmek istiyordu bilemiyoruz ama 21’inci yüzyılda tarihsel bir jetlag krizine soktuğuna şüphe yok.

 

Bu durum bir yönüyle kaçınılmaz bir sondu. Zira son 20 yıl boyunca Putin merkezli inşa edilen Kremlin iktidarı açısından Rusya’nın geleceğinden ziyade geçmişi her zaman daha hayati önemi haizdi. Milliyetçi ütopyalar öncelikle liderlik düzeyinde nostalji epidemisine yol açarlar. Eğer nispeten işlevsel bir demokrasi ve kozmopolit bir bilinç de yoksa bu epidemi toplumu da hızla içine alır. Geleceğin ağır yükü ile uğraşmaktansa geçmişe iltica edilir. Çünkü geçmişi yeniden farklı bir kalıba sokmak, ciddi demokrasi açığı veren ama tahkim olmuş bir devlet için oldukça konforlu bir tercihtir. Bu yolda geçmişte yaşanmış tecrübeler, hele Rusya örneğindeki gibi dünyanın en ağır felaketleri ve yıkımları da dersler çıkarmaya yeterli olmaz. Bu noktada devreye seçici amnezya girer ve kadim şanlı tarihin hafızasının tezkiyesi sağlanır. Aynı anda hafızadan seçilmiş travmalar da özenle tarihsel arkeoloji marifetiyle ortaya çıkarılır.

 

Bu durum sadece Rusya’ya özgü de değildir. 1990’larda bir taraftan Batı’da tarihin sonu ilan edilirken dünyanın birçok yerinde tarih yeniden başlıyordu. Sırplar Lazar’ın tabutunu 600 yıl sonra kilise kilise dolaştırıp küllerinden diriltiyor, İslamcılık asrı saadeti(ni) arıyor, milliyetçilikler kendilerini fark ediyor, medeniyetler yeniden keşfediliyordu. Hatta daha üç yıl önce, yani Lazar’ın cenaze törenlerinden 30 yıl sonra, 2019’da Franco’nun İspanya’da tekrar cenaze defni bile yapıldı. Türkiye’nin de son yıllarda tarihin içerisinde kaybolmuş siyasal kodları, tozlu sayfalardan zaferlerin keşfi, tarihsel şahsiyetlerin bugünün siyasal tüketimine uygun bir şekilde canlandırılması, Kemalizm’in hayata dönüşü, tarihi dizilerden sunulan jeopolitik ve her yönüyle nostaljiye ram olmuş kamu teminatlı tarihi referanslarla kendisini ifade eden toplumsal ruh halini gözlerimizin önüne getirmek, hafızanın mühimmata dönüşmesinin ve siyasallaşmasının sonuçlarına dair bir fikir verebilir.

 

Rusya post-Sovyet döneminde, Putin’in iktidara gelmesiyle benzer bir süreci en dramatik şekilde yaşayan ülkelerden biri oldu. Cüssesinin büyüklüğü, askeri gücünün azameti, ekonomik kaynaklarının bolluğu ve küresel düzeyde hegemon gücün 11 Eylül sonrası yaşadığı jeopolitik bunalım; Moskova’nın tarihinin ve hafızasının dehlizlerinde sorunsuz bir şekilde yol almasına imkân verdi. Putin’in yapması gereken tek şey, zuhur eden bu hafızayı kudretli devlet (velikaya dırjava) hedefine yöneltmekti. Altın Orda Hanlığı sonrası kurulan Moskova Knezliği’nden beri kesintisiz altı asırlık otoriterlik geleneğine sahip bir ülke için bu hedef oldukça gerçekçi ve zamanın ruhuna uygundu.

 

‘Ruskiy Mir’ Ütopyası

 

Alexander Solzhenitsyn’in 90’larda yazdığı Rus Sorunu kitabında “Rusya’nın, Stalin ve Kuruşçev’nin harap ettiği Sovyet öncesi dönemin ruhani küllerinden bir tenasüh ile diriltilmesi fikri” ilerleyen yıllarda retropolitik okumanın aracına dönüşecek Rus Dünyası fikrinin tohumlarını atmıştı. O dönemde Rusya’nın, Sovyet ideolojisinden de kolonize ettiği Güney Kafkasya ve Orta Asya’dan da arınması gerektiği seslendirilip, Doğu Slavlarını tek bir devlet çatısı altına alacak şekilde Belarus, Ukrayna ve Kuzey Kazakistan’a odaklanılması tartışılıyordu. Daha sonra kamu diplomasisi fikri olarak ortaya çıkan ama Putin’in ilk kez 2001’de telaffuz etmesiyle önce retropolitik okumanın daha sonra ise yeni Rus jeopolitik zihnin oluşmasına katkı veren Ruskiy Mir (Rus Dünyası) yaklaşımı, Kremlin’in adımlarında meşrulaştırıcı bir kavrama dönüşecekti. Putin, 2014’te Kırım’ın ilhakı sonrasında “Rus Dünyası iştiyakını Rus tarihinden ve birliği tekrar tesis etme hedefinden almaktadır” diyecekti.

 

Ukrayna işgali, farklı jeopolitik dinamikler rol oynasa da asıl olarak Putin’in yıllardır ilmek ilmek dokuduğu Ruskiy Mir ütopyasının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıktı. Bu, bir yönüyle Rusya için tam anlamıyla deja vu haline de denk geliyor. Zira Rusya, ulus devlete dönüşemeyen bir imparatorluk olarak, yüzyıllardır ‘kendi dünyasını’ tekraren kolonize etmekle meşgul bir ülke. Ruskiy Mir, benzer milliyetçi ütopyalar gibi çoğunlukla öteki olarak kodladığı aktörlerden çok daha fazla kendisine ait ve mülkü(nde) gördüğü yerler ve unsurlarla kavga halindedir. Bunu yaparken bütün Rus halkını ve kaynaklarını jeopolitik hedefleri için rehin alırken kendisi de tarihsel revizyonizminin kurbanı olmaktan kurtulamıyor. Putin de oldukça rasyonel, soğukkanlı, mutasavver ve hesabını iyi yapan bir isim olarak nam yapıp en temel küresel jeopolitiğin ümmisi konumuna düşüyor. Bu durum kısaca, Putin ve Rusya açısından hem son 20 yılın hem de son 20 günün özetinden ibarettir.

 

Topraklarında 11 zaman dilimi bulunan, 16’ncı yüzyıldan beri dünyanın en büyük ülkesi olan, Japonya’dan Amerika’ya, Çin’den Polonya’ya 18 kara ve deniz komşusuna sahip, Asya kıtasındaki parçası Asya’nın, Avrupa kıtasındaki parçası Avrupa’nın en büyük devleti olan 17 milyon km karelik Rusya’nın 18’inci yüzyıl tarzı işgal ve ilhaklar içerisine girmesini salt teritoryal arzularla veya güvenlik endişeleriyle açıklamak pek ikna edici durmuyor. Zaten Putin de öyle yapmadı. Kullanışlı tarih metodolojisiyle, Sovyetler sonrası yaşanan yenilgi duygusunu tamir etmek üzere icat edilmiş toplumsal hafızayı sınırları zorlayarak istismar etti. Bush’un Afganistan ve Irak işgalleri öncesi yaptığı, her yönüyle absürt ve ucuz ‘bizle misiniz terörle mi’ konuşmasını aşmayı başaran Putin; yaşananın işgal değil ittihat, uluslararası temel hukukun ihlali değil Soğuk Savaş’ın Rusya’dan gasp ettiği mülkünün hukuki iadesi olduğunu söyledi. Zaten Putin, kadim Rus coğrafya ve halk tahayyülünde müstakil bir Ukrayna, Ukraynalılar ya da Malorusyalıların bulunduğunu kabul etmiyor. Hatta tartışmayı Ukrayna’nın Ortodoks kilisesinin otosefal statü kazanmasına kadar götürüyor.

 

Dresden’de sıradan bir KGB elemanıyken Sovyetlerin ölümünü iliklerine kadar yaşayan Putin, 30 yıldır bu ceset üzerinde yaptığı otopsi sonuçlarından jeopolitik sonuçlar çıkarmakla meşgul. Zira 2007 Münih Güvenlik Konferansı’ndan bu yana, aralıklarla yaptığı konuşmalar ve ilginç bir tarz olarak yayınladığı makalelerden; Putin’in Dresden’de ofisi basılmadan önce etrafta ne varsa yakmaya çabalarken Moskova’ya ulaşamamasının açık bir travmaya dönüştüğü görülüyor. 2000 yılında çıkan kitabı Birinci Adam’a aldığı bir röportajında bu durum için ‘gücün felç olması’ diyor ve müsebbibinin ideoloji, idare veya ekonomi olmadığını, asıl sebebin irade yoksunluğu olduğunu düşünüyor: “Kendimize güveni sadece bir an kaybettik ve bu, dünyada güç dengesinin bozulması için yeterliydi”.

 

 

Putin’in ‘o ana’ dair takıntılı bir tavır geliştirdiği bir sır değil. Geçen sene yayınladığı tarihsel revizyonizm ve abartılı sembolizm referanslarının bolca kullanıldığı makalesinde ‘tek ve bütün’ teziyle Rusya ile Ukrayna’yı birleştiren Putin, savaşı ilan ettiği konuşmasında ise “müstesnalığa, yanılmazlığa ve her şey için kendilerinden izin alınan makam olma üstünlüğüne yaslanan küstah konuşma hakkını nereden alıyorlar?” diye sorarken Amerikan istisnacılığının karşısına Rus müstesnacılığını koyuyordu. Bu dikotomi, Putin ve Rus aklı açısından birçok sorunu (hatta bütün sorunları) çözen ve meşrulaştıran bir gerekçe sunmaktadır. Ukrayna işgali, bu yönüyle, Rus aklında bir yandan tarihsel parçaların birleştirilmesi diğer yandan uluslararası düzenin Sovyetlerin Sovyetler olduğu zamanlardaki gibi yerli yerine oturtulması işlevi görmektedir. 2008’den bu yana Rus müstesnacılığının sorunsuz bir şekilde işlediğine ikna olan Putin, asıl kızıl elması Ukrayna’yı da bu sürece dahil etme fikrini yıllardır olgunlaştırıyordu. Bu zihinsel kodlar içerisinde, kendisine fazlaca odaklanan Moskova, 2001-2020 döneminde Batı’da yaşanan siyasal, toplumsal ve jeopolitik hali bir statüko olarak okumuşa benziyor. Duran, çöken, çözülen, iktidarsız, lidersiz, cesaretsiz ve demokrasiyle hadım edilmiş Batı okuması, son 20 yılda oluşan Rus aklını fazlasıyla ikna etti. Bu kendi kehanetiyle fazlasıyla mutmain halden de işgal çıktı.

 

Putin’in Retropyası

 

Rus tankları Ukrayna sınırını geçtiği anda Ukrayna tartışması bir Rusya krizine dönüştü. Yıllardır gerek Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan devletler gerekse de Batı ile kurduğu ilişkilerde tartışma ve gerilim eksenini NATO genişlemesi üzerine kuran Moskova, bir anda bambaşka bir tartışma düzlemini kendi eliyle inşa etti. NATO genişlemesi konusunda kısmen haklı sayılabilecek bazı argümanları da bu yeni zeminde erimek zorunda kaldı. Putin, Ukrayna sorununu revizyonist bir tarih okumasıyla milliyetçi ütopya içerisine sokarak jeopolitik, güvenlik ve dış politika rasyonelliğinden de uzaklaşmış oldu.

 

Bu durumun ilk çıktısı Moskova’nın Ukrayna sorunu olarak ele aldığı tartışmanın dünya tarafından ‘Rusya Krizi’ olarak tanımlanmasına yol açtı. Putin’in konuşmasından sonra Ukrayna’dan çok daha fazla Putin’in eski Sovyet cumhuriyetlerinde atabileceği muhtemel adımlar, Avrupa’da girişeceği işgaller, nükleer tehdit, Soğuk Savaş dönemine ait başlıklar, Çarlık Rusya’sının politikaları ve Rus yayılmacılığına dair tartışmalar gündemi işgal etti. Adeta bir gün içerisinde küresel jeopolitik gündem 18’inci yüzyılla 20’nci yüzyıl arasında salınıp durdu. Gelinen noktada Putin kendisini sadece yaşanan ve yaşanacak olacak jeopolitik gerçeklikle değil, dillendirdiği alternatif tarih okuması ve milliyetçi ütopya ile de bağlamış oldu. Bu durumun yaşanmakta olan krizde Moskova’nın izleyeceği yol haritasını esir alacağını öngörebiliriz. Artık Putin ve Rus devlet mekanizmasının rasyonel işlemesine dair hiç kimsenin asgari beklenti içerisinde olmayacağı söylenebilir.

 

Ulusal güvenlik ekibiyle yaptığı toplantıda kameralar önünde istihbarat başkanıyla yaşadığı tartışma, yapılan sunumlar, toplantının şekilsel sunumu, kullanılan dil ve içerik Rusya’ya dair jeopolitik tedirginlikleri artırmanın yanında Moskova’nın ‘küresel ve bölgesel bir tehdit’ olduğu algısını da yerleştirdi. Putin merkezli ortaya çıkan fotoğraf her ne kadar kararlı bir lider görüntüsü vermeyi amaçlasa da Rusya’nın başı sonu belli bir stratejisinin olmadığını da göstermektedir. Bu durum, Ukrayna için Rus matruşkasını hazırlayanların da altlardaki kuklalarda neler olduğuna dair fazlaca bir fikirleri olmadığına, Kremlin’in yüksek hamasetine ve kararlı görüntüsüne rağmen jeopolitik yönsüzlüğüne işaret etmektedir. Dolayısıyla ‘Putin, Ukrayna’yı işgal ederek ne yapacak?’ sorusu çoğu kez cevapsız kalıyor. Bu durum biraz Rusların hava sahası ihlallerine benziyor. İnternet üzerinde basit bir arama yaptığınızda karşınıza Japonya’dan Norveç’e Rus ihlallerinin haritaları çıkar. Bu haritalara bakan bir güvenlik veya dış politika uzmanı büyük ölçüde çaresiz kalır. Zira ihlaller size başı sonu belli bir siyasal, jeopolitik veya askeri analiz imkânı vermez. Sonuçta ‘ihlal edebildiği için ihlal ediyor’ cevabına mahkûm olursunuz. Aynı cevap Rusya’nın jeopolitik analizlerini yaparken de çoğu kez geçerlidir.

 

 

Rusya açısından, fiilen tarihten kriz çıkaran yaklaşımları, arzu ettiği şekilde Ukrayna’nın tam anlamıyla Rus etkisi altına girmesi hatta ilhak edilmesi sorunlarını çözmemekte, aksine artırmaktadır. Küresel jeopolitik gerilimin G-2 dünyasına doğru gittiği bir dönemde, ABD ve Avrupa ile iş birliği açık bir şekilde çıkarına iken, Çin-ABD rekabetinde zorunlu olarak Çin’le Putin’in ifadesiyle ‘sınırsız stratejik ortaklık’, Moskova’nın tahayyül ettiği emperyal rollerinden fiilen vazgeçmesi anlamına gelecektir. Çin’le araçsal ve ikincil bir ortaklık yerine Batı ile işlevsel ortaklık ve kazandıran ilişkileri tercih etmemenin maliyeti oldukça büyük olacaktır. Hem tarihsel ve ekonomik hem de jeopolitik gündemi Avrupa’da, Kafkasya’da ve Karadeniz’de oluşan Moskova’nın, bu jeopolitik fırsatı uzunca bir süreliğine elinden kaçırdığını söyleyebiliriz. Daha kötüsü, yükselen milliyetçi ütopyanın rasyonel jeopolitik tercihleri büyük ölçüde hırpaladığı bizzat Putin’in alternatif tarih okumasında, verdiği tarihsel hafıza ve muhayyile savaşında görülmektedir. Dolayısıyla Putin’in istese de rasyonaliteye dönüşünün önündeki en büyük engel kendi inşa ettiği Rus Dünyası’dır.

 

ABD ve AB’nin Rusya Krizi

 

Ukrayna geriliminin Rus krizine dönüşmesi, ABD ve AB açısından sorunu yönetmekteki riskleri artırsa da fikir birliğinin ve reaksiyonlarda senkronizasyonun oluşmasına yardımcı olmaktadır. 2008 Gürcistan savaşında, 2013 Ukrayna ve sonrasında Kırım ilhakında, Suriye savaşında ortaya çıkmayan dayanışma Putin’in işgal kararı öncesinde bile hissedildi. Almanya’nın, Baltık Denizi’nde inşa edilen doğal gaz boru hattı projesini ivedi bir şekilde durdurması, İngiltere’nin ve AB’nin ambargo kararlarını ardı ardına açıklaması, ABD’nin yaptırımlarını sertleştirmesi geçmişten farklı bir insicamın olduğunu göstermektedir. İşgal başladıktan sonra ise Batı’nın tam teşekküllü bir şekilde Rusya ile ‘savaş kararı’ aldığı görüldü. Tarihte görülmemiş bir hızda, daha önce uygulanmamış bir ölçekte ve geçmişte telaffuz edilmemiş başlıklarda jeoekonomik savaş başlatıldı. Zira ortaya çıkan tablo bir yaptırım rejiminin ve sınırlı bir cezalandırmanın çok ötesine geçmiş durumda.

 

ABD başkanı Biden iktidara fetret dönemi olarak görülen Trump sonrası iddialı bir dış politika söylemiyle geldi. ‘Amerika geri döndü’ mottosu çerçevesinde dış politika, jeopolitik ve güvenlik yaklaşımını iki ayak üzerine kurdu: Çin’in püskürtülmesi ve Rusya’nın sınırlanması. Dolayısıyla Biden açısından Rusya ile yaşadığı gerilim, Moskova’nın attığı adımlardan bağımsız olarak ilan edilmiş bir politikaya denk gelmektedir. Bu durum Washington üzerinde halihazırda Rusya konusunda birikmiş olan baskıyı ve beklentiyi de artırmaktadır. Zira 2008’den beri Rusya’nın adımlarına oldukça cılız jeopolitik cevaplar veren Amerikan yönetimi, Bush yıllarında Moskova’yla ‘terörle savaş’ politikası üzerinden kanlı bir uyum sergilerken, özellikle Obama-Biden dönemindeki sekiz yıl boyunca Rusya’nın işgallerini izlemekle kalmadı aynı zamanda Suriye’de fiilen jeopolitik alan da açtı. Bu dönemde Rusya’ya karşı salt ekonomik yaptırımlar, güvenlik iş birliklerinin (NATO iletişimi, sivil nükleer iş birliği, AB Ortalık ve İş birliği Anlaşmasının sonlandırılması, DTÖ üyeliğinin gözden geçirilmesi gibi) sonlandırılması gibi cılız adımlar ne Moskova’nın politikalarını değiştirdi ne de ABD ve AB’nin arzuladığı sonuçların ortaya çıkmasını sağladı. Hatta Kırım’ın ilhakı ile Suriye’de ABD’nin Rusya’ya jeopolitik alan açması aynı dönemde yaşandı. Bu durum son iki üç yılda Libya’daki karşı pozisyonların oluştuğu döneme kadar devam etti.

 

Moskova’nın geri adım atmasıyla sonuçlanan Libya’daki karşı karşıya geliş ise fazla sayıda aktörün müdahil olduğu ve küresel jeopolitik gündemi etkilemeyen yapısıyla bir politika üretecek cinsten değildi. Sonuçta Rusya, jeopolitik ve askeri olarak önü açılarak, son 14 yıl boyunca ciddi anlamda alan kazandı. Güney Osetya-Abhazya’dan Suriye’ye, Libya’dan Kırım’a varıncaya kadar karşısına ne bölgesel ne de küresel bir devlet gücü çıktı. Bu durum, mercek altına alındığında son yıllardaki Rus hareketliliğinin büyük bir askeri ve jeopolitik başarıdan ziyade milenyum sonrası oluşan boşluğun Moskova tarafından iyi değerlendirilmesi olarak da okunabileceğini ortaya koyuyor.

 

Ukrayna’nın işgaliyle II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez bütün Avrupa, Kafkasya, Balkanlar ve Karadeniz jeopolitiği ciddi bir kırılma yaşıyor. Obama-Biden döneminde, özünde açık bir siyasetsizlik olan, ‘stratejik sabır’ olarak kodlanan jeopolitik yaklaşıma ‘stratejik gerilim’ politikasıyla cevap veren Putin, bugüne kadar kazanan tarafı temsil etmekteydi. Daha da önemlisi gerilim çıkararak mesafe almanın kendisi bizatihi kazandıran bir strateji olarak Rus milliyetçi jeopolitik dünyasına yerleşmiş durumdadır. Putin’in kat ettiği mesafeyi gören birçok aktör de belli ölçüde Rusya’nın bu taktiğini taklit bile ettiler. Washington’ın işgale verdiği tepki, Biden’ın ‘Rusya’yı sınırlama’ iddiasının arkasında durduğunu gösterdi. Zira yaşanan krizdeki ABD tutumu ve adımları, Avrupa ile jeopolitik eksenin geleceğini belirleyeceği gibi daha büyük sorunları olan ‘Çin’i püskürtme’ stratejisinin kaderini de doğrudan tayin edecektir. Hatta gelinen noktada ABD’nin bir Çin stratejisinin olup olmayacağı bile Ukrayna işgali karşısında Rusya krizini nasıl yöneteceğine bağlıydı. Avrupa’nın sınırları etrafında netice alamayan Washington’ın AB’yi Çin stratejisinde aktif bir ortak olarak bulması kolay olmayacaktı. Krizin ilk ayında Washington’ın bu başlıklarda ciddi mesafe kazandığı söylenebilir.

 

Krizin ilk safhasında ABD’nin uzun bir aradan sonra Avrupa’dan aradığı desteği ve uyumu bulduğu görülüyor. Jeopolitik Avrupa’nın nihayet zuhur etmesi, askeri harcamalar meselesinin ciddiyete binmesiyle, 2008’den beri somut bir şekilde ortaya çıkmış, Suriye’den Libya’ya, Gürcistan’dan farklı Afrika ülkelerine ordusu veya misyoner güçleriyle yüzbinlerce insanı katletmiş olan Rusya tehdidi nihayet anlaşılmışa benziyor. 20 yıl önce Bush yönetiminin terörle savaş saplantısıyla gerçekleştirdiği kanlı işgaller ve asgari uluslararası hukuki altyapının yok edilmesi, 2013-14’te Suriye’de Obama yönetiminin felaket jeopolitik tercihleriyle alan açtığı Rusya’nın; sadece sınırlanması değil, bu haliyle tehditlerinin de ortadan kaldırılması hem ABD hem de bölgedeki ülkeler için öncelikli soruna dönmüş durumda. ABD bunu yaparken, Moskova ile mukayese edilmeyecek kadar rasyonel bir aktör görüntüsü veren Çin’i küresel gündeme pozitif katkı veren bir zemine belli tavizler vererek davet etmek zorunda kalabilir. Böylesi bir gelişme ise her anlamda küresel risklerin azaltılmasına katkı verir.

 

Çin’in Rusya’sı

 

Ukrayna, Çin’in ‘Kuşak ve Yol’ girişiminin Avrupa’ya açılan önemli bir kapısı konumundaydı. Putin bu kapıyı uzunca bir süreliğine Pekin’e kapatmış oldu. Pekin’in -kendisi hariç- başka ülkelerin tarihi iddialar eşliğinde toprak ilhaklarına karşı bir duruşu var. Kırım’ın Rusya tarafından ilhakını tanımayan Çin, Moskova ile ciddi bir ticaret hacmine sahip. 140 milyar dolara ulaşan ticaret hacimleri olan iki ülke, en son Kış Olimpiyatlarında Xi-Putin görüşmesinde ilişkilerini yeni bir safhaya taşıyacak bir söylemi dillendirdiler. İki lider ABD’nin (NATO’yu kastederek) Avrupa ve Asya-Pasifik’teki negatif etkilerini eleştirdiler ve ‘sınırsız stratejik ortaklıklarının’ altını çizdiler. Çin’in, yaşanan son krizle alakalı çok açık bir tavır takınmasa bile Washington’ın Çin’e odaklanmasının zorlaşacağını gördüğünden, ziyadesiyle yaşananlardan memnun olacağı öngörülüyordu. Ancak Washington’ın Batı ittifakını güçlü bir şekilde tahkim etmesi, Çin açısından umutları endişeye çevirmiş durumda.

 

 

Benzer şekilde gerilimin hızla bir Rusya tartışmasına dönmesi ve Soğuk Savaş sahnelerinin ortaya çıkmasıyla St. Petersburg’dan Şangay’a yeni bir ‘siyasal eksen’ görüntüsünde Pekin’in fırsat mı yoksa kriz mi gördüğü tartışmalıdır. Ayrıca 1945-49 iç savaşında kopan Tayvan’ın ana kıtaya tekrar dahil edilmesi için Pekin’in elinde en az Putin’in revizyonist tarihi delilleri kadar sebepleri bulunmaktadır. Rusya’ya açılan ekonomik savaş Pekin’in de Tayvan krizini gözden geçirmesine yol açtı. Çin açısından en önemli sonuç ise 2008, özellikle de 2014 ABD ve AB yaptırımları sonrasında Çin eksenine iyice yaklaşan Rusya’nın, yeni ambargo rejiminin şiddeti oranında Moskova’nın Çin’in teknolojisine, imalatına ve hepsinden önemlisi finansmanına bağlılığının artacak olmasıdır.

 

Pekin, Biden’ın seçilmesiyle birlikte, Moskova’nın Washington politikasını rasyonelleştirerek çıkarları konusunda Avrupa ile yeni bir sayfa açmasından çekiniyordu. Putin, olabilecek en irrasyonel tercihle, Pekin’in hayal bile edemeyeceği kadar zor bir pozisyona kendisini soktu. Bu haliyle Çin’in, Rusya’nın kendi kendisini içine soktuğu bu jeopolitik ve güvenlik çıkmazından azami ölçüde faydalanmaya çalışacağını öngörmek yanlış olmaz. Ancak diğer yandan, Batı’nın yekvücut verdiği refleksin Pekin’i birçok adımını gözden geçirmeye ittiği anlaşılıyor. Xi yönetimi, orta vadede, Rusya’nın bir imkân mı yoksa yük mü olduğu konusunu düşünmek zorunda.

 

Türkiye’nin Krizdeki Konumu

 

Son yıllarda küresel jeopolitik ve güvenliği doğrudan etkileyen kriz bölgelerinin büyük kısmının komşusu olan Türkiye, Ukrayna-Rusya geriliminde aynı anda hem jeopolitik avantajlara hem de risklere sahip konumda. Son 30 yıldır 3.000 km’lik kara sınırlarının 1900 kilometresinde ambargo altında bulunan ülkelerin komşusu olan Türkiye, yeni bir ambargo rejiminin oluşturduğu jeopolitiği yönetmek zorunda. Özellikle 2016 sonrası Rusya ilişkilerini Suriye makasında zor ve asimetrik bir eksende sürdürmek zorunda kalan Ankara, bu ilişkiden dolayı birçok maliyeti de göze aldı. NATO ve ABD ile gerilim çıkaran S-400 füze savunma sistemini satın alarak F-35 yeni nesil savaş uçaklarından mahrum kalan Ankara’nın, Moskova ile jeopolitik uyum içerisinde bulunduğu bir kriz başlığı bulunmuyor. Libya’dan Suriye’ye, Kırım’dan Doğu Akdeniz’e varıncaya kadar bütün başlıklarda karşıt jeopolitik pozisyonlarda konumlanmış olmasına rağmen, Moskova ile ilişkilerde Suriye başlığı bir araca dönüştürülerek derinleşme ve kırılgan işbirliği dönemi yaşandı. Buna mukabil NATO, ABD ve AB ile daralan ilişki zemini ekonomik ve jeopolitik maliyetler üretti. Türkiye, NATO sistemi içerisinde bulunmanın ve Moskova ile yakın ilişkilerini korumasının karşılığında Ukrayna krizinde çıkarlarını koruma konusunda avantajlara sahip. Ancak krizin konvansiyonel bir savaşa sürüklenmesinden sonra hem ekonomik hem de jeopolitik olarak risklerin ortaya çıkması kaçınılmaz.

 

Osmanlı da hesaba katıldığında, Türk tarihinde, Ruslarla uzun bir savaş geçmişi bulunuyor. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana Ruslarla 13 kez savaş yaşandı. Rusların, tıpkı Putin’in revizyonist tarih atıflarıyla dolu konuşmasında da konu ettiği gibi, siyasal akıllarını oluşturan önemli bir düşmanlık ögesini Türkler oluşturuyor. Türkiye nüfusunun ciddi bir oranını Rus katliamlarından ve sürgünlerinden kaçarak ülkemize gelen vatandaşlar oluşturuyor. Türkiye’de 40 yıla yakın zamandır devam eden farklı kimlikli terör eylemlerinin Moskova kaynağı her zaman tartışma konusu oldu. 2015’te Rus uçağı düşürüldükten sonra sadece bir günlüğüne Rus medyasını ve resmi makamların açıklamalarını hatırlamak bile Moskova’nın Türkiye tahayyülüne dair fikir verebilir.

 

Bu maddi bilgileri hatırlatmamızın sebebi, son yıllarda Moskova üzerinden Türkiye ile yarı-resmi Avrasyacı jeopolitik diskurla konuşan temsilcilerin de son krizde kendilerine kolaylıkla alan bulmuş olmalarıdır. Türkiye’nin, hafızasını, jeopolitik çıkarlarını ve demokrasisini sıfırlaması karşılığında distribütör devlet ve ülke olmasını arzulayan bu yaklaşım, aslında milliyetçi popülizmin sonunda müstemleke bir ruh haline dönüşmekten kaçınamayacağına dair trajedinin tekrarından ibaret. Yaşanan krizde, Türkiye içerisinde bu dilin belli bir mesafe kaydettiği ve alan kazandığı görülse de Ankara bugüne kadar sorunun ciddiyetinin farkında olarak bu hevesli dilin tahrikine kapılmadan makul bir çizgi takip ediyor.

 

Son yıllarda, Ankara-Moskova ilişkileri oldukça yoğun bir şekilde gelişmiş durumda. Bu durumun Türkiye’nin uzun vadeli jeopolitik çıkarlarına ciddi bir katkı verdiğini söylemek zor. Ancak ekonomik ilişkiler karşılıklı olarak gelişiyor. Türkiye bugüne kadar Rusya kaynaklı krizleri yönetmekte ve çözmekte büyük bir sorun yaşamadı. Rus savaş uçağının düşürülmesi dahil; Ankara, Moskova ile ilişkilerini rasyonel bir zeminde tutmayı başardı. 2008’de Gürcistan savaşı sırasında Rusya’nın karşıtı bir pozisyonda olmasına rağmen Montrö Anlaşması çerçevesinde boğazlar rejimini kullanarak krizi yönetirken, Kırım’ın ilhakı sonrasında ortaya çıkan ambargo rejimini de yönetti.

 

Ancak yaşanmakta olan krize Türkiye-Rusya ve Türkiye-Batı ilişkileri farklı bir zeminde girmektedir. Ankara, bölgedeki önemli bir NATO üyesi olarak hem Ukrayna hem Rusya ile iyi ilişkileri varken Batı ile son beş yıldır ciddi sorunlar yaşadığı bir dönemde jeopolitik risklerle karşı karşıya kalacaktır. Küresel ve bölgesel statükonun korunduğu dönemlerde Ankara’nın jeopolitik opsiyonları ve manevra kabiliyeti daha fazla iken Moskova’nın statükoyu bozacak adımlarının ortaya çıkardığı düzlemde imkânlarının daralması kaçınılmaz olacaktır.

 

Bu oldukça karmaşık ilişkilere rağmen Ankara, Rusya ile iyi ilişkilerini korumayı sürdürürken bu krizde ABD ve AB ile ilişkilerini yeni bir safhaya taşıma imkânına da sahip olabilir. İlerleyen dönemde Washington’la ilişkilerini olumsuz etkileyen S-400 ve F-35 sorununun çözülmesi dahil birçok senaryo Ankara’nın önüne gelebilir. Türkiye’nin henüz bu konularda nasıl bir adım atacağı konusunda olgunlaşan bir siyaset veya jeopolitik yaklaşım görülmemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘ne Ukrayna’dan ne de Rusya’dan vazgeçeriz’ yaklaşımı kısa vadede işlevsel olabilir. Ancak orta vadede ve belki de uzun vadede ‘Rusya işgaline karşı, Ukrayna’ya herkesten önce silah satmış ve askeri anlaşmalar yapmış, Batı’nın yaptırımlarına destek vermeyen, uluslararası kurumların ve NATO’nun pasifizminden şikâyetçi’ yaklaşımından insicamlı bir jeopolitik düzlemin ya da arzu edilen işlevsel denge siyasetinin çıkması mümkün görünmüyor.

 

Türkiye’nin kısa vadede bir denge jeopolitiği kurgulaması çıkarına olacaktır. Ancak denge siyaseti retorikle inşa edilemeyeceği gibi zannedildiğinin aksine taraf seçmek ve pozisyon almaktan da daha zorlu ve riskli bir yoldur. Dolayısıyla krizin ilerleyen safhalarında başta Suriye meselesi olmak üzere Ankara’nın politika setini güncellemesi kaçınılmaz olacaktır. Bu yönüyle, yaşanan kriz son yıllarda yaşanmakta olan jeopolitik yönsüzlükten çıkış için bir fırsat da sunabilir.

 

Ankara’nın bu fırsatı kullanması için öncelikle krizleri idare eden yaklaşımdan sıyrılıp uzun vadeli çıkarlarını azami seviyede gözeten bir jeopolitik rasyonelleşmeye yönelmesi gerekiyor. Bu anlamda son dönem kurucu bir politika seti olmasa da Türkiye’nin bölgemizdeki ilişkilerin geliştirilmesi ve normalleştirilmesi düzleminde attığı adımlar rasyonelleşmeye ve risklerin azaltılmasına katkı sağlayacaktır. Elbette, bir anda küresel bir boyut kazanan krizin baş sorumlusu Rusya’nın atacağı adımlar ve sürecin Moskova’yı götüreceği yer asıl belirleyici olacaktır. Türkiye tıpkı diğer ülkeler gibi Putin’in rasyonelliğinin ve Moskova’nın yıkıcılığının sınırları etrafında yaşanan krizi yönetmek zorundadır. Bu yönüyle Putin’in hazırladığı matruşkanın ne kadar makul olduğu şüphelidir.

 

Matruşka Nihilizmi

 

Sergei Medvedev, Rus Leviathan’ın Dönüşü’nde, Putin’in son 20 yılda, Breznev dönemini, Stalinizmi ve Korkunç İvan’ı bir potada eriterek inşa ettiği retropolitik ve sosyal muhayyileyi şöyle anlatıyor: “Putin yönetiminde, yirmi birinci yüzyılın ilk on yılı, devletin tüm eski ihtişamıyla geri döndüğü bir dönemdi: Seçimler bastırılırken seçkinler imtiyazlarına kavuştular, hukuk ve sıradan vatandaş hakir görüldü, emperyal bir miras için savaşın yanı sıra büyük bir devlet retoriği vardı. Kilit dönem, Vladimir Putin’in 2012’den 2018’e kadar olan üçüncü cumhurbaşkanlığı dönemiydi. Kısacası geçmişe açılan kapı aralandı, siyasi arena otokrasi ve emperyalizmin dinozorları tarafından ele geçirildi.”

 

Putin ‘geçmişin geleceği’ ne olacak sualine cevap ararken siyasi hayatının en vahim hatasını Ukrayna’yı işgal girişimiyle yaptı. Kendisine ve inşa ettiği toplumsal, ekonomi-politik ve askeri gerçekliğe o kadar kulak kabarttı ki en açık riskleri bile göremedi. Bu tespitler sadece Rusya dışından yapılan tespitler de değil. Halihazırda Kremlin’e ulaşma imkânı olan, hatta dış politika yapımına katkı veren entelektüel isimlerin de hissiyatını yansıtıyor. Andrey Kortunov, Fyodor Lukyanov gibi isimler bu süreçte yaptıkları açıklamalar ve yazdıkları yazılarda Putin’in kararı karşısında çaresizliklerini dile getiriyorlar. Rusya’ya açılan ekonomik savaş katman katman ülkeyi vurdukça bu çaresizliğin büyüyeceği sır değil.

 

Batı’nın, daha Rus tankları Kiev’e yaklaşmadan, 72 saatte, küresel finansal sistemden dünyanın 11’inci büyük ekonomisinin fişini çekmesinin oluşturduğu şok, Moskova’nın 1998 ekonomik çöküşünden daha büyük bir darbeye denk geliyor. Finansal sistemin altyapısına (takas bankaları, takas sistemleri, mesajlaşma protokolleri ve sınır ötesi akreditifler) dayanan bir dünyada, birkaç uyumlu hareket büyük bir ekonomiyi dağıtabilir. Ruble büyük bir değer kaybı yaşadı, sistemin temerrüde düşme riski hiç olmadığı kadar arttı. Rusya Kalesi şeklinde kavramsallaştırdıkları Rus ekonomisini koruma ve savunma stratejisinin işlevsiz olduğu ortaya çıktı. 1998 çöküşünün ardından Rus ekonomisinin 20 yılı aşkın zamandır finansal sistemde yer edinmek için verdiği emekler de bir anda yok oldu. Oligarklar üzerine kurulu kleptokrat rejim, yaptırımlarla sarsılmaya başladı.

 

Malum Rus kleptokrasisi iki fonksiyonla çalışıyor. Birincisi oligarklar besleniyor. İkinci fonksiyon ise oligarkların hedonist harcama düzeninin devamı. İki fonksiyon çalıştığında hem iktidar hem onlar kazanıyordu. Şimdi her ikisi birden daralmak zorunda, yetmiyormuş gibi ellerinde olanlara da şurada burada el konuluyor. Kaldı ki el konulmasa bile Rus oligarkların Rusya’da(n) kazandıklarını Batı’da harcamalarına izin verilmemesi, sistem için yeterince büyük sıkıntı olurdu. Dolayısıyla yaptırımlar sadece kurumsal sancıya yol açmayacak, Putin’in bizzat bildiği ve çalıştığı gerçek şahısları da vurarak Kremlin’in gündemini belirleyecektir.

 

Bütün bunlar işgal öncesinde konuşulsa da Moskova liderliğinin başka bir dünyada meseleyi ele aldığı anlaşılıyor. Putin’in Ukrayna’yı işgal karşısında 2014 Kırım ilhakındakine benzer, belki biraz daha fazla yaptırımla karşılaşmayı ve Batı’yla daha sert bir sürtüşme ile süreci hitama erdirmeyi düşündüğü anlaşılıyor. Ukrayna ciddi bir askerî harekâta ihtiyaç kalmadan teslim olacak, Kiev’deki iktidar düşecek ve tam anlamıyla Rus yanlısı bir yönetim oluşacaktı. Ukrayna, Kırım ve Belarus modeli karışımı bir şekilde Rus Dünyası içerisindeki yerini alacaktı. Bu beklenti dahil, Kremlin’in Ukrayna adımında arzu ettiği bütün sonuçların tersi vuku buldu.

 

İşgal istediği gibi gerçekleşmedi. Geçmişte Çeçenistan’ı ve Suriye’yi kana bulayan askeri yöntemlere başvurmadığı sürece kısa vadede teslim alacağı bir Ukrayna ufukta görünmüyor. İktidardan indirmek istediği Ukrayna lideri tahmin edemeyeceği bir liderlik tahkimatı yaptı. Hatta Putin’in sebep olduğu bu tahkimat Ukrayna sınırlarını hızla aşarak Avrupa’da birçok hükümeti de güçlendirdi. İngiltere’de skandalların arasında nefes almakta zorlanan Johnson rahata kavuştu, seçime iki ay kala Fransız lidere yeni bir dönem bile hediye etmiş olabilir. İş onayı düşen 80 yaşındaki ABD başkanına başkan olma imkânının yanında küresel liderlik yapma fırsatı sundu; Almanya’ya ordu, Avrupa’ya jeopolitik kimlik, beyin ölümü tartışılan NATO’ya ise can verdi. Aynı anda bu kadar dinamiği harekete geçirmek gerçekten tarihi bir dönemin yaşandığı anlamına geliyor. Rus matruşkasının anlamlı olabilmesi, içindeki kuklaların belli bir sayıda durmasına bağlıdır. Bu rasyonel sayıya, kendi ütopyasının peşine düşüp riayet etmediğinde, matruşka nihilizmi zuhur eder. Bu ise bizatihi matruşkanın kendisini anlamsız ve sevimsiz kılar. Sonuçta, kendi ülkemizdeki tecrübeyle de sabit olduğu üzere her milliyetçi ütopyanın veya siyasi programın en iyi senaryosu başladığı yere dönmektir.

 

 

Putin, önce teorik çerçevesini makalelerde yayınlayıp ardından da kendi faraziyesinin peşinden işgale kalkan müstesna bir lider olarak tarihe geçti. Jeopolitik, askeri ve tarihsel değerlendirmeler yapan binlerce makale, analiz ve haber yukarıda ortaya çıkan sonuçları gayet sarih bir dille aylardır yazıyor. Ancak hiçbirisi Putin’in inşa ettiği milliyetçi ütopya zırhını delemedi. Tarih tekerrür etti. Büyük fikirlerin kitleleri ve liderliği harekete geçirdiği gibi ihanet etmesine bir kez daha şahitlik ettik. Bu muhtemelen, Putin’in dünyasında büyük bir soruna tekabül etmiyordur. Zira Putin, Rusya’nın geleceğinden çok geçmişiyle meşgul. Bauman’dan ödünç alırsak, 1990’lar sonrası tarihin dönüşü ve birçok yerde zuhur eden milliyetçi dalganın ürettiği ‘retropya’, zihin kodlarını şekillendirmiş durumda. Kendisiyle birlikte geniş Rus kesimleri ve tahkimatını sağladığı Rus devleti de aynı retropyanın içerisinden krizleriyle yüzleşmek zorundalar. Putin’e yıllardır kerameti kendinden menkul bir satranç ustası muamelesi yapanlar da niçin poker oynadığını anlamaya çalışıyorlar. Malum satranç tam enformasyon, poker ise eksik enformasyon ortamında rakiplerinin farklı senaryolarda atacakları adımlara dair çok güçlü kanaatlere sahip olmaya çalışılarak oynanır.

 

Bugünlerde yaşananları en indirgemeci şekilde açıkladığını düşünen realist okulun isimleri, Putin’in poker felaketinin sorumlusu olarak masadaki diğer oyuncuların ellerini gösterseler de Rusya önümüzdeki on yılları şekillendirecek yıkıcı bir adım atmış oldu. Putin, Sovyetler sonrası Rusya’nın ne olmak istediğine cevap veremedikçe geçmişin hesaplarını kapama kolaycılığına kapıldı. Son yıllarda, özellikle Suriye’de yüzbinlerce masum insanın kanına başta ABD olmak üzere Batı’nın açtığı imkân sayesinde girdi. Putin’i, bir taraftan Rus tarihi içerisinde kaybolmuş zihni diğer taraftan Batı’nın 11 Eylül sonrası izlediği politikalar vücuda getirdi.

 

Ortaya çıkan figür sadece jeopolitik okuma yapamayan bir lider değil, aynı zamanda Rus İmparatorluğu’nu ayağa düşürdüğüne inandığı Marxist-Leninist sistemin ürettiği bir insan tipi olan homo sovyetikus’u aşmak bir yana bizatihi bu karakterle gücünü tahkim eden bir lider. Homo sovyetikus ikili dili, travmaları ve hafızasıyla geleceğe bakamamanın, değişimi kaldıramamanın ve nostaljinin insanıydı. İktidarı boyunca Kendisine, retropyasına ve büyüklüğüne âşık bu karakter, 20 yıldır dinmez bir tarihsel eşzamanlama krizi içerisinde kıvranıp duruyor. Şimdi krizden çıkması için ‘nasıl kaybedeceğinden’ başka senaryosu kalmamış bir halde: İşgalden hemen vazgeçip aşağılanarak ya da 1979 Afganistan veya 1956 Macaristan ihtimalini yaşayarak. Putin’in kaybedip Rusya’nın kazanması içinse ‘Yeni Rusya’ya ihtiyaç var. Yeni Rusya için de değişime. Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman’daki tespiti ise bu ihtimalin meşkuk olduğunu ortaya koyuyor: “Yeni Rusya istiyorduk…Yirmi yıl geçti o zamandan beri: Nereden çıkıp gelecekti ki bu Rusya? Hiç var olmadı ve olmayacak. Birisi çok doğru söylemişti: Beş yıl içinde her şey değişebilir Rusya’da, ama iki yüzyıl içinde hiçbir şey değişmez”.

 

Beş yılda neler değişebilir bilmemiz mümkün değil. Ama iki haftada baş döndüren bir dönüşüm olduğu muhakkak. Bir ay önce siyasal, ekonomik ve toplumsal tahkimatını yapmış, ömür boyu başkanlığa yelken açmış Putin’den; iktidarını kaybeder mi, Rus tarihinde iktidar değiştiren sokak gösterileri tekrar eder mi, oligarklar isyan bayrağını çekerler mi, Ukrayna işgali geçmişte Moskova’da defalarca iktidarı indiren bir savaş olur mu, yaptırımlar kleptokrasinin nefesini tüketir mi, hatta daha ileri gidilerek Beriya’nın kaderi tartışmalarına gelinmedi mi?

İLGİLİ YAZILAR

galip dalay röportaj

PERSPEKTİF’TE 2022

Rusya’nın uluslararası sistem içinde paryaya dönüştüğü, ekonomik sistemin neredeyse dışına atıldığı bir dönemde “Rusya ile Batı’yı dengelerim siyaseti”nin kullanım değerinin limitlerine geldik. Bu yaklaşım hem dış hem iç politika da sonuçları olacak. Buna karşın, Batı’da yeni tarz bir medeniyetçi söylemle yeni model bir neo-conculuğun siyasette ve kamusal hayatta zemin kazanması da epey kuvvetli bir olasılık olarak karşımızda duruyor.

galip dalay röportaj
Fotoğraf: © David Ausserhofer/Robert Bosch Academy

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi iki ülke arası sınır ya da egemenlik gerilimini daha ilk gün aştı. Hatta kıta içi bir savaştan küresel sistem değişimine uzanan bir gerilim süreci yaşanıyor. Putin’in açtığı Pandora’nın kutusu nelere gebe şimdiden öngörmek zor. Ama kesin olan uluslararası sistemin 24 Şubat öncesine dönemeyeceği.

 

Rusya 2. Soğuk Savaşı mı başlattı yoksa hiç görmediğimiz yeni bir sistem mi kuruluyor? Geleneksel büyük güçler rekabeti olan biteni açıklamaya yeter mi yoksa rakip kampların aynı küresel havuza mahkumiyeti başka bir paradigma mı öneriyor? Batı’da yükselen Rus karşıtlığı yeni bir ırkçılığın mı işareti? Rusya’yla sert jeopolitik rekabet Batı’da hangi söylem ve siyasete zemin hazırlıyor?

 

Oxford Üniversitesi Tarih bölümünde doktora çalışmalarını yürüten Galip Dalay bir yanda da Chatham House ve SWP’de araştırmacı olarak çalışıyor. Uluslararası sistemde yaşanan dönüşümü yakından tahlil eden ve Perspektif’in düzenli yazarlarından olan Dalay ile Ukrayna üzerine günceli aşan bir ufuk turu yaptık.

 

Putin ilk defa bir ülkeyi işgal etmiyor. Putin ilk defa askeri güç kullanmıyor. İlk defa BM’nin “sınırların dokunulmazlığı” ilkesini de ihlal etmiyor. 2008’de de yaptı bunu. Gürcistan’a saldırdı, Kırım’ı ilhak etti. Suriye’yi neredeyse tümüyle kontrol ediyor. Belarus’ta olaylara müdahale etti. Bugüne kadar yaşanandan farklı olan ne şimdi? Putin’de mi bir farklılık var uluslararası aktörlerde mi? Cini şişeden ne çıkarttı?

 

Birincisi, Putin’in bugüne kadar müdahale ettiği coğrafyalar -Ortadoğu, Suriye, Libya, Afrika- hem Putin hem Batı için ikincil yerlerdi. Buralara Putin de Batı da bir güç projeksiyonu, nüfus projeksiyonu merceğinden bakıyor ama Ukrayna’ya Putin de böyle bakmıyor, Batı da böyle bakmıyor. Putin, Ukrayna’ya bir ulusal güvenlik perspektifi ile bakıyor. Tabii ulusal güvenlik söylemi Putin’in tahakküm siyasetini perdeleyen bir işlev görüyor. Birincisinden devşirdiği meşruiyet üzerinden ikincisini makul veya görünmez kılmaya çalışıyor. Buna karşın, Ukrayna, Avrupalılar için ise Avrupa güvenliği demek. Dolayısıyla burada bir lens farklılığı var. Suriye’ye jeopolitik bir güç projeksiyonu ile bakarken Ukrayna’ya ulusal güvenlik perspektifi ile bakıyor. Batı da Suriye’ye jeopolitik bir rekabet gözünden bakarken Ukrayna’ya Avrupa güvenliği çerçevesinden bakıyor. Lensteki farklılık, aktörlerin bu meseleye yaklaşımlarındaki esnekliklerini tayin ediyor. Burası her iki aktörün de fazla esnek olamadığı, çünkü hayati derecede önemli gördükleri bir başlık.

 

İkincisi, Putin neden bunu yapıyor? Şüphesiz kafasının içine giremeyiz ama özellikle Rus uzmanlarla konuşunca birkaç faktörün çok ön plana çıktığını görüyoruz. Birincisi zaten Putin’in hem konuşmasında hem yazdığı makalede ortaya koyduğu gibi onun için meselenin bir kimlik boyutu var. Ukrayna’yı tarihsel olarak Rusya’nın parçası olarak görüyor. Ukrayna denilen devleti tarihsel anomali olarak değerlendiriyor.  Lenin’in büyük hatası büyük günahı olarak görüyor.

 

Rusların dile getirdiği ve zaten kamusal olan diğer bir boyut ise; NATO’nun, Rusya’nın nüfuz alanı olarak gördüğü ‘post-Sovyet coğrafyasına genişletilmesi’ politikası. Bu biraz daha jeopolitik bir boyut. Üçüncüsü ise Rusyalı uzmanların dile getirdiği yaş faktörü. Vladimir Putin yaşlandıkça, aceleciliği artıyor. “Bu işi bir an evvel halletmeliyim. Ben halledemezsem daha sonrakiler bunu yapamaz duygusu” hâkim oluyor. Yaşlandıkça bu işi bitirmeye ve çözmeye yönelik zamanın daraldığına dair duygusu depreşiyor gibi gözüküyor. Uzun süre iktidarda kalanların, iktidarın her şeyine tahakküm eden liderlerin bir süre sonra bu ‘peygamber siyasetçi’ psikolojisine girdiklerini düşünüyorum. Bir misyon sahibi olduklarını ve bu misyonu da kendinden başka kimsenin gerçekleştiremeyeceğine dair inanç taşıyorlar. Bir nevi bir seçilmişlik hissiyatı. Mevcut durumu, bu üçünün kesişimi tetikledi.

 

Zamanlamaya dair spekülasyon yapacağız muhtemelen, birkaç faktörün önemli olduğunu düşünüyorum. Bir tanesi, Batı’nın uzun yıllardır sergilemiş olduğu iç bütünlüğünün bozulmuş olduğuna dair algı. Yani Batı, Batılı ülkeler veya aktörler aynı resimde buluşamıyorlar düşüncesi. İkincisi de Batı’nın jeopolitik kapışmalara girme konusundaki kararlılığının da eskisi kadar yerinde olmadığına dair inanç.

 

NÜFUZ DEĞİL TAHAKKÜM SİYASETİ

 

Batı’nın gösterdiği sert tepkiye bakınca Putin burada hesap hatası mı yaptı o zaman?

 

Öyle görünüyor… Amerika’nın Afganistan’dan çekilme tarzına baktı büyük ihtimalle. ABD’nin son derece prestij kaybederek çekilmesi, bu dağınıklığın bir göstergesi olarak okunmuş olabilir. Benzeri şekilde AUKUS anlaşması ile Fransa ile İngiltere ve ABD’nin bu ölçekte karşı karşıya gelmesini Batı içerisindeki rahatsızlığın ve fragmentasyonun yansıması olarak okumuş olabilir. Muhtemelen Brexit sonrasında Anglosakson dünya ile kıta Avrupası arasındaki makasın ciddi manada açıldığını düşündü. Kendisine sempatiyle bakan aşırı sağcı partilerin dirilikleriyle otoriter aktörlerin varlığından cesaret almış olabilir. Uluslararası sistem okumasının fazlasıyla askeri olması, diğer güç unsurlarına yeteri kadar değer vermemesi de onu hata yapmaya sevk etmiş olabilir. Nihayetinde Rusya büyük oranda bir askeri ve jeopolitik güç. Ekonomi veya teknoloji alanında çok önemli bir oyuncu değil.

 

Bütün bunlar buradaki hesap hatasını tetikledi gibi gözüküyor. Ama tekrar vurgulamakta fayda var. Elimizde Putin’in zihin haritası veya kafasının içini gösteren bir ayna olmadığı için ancak yorum yapabiliyoruz. Sizin sorduğunuz bu sorular muhtemelen gelecek tarihçilerini epey meşgul edecektir. Çünkü yaşanan ‘irrasyonalitenin senfonisi’ gibi duruyor.  Bu kararı var eden sürecin ne kadarı hırs, ne kadarı kimlik, ne kadarı jeopolitik, ne kadarı psikoloji, ne kadarı tarihsel miras bırakma arzusu veya ne kadarı çılgınlık ve illüzyon olduğunun cevaplarını ancak Putin kişisel hatıratını yazarsa öğrenebiliriz.

 

Şu soru da tabii ki çok önemli.  Bu karar nasıl bir resim ortaya çıkardı? Putin hangi motivasyon ile hareket ediyor?  Ukrayna’nın işgali Putin’in jeopolitik tahayyülü için bize ne diyor?

 

Birkaç nokta önemli. Bir tanesi, biz daha önce Rusya’nın post-Sovyet coğrafyasına dair bir nüfuz projeksiyonu yaptığını söylüyorduk, bence bunu revize etmemiz lazım. Yani orada Rusya’nın Ukrayna üzerinden göstermiş olduğu ve Putin’in post-Sovyet coğrafyasına dair kullandığı dil bunun nüfuz siyaseti olmayacağını gösterdi, burada tahakküm siyaseti var. Yani Putin tahakküm alanı, nüfuz alanı ve çıkar alanı diye üç alana ayırıyor dış politikadaki bölgeleri ya da coğrafyaları. Şu an için Ukrayna üzerinden gördüğümüz ve muhtemelen Putin’in post-Sovyet coğrafyasının geri kalan kısmında da yapmak istediği şey tahakküm siyaseti. Suriye ve Libya’da yaptığı bir nüfuz siyaseti ama Ukrayna’da bir ülkeyi silahsızlandırıp boyunduruk altına almak istiyor. Bu tahakküm siyasetidir.

 

İkincisi, Putin, Soğuk Savaş bittikten sonra ortaya çıkan post-Sovyet jeopolitiğini revize etmek istiyor. Daha doğrusu, Soğuk Savaş sonrası formuyla post-Sovyet jeopolitiğini bitirip ona yeni bir anlam ve kimlik vermek istiyor. Sovyetler yıkıldıktan sonra ortaya birçok yeni devlet çıktı. Putin’in konuşmasından anladığımız Putin bu ülkelerin bağımsız olmasını da anomali olarak görüyor. Bir Rus uzman diyor ki; “Bağımsızlık için bu ülkeler hiçbir şey yapmadılar. Bu ülkeler Sovyetler yıkılınca bir anda bağımsız oldular.  Bunların birçoğu bağımsızlığı henüz hak etmiyorlardı, çünkü devleti yönetecek kapasiteleri dahi yoktu.” Peki bu değerlendirmeden ne anlamalıyız? Post-modern bir mandacılık siyasetinin deklarasyonu olarak mı okumalıyız?

 

RUSYA HEM REVİZYONİST HEM DE STATÜKOCUYDU

 

Post-Sovyet jeopolitiğine dair ciddi bir revizyonizm görüyoruz. Zaten Putin’in krizi tam da burada başlıyor. Rusya jeopolitik açıdan revizyonist, sistemik olarak da statükocu bir aktör. Rusya kendi mücavir coğrafyasında revizyonist bir güç. Orta Asya’da, Karadeniz’de veya Güney Kafkasya’da böyle hareket ediyor. Fakat mesele uluslararası sistemin reformuna gelince, orada revizyonist bir Rusya değil statükocu bir Rusya görüyoruz.

 

Neden? Çünkü bugün dünyaya hâkim olan sistem hala büyük oranda 1945 sonrasının sistemi.  Soğuk Savaş’ın bitişi yeni bir düzen doğurmadı. Bu dönem iki kutuplu dünyanın kazanan tarafının modelini küreselleşirdi. Yani Amerikan tarafının, kapitalist tarafın kazanmasının bir sonucu olarak o kapitalist modernitenin ve sistemin globalleşmesini deneyimledik. Fakat küresel ölçekte yeni bir sistem doğmadı. Hasılı bugün içinde yaşadığımız düzenin ana çerçevesi 1945 sonrasında çatıldı. Rusya da İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinden olduğundan, ortaya çıkan düzen onun çıkar ve arzularını dikkate alarak kurgulandı. Bunun en somut örneğini BM’nin dizaynı ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyinin veto hakkına sahip daimî üye olmasından görüyoruz. Mesela Rusya herhangi bir BM reformuyla bu imtiyazını kaybetmeyi hiç istemez. Orada statükoyu korumakta kararlı, her ne kadar o statüko artık dünyanın gerçeklerinden kopuk bir hal almış olsa da.

 

Buna karşın, Soğuk Savaş sonrası dönemin ortaya çıkardığı post-Sovyet jeopolitiği hususunda ise revizyonist bir Rusya görüyoruz. Rusya’nın bu jeopolitik iştahı onu sistemik olarak kaybetmeye mahkûm edecek gibi gözüküyor. Hem ekmeğim tam hem karnım tok olmuyor. Daha farklı ifade edecek olursam, bu jeopolitik revizyonizmin kaçınılmaz olarak sistemik bir revizyona da yol açacağı kanaatindeyim. Özellikle de bu kriz daha da derinleşip uzun erimli bir boyut kazanacak olursa eğer. Ortaya çıkan resim öyle olacağını gösteriyor.  Bu denklemde ortaya çıkacak yeni sistemde Rusya’nın daha önceki kadar kârlı çıkmasını olası görmüyorum. Çünkü, bugünkü koşullar İkinci Dünya Savaşı sonrasının koşullarından çok farklı.  Bugün Hindistan BMGK’da yok. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en önemli konsensüslerinden biri Almanya ve Japonya’nın silahsızlandırılması idi. Bugün ikisi de silahlanacakları bir döneme girdi. Hindistan, daha ciddi bir aktör olarak bugün sistemde var. Bölgesel aktörler uluslararası sistemde daha fazla pay talep ediyorlar. Hasılı dünya artık beş jandarmayla kontrol edilebilir bir dünya olmaktan çıkıyor. Uluslararası sistemin de kendisini bu yeni gerçekliğe uyarlaması gerekiyor.

 

OTOKRASİ VE DEMOKRASİ JEOPOLİTİZE OLUYOR

 

Bu sürecin tetiklediği uluslararası sistemdeki değişim ve dönüşüm nasıl olacak? Bazı okumalar İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ve Japonya’nın silahlanmasını bu sürecin getirdiği sistemik bir değişiklik olarak açıklıyor. Herkesin Rusya karşısında toplanmasıyla SSCB zamanındaki Soğuk Savaş’a mı dönüyor muyuz gibi algı var. Bu eski Soğuk Savaş değil, başka bir şey. Her şeyden önce Soğuk Savaş’ta komünist bir blok vardı, arkasında ideolojik bir dünya tasavvuru vardı. Şu anda bu yok. Tümüyle güç parametreleri üzerinden kutuplaşmalar var. Rusya, Soğuk Savaş’taki gibi karşıt kutbu oluşturacak güce sahip değil. Yeni oluşacak olan sistem böyle giderse neye benzeyecek?

 

Doğru bir soru, Rusya’yı tanımlarken şunu her daim aklımızda tutmamız lazım. Rusya, ABD’den daha fazla nükleer başlığa sahip olan ama İspanya kadar ekonomisi olan bir ülke. Daha farklı ifade edersek, ekonomisi Batı ekonomisinin yüzde 4’üne tekabül ediyor. Batı derken ABD, İngiltere ve AB’nin toplamını kast ediyorum. Rusya jeopolitik bir aktör; geniş bir orduya, silah sanayisine, enerji yataklarına ve nükleer teknolojiye sahip bir ülke. Ama diğer alanlarda kayda değer bir başarısı yok. Yüksek teknolojili bir aktör değil, eğitimde bir aktör değil. Uluslararası finansta değil. Gelişmiş ve çeşitlendirilmiş bir ekonomiye sahip değil.

 

Bu nedenle Rusya bugün Batı için jeopolitik bir tehdidi temsil ediyor. Çin ise sistemik bir tehdit.

 

Çin ile Batı arasındaki gerilim alanları daha da artacak önümüzdeki dönemlerde. Bu gerilimlerin içeriği ise daha da derinleşecek. Neden? Rusya’da olduğu gibi Çin ile Batı arasında da ciddi jeopolitik başlıklar var. Güney Çin Denizi o başlıklardan biri. Tayvan onlardan biri. Ama Rusya bağlamında tartışmadığımız diğer alanlar da var. Çin konusunda 5G’yi tartışıyoruz. Yüksek teknoloji, stratejik yatırımları konuşuyoruz. Ekonomi ve ekonomik düzenin geleceğini daha çok konuşuyoruz. Yeni model kapitalizmi… Çin sistemik bir tehdit. Rusya ise jeopolitik bir tehdit. Önümüzdeki dönemde Batı ile 2 ülke arasındaki rekabette de Batı muhtemelen ikili bir tehdit algısı ile hareket edecek. Bu zaten aynı zamanda Batı’nın yeni jeopolitik kimliğinin “ortak ötekisi”ni de temsil ediyor.

 

Soğuk Savaş’ın ortak ötekisi neydi? SSCB ve komünizm. Soğuk Savaş bitince devlet dışı aktörlere kaydı. Özellikle de radikal gruplar ve İslami gruplar bu tahayyülde ciddi manada bir yere sahip oldu. 11 Eylül zaten bu devlet dışı radikal örgütler, terör örgütleriyle İslam kimliğini, Batılı jeopolitik kimliğinin çok daha güçlü bir ortak ötekisine dönüştürdü. Bu sadece Batı’nın jeopolitik kimliğinin ortak ötekisi değildi, aynı zamanda birçok Batı ülkesindeki kimlikçi partilerin de ötekisine dönüştü. Özellikle Avrupa’daki aşırı sağcı partilerin ötekisini de Müslüman kimliği oluşturmaya başladı.

 

YENİ BİR MEDENİYETÇİ SÖYLEM DOĞUYOR

 

Yeni dönemde Batı’nın jeopolitik kimliğinin ortak ötekisi Rusya ve Çin olacak. Yani tekrardan devlet merkezli bir ortak ötekiden bahsediyor olacağız. Hem global siyasete bakın hem de Batı’nın iç siyasetine bakın. Rusya ve Çin’in ortak öteki olmasının bir yönü şu olacak; Batı, buna karşı nasıl bir söylem kullanacak? Soğuk Savaş sonrası Batı, medeniyetçi bir söylem kullandı.  Huntington’lar buna örnek. Medeniyetleri donuk tanımlayan ve aralarındaki çatışmayı da kaçınılmaz gören bir anlayış hâkim oldu. Böylesi bir söylem yaygınlaştırıldı. Bu muhayyel medeniyet kategorilerinin iç çelişki ve gerilimlerinden ziyade farklı medeniyetler arası rekabete yoğunlaşıldı. Hasılı medeniyet kavramı jeopolitize edildi ve bir kavga alanı olarak kurgulandı. Yeni dönemde de benzeri bir deneyimi yaşayabiliriz. Rusya ve Çin şu an için her ne kadar daha çok jeopolitik ve sistemik bir lügatla tartışılsa da çok geçmeden bu tartışmanın zemini değişecek gibi görünüyor. Bu tartışma tekrardan değersel ve medeniyetçi bir söylemin içerisine oturtulacak gibi duruyor.

 

Daha farklı ifade edecek olursam, Batı’nın Rusya ve Çin ile rekabeti bir süre sonra sistemik ve jeopolitik söylem setinin dışına çıkmaya namzet gözüküyor. Kısa vadede bu rekabet otokrasi-demokrasi rekabeti olarak lanse ediliyor ve daha da fazla edilecek. Bu şekliyle de otokrasinin de demokrasinin de jeopolitize edildiği bir dönemden geçiyoruz, her iki kavram da jeopolitikleşiyor. Buradan da sadece otokrasi-demokrasi rekabeti söyleminin yeterli görülmeyeceği, bunun yerine medeniyet kavramı ve kategorilerinin etrafına örülmüş siyasal, söylemsel ve değersel bir tartışma ekosisteminin içinde kendimizi bulabiliriz. Yani bu sert rekabet ve kapışma kamusal yansımasını medeniyet söyleminde bulabilir. Ruslara karşı kullanılan ırkçı, tahkir edici nefret söyleminin ötesinde, yeni bir medeniyetçi söylemin inşasına dair emareler ortaya çıkıyor.

 

Daha önce kutuplaşmayı mümkün, sürdürülebilir kılan bir şey vardı. Bu blokların kendi dünyalarında yaşamasından kaynaklanan bir sürdürülebilirliği bulunuyordu. Doğu Bloku kendi içinde üretip kendi içinde tüketiyordu. SSCB ile ticarette belli sınırlamalar vardı ama enerjiyi, birçok teknolojiyi kendi içinde üretip tüketiyordu. Batı da bağımsız şekilde üretip tüketiyordu. Otoriterleşmenin ve demokrasinin iki kutup halinde nüfuz ettiği durumda böyle bir şey yok. Bunu kullanabiliyor bugün Batı, Rusya’ya karşı. Bunlar nasıl kutuplaşacaklar, son tahlilde aynı havuzun içindeler. Ne kadar mümkün olacak, nasıl sınırlar çizilecek? Rusya’nın fişini çekiyor Batı ama Çin’in fişini nasıl çekecek? Bu, kendi fişini de çekmek anlamına gelecek aynı zamanda…

 

Yeni dönemin güçlüklerinden bir tanesi bu. Biraz önce de belirttiğim üzere, Soğuk Savaş bittikten sonra bir tarafın sistemi globalleşti. Çin bugün Batı’ya alternatif sistem önererek yükselmiyor. Batı’nın sistemini en az Batılılar kadar iyi kullanarak yükseliyor. En az Batılılar kadar kapitalist. Buna karşın, Çin’in siyasal sistemi ise arkaik. Bir taraftan hâlâ tek parti, komünist yönetim ile yönetilen bir ülke, diğer yanda en az ABD kadar da kapitalist.

 

Sovyetler bir model öneriyordu, Çin bir model önermiyor. Bir model ihracına girmiyor ama Çin’in kendisi bir model. Sovyetler ne yaptı? Komünizmi, sosyalizmi ihraç etmeye çalıştı. Çerçevesi tanımlanmış bir modeldi. Çin bunu yapmıyor. Çin’in başardığı şeyin kendisi bir modele dönüşüp birçok otoriter rejime ilham oluyor. Çin arkaik bir siyasal model ile, arkaik otoriter bir tek parti yönetimiyle güçlü bir ekonomik kalkınma sağladı.  “Siyasal rejimlerin meşruiyet krizi nasıl çözülür” sorusuna birçoğumuz “siyasetin kapılarını açarak, reform yaparak, demokratikleşerek, siyasal nefes alma borularını açarak” cevabını veriyorduk.

 

Çin farklı bir cevap verdi. Ekonomik kalkınmayla bu meşruiyet krizini en azından şu anlık çözebildiğini gösterdi. Bu, aslında birçok otoriter rejimin hayalini kurup da başaramadığı bir şey. Muhammed Bin Selman’ı düşünün. Siz Arap Baharı’ndan korkuyorsunuz ama aynı zamanda meşruiyet krizinizi de biliyorsunuz, çözmek istiyorsunuz. Birçok insan ne diyordu bu Arap diktatörlerine; reform yapın siyasal kanalları açın, siyasal nefes alma borularını açın… Hepimiz bu diktatörlerin hoşuna gitmeyen öneriler yapıyorduk.  Çin ise bunları yapmaya gerek yok diyor. “Eğer ekonomik kalkınmayı yeteri kadar sağlarsanız, arkaik yapılarınız toplumda kabul edilebilir” diyor. Bu açıdan Çin’in varlığı başlı başına bir model, zaten kendisi model olduğu için demokrasi-otokrasi hattı, ideolojik fay hattına dönüşebiliyor.

 

AVRUPA’NIN BOL AKTÖRLÜ YENİ GÜVENLİK MİMARİSİ

 

Küreselleşmenin içinde iç içe daha küresel ve daha az küresel halkalar oluşabilir mi?

 

Aynen öyle, küreselleşme içindeki farklı halkaların farklı ölçekte küreselleşme süreçlerine dahil olduklarını ve onun nimetlerinden faydalandıklarını görüyoruz. Bu hep böyleydi zaten. Daha da hız kazanacak. Peki Çin gerçekten sistemik ölçekte Batı’ya meydan okumak istiyor mu? Çin, Batı’nın mevcut düzeninin kazananı konumunda. Rusya’nın kaybetme hadisesi biraz da buradan kaynaklanıyor. Rusya “Eğer Çin, Batı’ya alternatif uluslararası bir ekonomi düzeni kursaydı, Rusya buna entegre olur” derdi. Ancak Çin mevcut uluslararası ekonomik sistemin tamamıyla parçası. Bu nedenle de Batı ile bu ölçekte sert kapışmaya giren, bu ölçekte oradan kopan bir Rusya’nın Çin’in küçük ortağı olmaktan başka şansı yok.

 

Çin, Rusya’ya eşit ortak muamelesi yapmaz. En nihayetinde bu iki ülkenin siyasal psikolojileri farklı. Çin yükselişte olan bir gücün siyasal psikolojisine sahip. Rusya ne kadar jeopolitik meydan okuma naraları atarsa atsın, düşüşte olan bir ülkeyi temsil ediyor.  Ve düşüşte olan bir ülkenin siyasal psikolojisine sahip. Bu nedenle buradan alternatif bir sistem çıkacağını düşünmüyorum. Çin’i uluslararası iktisadi düzenin dışına atarsanız alternatif bir düzen inşa edebilir, o kapasitesi var. Rusya jeopolitik bir aktör. Rusya, alternatif bir uluslararası ekonomik düzeni inşa edebilecek kapasiteye sahip değil ve Çin de Rusya için böyle bir işe girmez. Ruslar, Çinlilerin küçük ortaklarına nasıl davrandıklarını görmek istiyorlarsa Çinlilerin İranlılara nasıl davrandıklarına baksınlar. Çinliler İranlıların uluslararası yaptırımların altında olmalarını sonuna kadar kullanıyorlar.

 

İkinci parçalanma, Avrupa güvenliğinde ortaya çıkıyor. Uzun süre Avrupa güvenliği başlığında liderlerin dile getirdiği şu yaklaşım vardı: ‘Soğuk Savaş bitti, biz Rusya’ya daha önce düşman gözü ile baktık. Tehdit olarak gördük. Ama Soğuk Savaş bitti, yeni dünyadayız. Bu yeni dünyada Rusya’ya, bir düşman gözüyle değil Avrupa güvenliğinin partneri gözü ile bakmalıyız” tarzı söylemler Avrupa’da yaygınlık kazanmaya başlamıştı.  Macron da bunu dile getirdi. Rusya’ya artık tehdit değil, partner gözü ile bakmalıyız dedi. Almanya da benzer şekilde ifade etti. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 almasının stratejik anlamı ne ise, Almanya’nın Rusya ile yaptığı Kuzey Akım-2 projesinin stratejik anlamı da odur. Aslında uzun süredir Avrupa güvenliği daha bütünlük içinde bir çerçevede sağlanabilir mi tartışması yürütülüyordu. Şimdi Avrupa güvenliği tartışmasının bütün ekosistemi değişti. Neyi kastediyorum? Artık şu net, Avrupa’nın bütün kıtayı içerecek bir güvenlik mimarisi ortaya çıkmayacak. Avrupa’nın Batı, AB, NATO, Avrupa’yı kapsayan bir güvenlik mimarisi olacak.

 

Güvenlik mimarisi parçalı değil miydi zaten? Monolotik, yekpare bir Avrupa güvenliği zaten yoktu…

 

Yoktu ama Rusya burada nasıl yer almalı diye tartışmalar vardı.

 

Gerçekçi miydi? Eğer NATO daha önce genişlemiş olsaydı, Ukrayna’yı alsaydı, bugün Rusya bunu yapamazdı yorumları da var. Rusya’nın Avrupa güvenlik mimarisinin parçası olduğunun düşünülmesi ne kadar gerçekçiydi? Bugün yaşananda bu bakış açısı ne kadar sorumlu?

 

Şüphesiz meşru bir soru, bugünkü kadar düşman gözüyle tanımlanmayabilirdi. Avrupa güvenliğinde Rusya’nın konumuna dair tartışmalar sona erdi. Burada gri kalan kalmadı. Rusya Avrupa Güvenlik mimarisinin net düşmanı, tehdit edeni konumuna geldi. İkincisi, daha önce Avrupa güvenliği tartışmalarını tetikleyen hususlardan biri de ABD’nin Asya-Pasifik’e daha fazla yoğunlaşacağı, asıl rekabet ve kapışmanın Çin ile olacağı ve bu nedenle Avrupa’daki yükümlülüklerini azaltacağına dair öngörü idi. Şimdi bu da kısmen revize edilecek. ABD artık iki tehditli bir stratejiye yönelecek gibi. Dolayısıyla Amerika’nın Asya-Pasifik’teki rekabet nedeniyle Avrupa’ya sırtını dönebileceğine dair analizlerin şu an için doğru olmadığı ortaya çıktı. Üçüncüsü Brexit’ten sonra İngiltere ile Avrupa arasında hoşnutsuzluklar, Avrupa güvenlik mimarisinde İngiltere’nin pozisyonunun nasıl bir mahiyette olacağına dair kafalarda soru işaretlerinin doğmasına yol açmıştı.  Son yaşananlar, Ukrayna’da İngiltere’nin Batı’nın en aktif bir-iki ülkesinden biri olmasının da hasebiyle, şöyle bir resim ortaya çıkardı. Brexit’e rağmen İngiltere, Avrupa güvenlik mimarisinde çok önemli bir rol oynayacak. Burada asıl mesele Türkiye’nin konumunun tanımlanması ile alakalı. Avrupa güvenlik mimarisinde Türkiye’nin konumu henüz tanımlanmış değil.

 

SERT JEOPOLİTİK MÜCADELE, DEĞER SÖYLEMİ VE YENİ MUHAFAZAKÂRLIK

 

Türkiye’ye geçmeden önce, bugüne kadar uluslararası jeopolitik dengeler, sistemik değişiklikler iç siyasetleri de etkiledi. İkinci Dünya Savaşı bitiminde kurulan yeni sistem birçok ülkede komünist rejimleri, anti-kapitalist rejimleri doğurdu. Diğer yanda Türkiye, Rusya korkusu ile küçük Amerika olmaya çalıştı. İç yapısında demokrasiye, çok partili yapıya Rusya korkusu yüzünden geçti. Demokrasiler-otokrasiler arasındaki kamplaşma süreci iç siyasetleri nasıl etkiler?  Ülkeler içinde Rusya’ya yakın unsurlar tasfiye mi olacak? Basın özgürlüğü olabilir, teşebbüs hürriyeti olabilir, nasıl bir iç siyasal bir dinamik bekliyor küresel olarak birçok ülkeyi?

 

Buna benzer süreçler, ülkelerin jeopolitik kimliklerini veya global jeopolitiğin mahiyetini belirlemek ile kalmıyor. Ülkelerin iç siyasetine de boyasını çalan bir mahiyeti var. Bu yaşadığımızı 1945 sonrasında yaşananlarla 11 Eylül 2001 tarihinden sonra yaşananların karışımı bir şey olarak okuyorum. 45 sonrasında yeni bir sistem doğdu. 11 Eylül ise Batı’nın ortak ötekisini Müslümanların üzerinden inşa etti.  Yeni dönemde ise hem jeopolitik hem kimliksel tarafı güçlü olan bir sürece gidiyor gibiyiz. Dış politikada veya jeopolitik düzlemde girdiğimiz yeni süreçte Batı’nın ortak ötekisini Rusya ve Çin oluşturacak. Rusya ve Çin merkezli dil duyacağız. Bu dil, demokrasi-otokrasi merkezli gidecek. Bu dilin değersel ve medeniyetsel yansımaları, tonları, rengi olacak.

 

İç politikalarda bu sürecin yansımalarını göreceğiz. Son yıllarda Avrupa’da özellikle aşırı sağcı partilerin Putin imgesi ile özdeşleşmesinin bir sonucu olarak, aşırı sağ partilerin ciddi manada hem meşruiyet hem kimliksel kriz yaşayabilecekleri bir döneme giriyoruz. Batı ile Rusya arasındaki kapışma derinleşir ve uzun erimli bir döneme girerse, ki elimizdeki veriler, ilk işaretler bunu gösteriyor, bu, mevzubahis partilerin kimliksel krizlerini biraz daha da ön plana çıkaracak.

 

YENİ TARZ NEO-CON’LUĞUN DOĞUŞU

 

Daha önce Batı’nın jeopolitik ötekisi ile kimliksel ötekisi örtüştüğü için, 11 Eylül sonrasında bu partiler Batı’da ortaya çıkan toplumsal dalgalar üzerinde siyasal sörf yapabildiler. Çünkü Batı’nın jeopolitik ötekisi 11 Eylül’den sonra gittikçe devlet dışı aktörlere dönmüştü. Bu devlet dışı aktörler de büyük oranda radikal gruplar, aşırıcı grupları, teröristler, El-Kaide gibi unsurlardı. Bunların ortak özelliklerinden biri İslami tandanslı olmalarıydı.  Aşırı sağcı partilerin mülteci göçmen karşıtlığı da İslam karşıtlıklarının farklı şekildeki bir yansımasıydı. Orada o dönemdeki Batı’nın jeopolitik kimliği veya ötekisiyle bu aşırı sağcı partilerin içeride inşa ettiği kimliksel ötekinin örtüştüğünü görüyorduk. Şimdi ise içeride tanımladığı öteki ile jeopolitik öteki arasında fark oluşabilir. Aşırı sağın zemin kaybetmesi, ortaya pozitif bir resmin çıkacağı manasına gelmiyor. Burada iki olasılık görüyoruz. Birincisi, tekrar sert jeopolitik mücadele dili, savaşı da içerecek şekilde, yaygınlık kazanması. İkincisi ise değer söylemi; demokrasi ve otokrasi söylemi. Bu söylemin tekrardan yükselişe geçmesi. 11 Eylül sonrası yeni muhafazakârların (neo-conların) en büyük projelerinden biri de rejim değişimi ile demokrasi ihracı idi. Ortadoğu’da bunun sonuçlarını, trajedilerini, Irak işgalinde yapılanları gördük. Yeni dönemde yeni tür bir muhafazakârlık dalgası buradan doğabilir. Jeopolitik mücadele vurgusu, değersel söylemle medeniyetçilik anlatısı yeni tarz bir neo-con’luğa elverişli zemin sunabilir. 

 

İŞGAL İLE IRKÇILIK BİRBİRİNDEN AYRIŞTIRILMALI

 

Yeni tür bir McCarthy mantığı mı bu?

 

McCarthy’den daha çok yeni tarz muhafazakârlık da diyebiliriz. 11 Eylül döneminde, Soğuk Savaş’tan sonra daha fazla duyduğumuz neo-con tarzında değer dili ile jeopolitik dilin örtüşmesi, sentezlenmesi vardı. Yukarıda da belirttiğim üzere, burada değer, medeniyet ve jeopolitik dillerin sentezlenmesi ve bunun bir mücadele paketi içine konulması söz konusu. Bunun, Batı’da yeni tarz bir neo-con’luğa yol açabileceği kanaatindeyim. Bunun açıkçası epey negatif etkileri olacaktır. Dünya tekrardan sert jeopolitik mücadele ile değersel söylem sentezine ihtiyaç duymuyor, bunun maliyetini uzun süredir ödüyoruz. Bunu farklı bağlamda ödemeye de gerek yok. Rusya işgaline karşı çıkmak başkadır, Ruslara karşı her türlü ırkçılığın adeta normalmiş gibi ana akımda bu şekilde yer bulması başka bir şeydir. 11 Eylül’den sonra Müslümanlara karşı işlenen nefret suçlarının benzerlerinin şu an Ruslara karşı da işlenmeye başlandığını görüyoruz. İşgal ile ırkçılığın, kimliksel nefretin birbirinden ayrıştırılması gerekir. Neo-con dalgası kimliksel nefrete meşruiyet sağlayabilir. Bu da büyük bir sorun alanı ve meydan okumayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

 

Şunu da unutmayalım, uzun bir süredir rejim değişimi siyasetini ABD merkezli konuşuyorduk. Ukrayna’da yaşananlar unutulan bir hafızayı tekrardan diriltti.  Sovyetler Birliği’nin daha önceki rejim değiştirme siyasetini hatırlattı. Bu rejim değişimini sadece ABD’liler yapmadı, Sovyetler de yapıyordu. Ama Rusya, Soğuk Savaş’ta güç kaybetmesinin sonucu olarak rejim değişimi siyasetini etkin bir şekilde uygulayamıyordu. Ukrayna’ya kukla rejim koyma arzusuyla ortaya koyduğu gibi Rusya da rejim değişimi siyasetine dönmüş durumda. Bunu neo-con söylemi takip edecektir, çünkü tekrardan hangi ülke rejimi dost, hangi ülke düşman, devrilmesi gerekiyor, hangi ülkenin rejimi tutulmalı kategorilerine geri dönüyoruz.

 

GÜÇLÜ TEK ADAM REJİMLERİNİN SONU MU?

 

Türkiye’de de neo-con meselesini tartışmamız gerekecek. Rusya’ya gösterilen tepki, jeopolitik meydan okumaya karşı jeopolitik karşı duruşun ötesine geçti. Çok toptan, çok holistik bir tepki var. İnsanın aklına gelmeyecek bir tepki süreci yaşanıyor. Güvenlik dengelemesi değil, bile isteye bir kutup oluşturma, daha ciddi bir öteki yaratmaya dair. Türkiye’de ise iki başlığı ele almak lazım. Birincisi, sistemik yeniden kurulma konusunda İnönü’nün meşhur “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” sözü. Fakat burada problemler var. Türkiye’yi yeni kurulan düzende kim nerede görmek istiyor, bu önemli. Türkiye’nin şu ana kadar getirdiği jeopolitik bagajları var. Geçmişi, ait olduğu eski kamp, alışkanlıkları, değerler silsilesi var. Ancak, siyasal ve jeopolitik geçmişin örtüşmediği Rusya ile daha önce olmadığı kadar angaje olan bir cari durum söz konusu. Dünyanın Türkiye’ye bakışından hareket edersek Türkiye nasıl konumlanacak?

 

Önce iç siyasal trend ile alakalı bir şey ekleyeyim, oradan Türkiye’ye geçeyim. Uzun süredir global siyasette güçlü tek adam rejimleri revaçtaydı, bu güçlü tek adam rejimlerinin nirvana’sını, en sembol ismini Putin temsil ediyordu. Putin bir dönem güçlü tek adam rejimlerinin en güçlü argümanıydı: “Soğuk Savaş’tan sonra küçümsenmiş, dağılmış bir Rusya’yı tekrardan canlandırdı ve küresel çapta güçlü bir devlet olarak tarih sahnesine döndürdü, itibar kazandırdı” deniyordu.  Orbán’dan Modi’ye giden resimde asıl referans Putin’e yapılıyordu. Bugün Putin yaptığı ile güçlü tek adam rejimlerinin aleyhine en büyük örneği de temsil etmeye başladı. Putin’in yaptıkları, tek bir adama bu kadar yetki vermenin ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi. Ülkesini global siyasette kısa sürede paryaya dönüştürmeyi başardı… İnsanlar canlı yayında her gün, bir adam yüzünden bir ülkenin ne kadar geri gidebileceğini, nasıl paryaya dönüşebileceğini, ne büyük bir hata yapabileceğini ve bunun sonucu olarak da ne ölçekte maliyet ödeyebileceğini görmeye başladılar. Bir ülkenin uluslararası ekonominin dışına atılabileceğini görmeye başladılar.

 

Belirsiz dönemler otoriteye duyulan ihtiyacı da artırabilir, insanların korktukça otoriteye daha fazla ihtiyaç duyacaklarını da dikkate almamız lazım. Bence Putin örneği sistemden ziyade tek adam rejimlerine yapılan yatırımların ne kadar yanlış olabileceğini herkese gösterdi. Yatırımlar sisteme mi yapılmalı, aktöre mi yapılmalı, tartışması vardı. Bunu kısmen 2017’de biz de yaptık Türkiye ölçeğinde. Sisteme değil aktöre yatırım yaptık, yani siyasal sistem değiştirdik ama siyasal sistem aktöre göre dizayn ettik… Bu mantığın yanlışlığını görüyoruz. Önümüzdeki dönemde güçlü tek adam rejimlerinin ciddi manada imaj kaybedeceği döneme giriyoruz gibi.

 

JEOPOLİTİK KIRILGANLIK, ANTİ-RUSYA DOZAJINI BELİRLİYOR

 

Türkiye’nin sistemdeki yerine dönecek olursak…

 

Mevcut Ukrayna krizinde Türkiye için birçok meydan okuma var. Her şeyden önce Ukrayna’nın kendisi Türkiye’nin önemli ticaret partneri, kuzey komşusu, güvenlik alanında önemli iş birlikleri yapılan bir ülke. Hem onun güvenliği hem de Karadeniz’in güvenliğinden dolayı önemli. Eğer Rusya, Ukrayna’yı kukla rejimle yönetecekse, Karadeniz’i büyük oranda Rus gölüne dönüştürmüş olacak demektir.  Yarın bir gün Karadeniz’de başka bir ülkeye Rusya’nın benzeri bir hamlede bulunmayacağını kim ileri sürebilir? Bu tartışma ayrıca Rusların Avrupa güvenliği ile alakalı Amerikalılarla pazarlığını da temsil ediyor. Bir de bütün bunların sonucu uluslararası düzene bakan tarafı vardı.

 

Türkiye bugüne kadar şöyle bir siyaset izledi; çok sert bir şekilde anti-Rusya olmadan Ukrayna tarafında durmaya çalıştı. Yani anti-Rusya olmadan pro-Ukrayna olmaya çalıştı. Rusya’ya karşı birçok konuda kırılganlıkları var. Türkiye ile Batı’nın ortak zemini nedir? Türkiye birçok Batı ülkesinden de önce Ukrayna’ya askeri mühimmat, drone verdi. Ukrayna’nın askeri kapasitesini tahkim eden bir rol ifa etti. İkincisi, Ankara’nın söylem dozajını arttırdığını görüyoruz. İşgal ve savaş kavramının daha bolca kullanıldığı bir noktaya geldik. Üçüncüsü boğazlar kapatıldı. Yapılış tarzı da önemliydi. Bir yönüyle Montrö’yü uyguladı diğer yönüyle de yapılış tarzına kendi yorum ve tarzını kattı. Hukukçuların da ifade ettiği gibi Türkiye, Montrö’yü sadece uygulayan ülke değil aynı zamanda onu yorumlama hürriyetine de sahip.

 

Peki Türkiye Batı’dan hangi alanlarda ayrışıyor? Birincisi, ekonomik yaptırımlara henüz katılmadı; ikincisi, hava sahasını kapatmadı. Ekonomik yaptırımlara katılmama sebebi, Türkiye’nin diğer Batı ülkelerinden daha fazla Rusya’ya karşı kırılganlıkları var. Rusya, Türkiye’ye en fazla turist gönderen ülke, ikinci en fazla enerji sağlayan ülke konumunda. Yaklaşık 34 milyar dolarlık ticaret hacmi var iki ülke arasında. Mersin’de nükleer reaktör yapıyor. Liste uzayabilir… Dolayısıyla Rusya’ya karşı ekonomik kırılganlık var. Ve ekonomik krizden geçtiğimiz süreçte bu hadise gerçekleşiyor. Son olarak da Türkiye’nin bir yaptırımlar hafızası da var. Hem Körfez Savaşı sonrası Irak hem de İran yaptırımlara maruz kaldığında Ankara da maliyet ödedi. Bunlardan Türkiye de ciddi manada etkilendi. Diğer Batı ülkelerinden farkı, Türkiye’nin ciddi anlamda jeopolitik kırılganlıkları var. Kriz, çatışma alanlarında siz Rusya ile birebir hem çalışıyor hem çatışıyorsunuz. Rusya İdlib üzerinden yüz binlerce mülteci gönderebilir. Jeopolitik kırılganlık, Türkiye’yi anti-Rusya dozajını ayarlamak zorunda bırakıyor.

 

Türkiye Rusya-Ukrayna arasında klasik bir dengeleme siyaseti izlemiyor, yani net şekilde Ukrayna tarafında. Fakat asıl meselesi Rusya karşıtlığının boyutunu ve dozajını ayarlama. Türkiye siyasetinin parametrelerini ne belirler? Birinci nokta, bu krizin ne kadar derinleşeceği. Bu Rusya için uzun erimli bir batağa mı dönüşecek yoksa belli bir süre sonra Rusya kukla bir rejim inşa etmeyi başaracak mı, yoksa Batı Rusya ile jeopolitik kapışmasını daha üst zemine mi taşıyacak? Ayrıca Türkiye ile Batı arasında son dönemlerde gerçekleşen pozisyonel yakınlaşma aktif iş birliğine dönüşecek mi? Bu noktada Amerikalıların Türkiye’nin F-16 talebini karşılayıp karşılamaması bize bir şey söyleyecek. Bu alanlar, Türkiye’nin Rusya karşıtı dozajını belirlemede ciddi etkiye sahip olacak. Yaptırımlara aktif katılmayacak ama bu yaptırımların sistemik özelliği olması sebebiyle pasif katılmak zorunda kalabilir, en azından bir kısmına.

 

Türkiye’nin uluslararası konumuna gelecek olursak, durum şu son yıllarda Türkiye dış politikasının en moda tabiriyle “stratejik dengeleme, jeopolitik dengeleme” idi. Türkiye; Batı, Rusya, Çin arasında dengeleme siyasetini gözettiğini söylüyordu. Bu kavram Batı ile Rusya arasındaki ilişkilerin savaş değil rekabet kavramı ile değerlendirildiği bir dönem için geçerliydi. Eğer konuştuğumuz şey rekabet ise gri alanda kalabiliyorsunuz, dengeleme yapabiliyorsunuz ama eğer hadise savaşa dönüşmüş ise ve siz de kurumsal olarak NATO’nun parçası iseniz, orada stratejik dengeleme siyasetinin de limitlerine geliyorsunuz. Bu siyaseti kenara bırakmak zorunda değilsiniz ama bu siyasetin kullanım değerinin, süresinin epey limitlerine geldiğini göreceksiniz. Türkiye dış politikasının bu üst çatısını oluşturan çerçeve şu anda krize girdi. Yeni dönemin, Türkiye’nin NATO kimliğini daha fazla vurguladığı, daha fazla ön plana çıkardığı bir dönem olacağı kanaatindeyim. Ama Batı ile bu yakınlaşma iş birliğine dönüşecek mi, Batılılar aktif olarak karşılıklı kanalları açacak mı; bunun da önemli olacağı kanaatindeyim. Her hâlükârda Rusya’nın uluslararası sistem içinde paryaya dönüştüğü, dışarı atıldığı bir dönemde “Rusya ile Batı’yı dengelerim siyaseti”nin kullanım değerinin limitlerine geldik. Bunun hem dış hem iç politikada sorun olacağı kanaatindeyim.

 

Son yıllarda Türkiye’de bir Avrasyacı tahayyül revaçtaydı. Kanaatimce, bu Avrasyacı tahayyülün sonuna geldik. Avrasyacı tahayyülün Türkiye’nin iç ve dış politikası için bir gelecek oryantasyonu olmayacağı üç aşağı beş yukarı bu süreçte ortaya çıktı. Bundan sonra muhtemelen Kanal İstanbul hadisesi başka çerçevede tartışılacaktır. Toplumun Kanal İstanbul hassasiyetleri, soru işaretleri artacaktır.

 

Sistemik bir meseleden bahsediyoruz. Türkiye, Batı ile ilişkilerini büyük oranda sistemik, jeopolitik başlıklar belirledi.  Biz 1856’da Paris Anlaşması’na Kırım Savaşı sonrası dahil olduk. NATO’ya Soğuk Savaş ve Sovyet tehdidinin sonucunda dahil olduk. Bugün de Türkiye-Batı ilişkilerinin geleceği Brüksel’deki bürokratlarca değil global süreçlerin bizi götürdüğü global süreçler, büyük güçler rekabeti tarafından belirlenecek.

İLGİLİ YAZILAR

Putin Durdurulmazsa, Durmaz

PERSPEKTİF’TE 2022

Türkiye’nin tarihini unutmaması lazım. Türkiye, yani Osmanlı Devleti tarihinde İngiltere ve Fransa ile ikişer kere savaştı. Amerika ile hiç savaşmadı. Almanya ile hiç savaşmadı. Ama Rusya ile tam 13 kez savaştı. En büyük kayıplarını o savaşlarda verdi. Bunlar hiç ama hiç tarihin derinliklerinde kalmış konular değil. Siz unutsanız, karşı taraf unutmuyor.

Putin Durdurulmazsa, Durmaz

Rusya’nın Ukrayna’ya askerî harekât düzenlemesi ne bir günde yaşandı ne de olanlar işi bilenleri şaşırttı. Ancak bu kadar büyük bir toptan işgal hareketi dengeleri değiştirdi. Türkiye’de bir yanda Putin’i NATO ve ABD’nin tahrik ettiğini, böylesi bir harekâta mecbur bıraktığını savunanlar diğer yanda Moskova’nın sıradaki hedefinin sıcak denizlere inmek olduğunu dolayısıyla Türkiye olduğunu savunanlar var.

 

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal savaşını, Putin’in kişiliğinde Rus liderliğini ve Moskova’daki dengeleri uzun yıllardır Rusya ve Sovyet coğrafyası üzerine çalışan Bilkent Üniversitesi’nden Hakan Kırımlı ile konuştuk.

 

Putin Ukrayna’yı işgallerini meşrulaştırmak için uzun bir konuşma yaptı ve 20’nci yüzyılın en büyük felaketinin SSCB’nin dağılması olduğunu söyledi.

Putin’in konuşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Değişen bir şey yok. Putin iktidara geldiğinden beri olan şey bu. Putin geldiği andan beri 20’nci yüzyılın en büyük felaketinin SSCB’nin dağılması olduğunu açıkça söylüyor. Jirinovski gibi adamlara da mayın eşeği gibi bazı şeyleri önden söyletiyor sonra tepkiye göre kendisi devam ediyor. Putin’in 1999 yılından beri niyetlerinde hiçbir değişiklik olmadı. Tam tersine, özellikle Çeçenistan olaylarından sonra, Çeçenistan’ı mahvetmesinden sonra bu tasdiklendi. Adamın gönlünde yatan şu: Eski emperyal Rusya’yı, bütün çirkin baskılarıyla, bütün o mekanizmaları ile birlikte dünyanın süper gücü olarak tekrar kurmak ve Rus olmayanların en ufak bir hakkını tanımadan bunu yapmak. Yekten her zaman bunu bu açıklıkta söylemek mümkün olmadığı için kısmen örtülü şekilde oluyor bu. Çarlık usulü, Sovyet usulü, içeriden çatlak sese izin vermeden bunu yapmak istiyor.

 

Bir kere şunu bilmek lazımdır: İnsanlar Putin’in KGB geçmişini zikrederken “Eskiden KGB’de çalışmış” diyorlar. Onu sanki Devlet Su İşleri’nden emekli biri gibi düşünüyorlar… Herhangi bir istihbarat teşkilatında emeklilik ne kadar mümkün olur ayrı mesele… Kaldı ki, KGB bir istihbarat teşkilatından çok çok daha fazlasıydı ve şimdiki adıyla FSB halen de öyle. FSB, sadece isim değişikliği ile KGB’nin devamıdır. Oradaki adamın mantığı, dünyaya bakışı sadece profesyonel bir istihbaratçı, asker dediğinizin çok ötesindedir. KGB’den robot yetişirdi, başka bir şey yetişmesi mümkün değildi. Ve öyle de kalırdı, o tezgâhtan çıkan asla “normal” bir insana dönüşmezdi, dönüşemezdi. Onun için Putin’e “emekli istihbaratçı” diye bakmak bir kere en büyük gafletti.

 

İki; zaten çevresini kurarken (o mu çevresini kurdu çevresi mi onu kurdu, o konuda da çok tartışmalar var), en baştan itibaren tamamını “eski” KGB’cilerden seçti. Bunlar sayesinde iktidara geldi. Klasik bir baskı rejimi kurmanın ötesinde akıl almaz derecede büyük yolsuzlukları da irtikap ettiler, kendi kontrolleri dışında hiçbir şey bırakmadılar. Yeltsin zamanındaki Yahudi oligarklarını ya tamamen yok ettiler ya da uslu fino köpekleri haline getirdiler. Esas olarak KGB’den gelen ve onlar ile çalışanlara (Rus ya da Yahudi fark etmez), ülke kaynaklarından akıllara ziyan ölçüde maddî kazançlar temin etmek suretiyle tam manasıyla klasik bir oligarşik yapı kurdular.

 

Rusya’nın bu kaynakları aslında herkesin bildiği iki kaynaktan geliyor; Almanya, Japonya gibi rasyonel bir ekonomiden değil. Petrol ve gaz fiyatlarının yükselmesi ve bir de silah satışı. Ama en önemlisi ilk ikisi. Aslında o açıdan bakınca Körfez ülkelerinden çok farklı değil gibi gözüküyor. Petrol fiyatı biraz düşünce Rusya’nın nasıl sarsıldığı ortada. Önce böyle bir rejimi kurdular. Sonra Rusya Federasyonu içinde millî bölgeleri olduğu gibi silecek bir politika izlediler. Tamamen Ruslaştırmaya yönelik bir politika idi bu. 81 idari bölgeyi Konya vilayeti, Çorum vilayeti gibi etnik özelliği olmayan bölgelere çevirme planı vardı ve bunu adım adım uygulamaya koydular. Bu süreç halen devam etmektedir.

 

Bu bölgelerde Cumhurbaşkanı daha önce seçimle gelirdi. Şimdi ise seçim falan yok. Kaymakam veya vali tayin edilir gibi bu “millî” cumhuriyet ve bölgelere idareci gönderiliyor. Duma ise tamamen ehlileştirildi. Seçimler zaten maskaralık, serbest seçimlerden bahsetmek gülünç. Millî cumhuriyetlerde millî dillerin öğretilmesi, komik seviyelerle sınırlandı. Devlet kontrolündeki millî medyalar bile minimize edildi. Herhangi bir muhalefetin en ufak bir işareti bile kalmadı. Yeltsin devrinde ortaya çıkmış olan demokratik düşünceli gazeteciler ve aydınlar sokak ortalarında bir şekilde “etkisiz hale” getirildi. Bu şekilde bağımsız medya olgusu dümdüz edildi. Bütün bunlar Putin’e özgü.

 

İNSAN VE PARA KAYBI PUTİN’İN UMURUNDA DEĞİL

 

Bütün bu dedikleriniz daha çok Putin’e ve onun dönemine özgü. Putin örneğinin bugün yaşananların üzerine çıkan bir anlamı mı var? Putin neyi temsil ediyor?

 

Burada ilginç bir şey var. Emperyalist güçlü karakter imajı olması kaydıyla, Putin Rusya tarihinin, aslında birbirinin oksimoron gibi tam tersi olan bütün unsurlarını da kendinde birleştirdi. Putin taraftarları bugün bir elinde Stalin resmi öbür elinde Çar’ın, Lenin’in ikonu ile dolaşıyor. Çar II. Nikolay’ı kim öldürdü? Çarlığın bütün aristokrasisinin ve kadrolarının canına kim okudu? Lenin ve onun Bolşevikleri değil mi? Fakat bu önemli değil Putin’in gözünde. Önemli olan her ikisinin de aynı şeyi temsil etmesi: ‘Büyük Rusya.’

 

Rusya’da bir kelime vardır; “Derjava” diye. Sözlük manası devlettir. Ancak Derjava kelimesinin kapsadığı manalar başka bir dildeki devlet kelimesinden farklıdır. Devletin ötesinde mistik bir kavramdır bu Rusçada. Büyük Rus “Derjava”sının gücünü içeride ve dışarıda eze eze göstermiş olmaları kaydıyla, Korkunç İvan’ı da, Büyük Pyotr’u da, III. Aleksandr’ı da, Lenin’i de, Stalin’i de, benzerleri de hepsi Putin’in hayalindeki panteonda yerlerini alıyor. Saydığım liste içinde halkına nefes aldıran bir kişi bile yok. Bu âdeta dünyanın gelmiş geçmiş en büyük katilleri listesi gibi bir şey. Bunların hepsi Putin’in gözünde yüce insanlar. Yani hem Sovyet Rusyası’nın hem Çarlık Rusyası’nın hayal edilen bütün büyüklükleri sahiplenildi ve bunlar yüceltildi. İster Çarlık ister Sovyet devrinde alt kökenli avam halk nezdinde, “devletin yüceliği”, “Fransa’yı kaçırdıkları”, “Almanya’yı ezdikleri”, “Amerika’yı ürküttükleri” gibi kavramlar hep vurgulanagelmiş, günlük hayatlarında hiç iyi şartlarda yaşamayan insanlar bu şekilde pompalanan gurur duygusu ile yönetilmiştir.

 

Rusya toplumunda her türlü sıkıntı bu gibi masallarla örtülegelmiştir ki bu çoğu halde başarılı olmuştur. Rusya siyasetinde genel yapı olarak bu kahramanlık diskurunu kurduğunuzda, her türlü maddî sıkıntının rahatlıkla katlanabilecek şey olduğuna inanılır. Böyle yüce kavramlar karşısında bireyin önemi yok mertebesindedir. Mesela, saldırıda kaç yüz bin askerin kaybedileceği Stalin’in umurunda değildi, önemli olan hedefin alınmasıydı. Çarlık zamanında da öyleydi. Çar, Stalin’e göre daha insaflıydı tabii. Şimdi de sürekli pompalanan “dünyada kimsenin karşı koyamadığı Süpermen” imajının kabul görmesi karşılığında insan ve para kaybının Putin’in umurunda bile olmayacağına emin olabilirsiniz. Rasyonel bir tepki gelir mi? Normal bir toplumdan gelir ama rasyonel tepkiyi getirebilecek insanlar, gruplar, şahıslar çoktan dümdüz edilmiş durumda. Sağdan soldan çıkacak olursa dümdüz edilir onlar da… Bu noktada yalanın, palavranın, dezenformasyonun en ufak eksikliği olmaz.

 

PUTİN RUSYASI AKIL ALMAZ PROPAGANDA GÜCÜNE SAHİP

 

Bu çerçeveyi bugüne uyguladığınızda Putin’in durmasını gerektirecek bir sebep yok…

 

Bahsettiğim şartlar altında hiçbir sebep yok. Putin’in Ukrayna’da da değil, açık ve net söylüyorum, herhangi bir yerde durması gibi bir şey olmaz. Durması ancak durdurulması şeklinde olabilir. Putin’in bir yere girmemesi söz konusu olmaz, ancak girememesi söz konusu olabilir. Hedefindeki bir şeyi şimdiye kadar, daha evvel yapmadıysa o an yapamayacağını gördüğü, düşündüğü içindir. Yoksa asla merhametinden, birilerine zarar vermekten, vicdanî kaideleri ihlâl etmekten kaçındığından değil. Burada şunun altını çizmemiz lazım. Geçmişe bakarak, Gürcistan hatırlanabilir. Daha önemlisi, 2014’te Kırım’ı, Donbas’ı fiilen yutarken dünyanın o zamanki gafleti ve çekingenliği ona çok büyük cesaret verdi. Bu asla kabul edilemeyecek saldırganlık, o zaman Batı tarafından güya yaptırım adı altında, sinek ısırığından daha tesirli olmayacak tedbirlerle geçiştirildi. Dünya kulağının üstüne yattı. Türkiye’de de, dünyada da böyle oldu. Bu ona cesaret verdi.

 

En baştan beri Rusya’nın Putin’den, aslında 1992’de Yeltsin’den başlayarak şöyle kesin bir politikası oldu: Sovyetler Birliği’nin eski topraklarındaki cumhuriyetlerden herhangi birisi hiçbir şekilde, hiçbir gerekçe ile Rusya’nın bulunmadığı bir ittifaka asla ve kat’a girememelidir. İki; bunlardan hiçbirisi, özellikle Orta Asya devletlerini kastediyorum, ekonomik ve tabiî kaynaklarını dış dünyaya Rusya’yı by-pass ederek sunmamalıdır. Yani boru muhakkak Rusya’dan geçmelidir ki icabında üzerine basılabilsin. Üç; muhakkak Sovyet terbiyesinden geçmiş, anadili bilfiil Rusça haline gelmiş, dünyaya Rus gözüyle bakan ve kıblesi Moskova olmuş adamlar dışında bir adam buraların başında olmamalıdır.

 

Batı bu çizgileri bir türlü anlayamadı. Hatta Strobe Talbott’un “Russia First” (Önce Rusya) politikası çerçevesinde, “Aman Rusya’yı kızdırmayalım, incitmeyelim, NATO’yu genişletmeyelim” gibi görüşler dillendirildi. Halbuki o zaman NATO’yu eski Sovyet cumhuriyetlerinin en azından bir kısmını alarak genişletmek mümkündü. Rusya’nın o zaman bunu engelleyebilmesi mümkün değildi. Çok basit bir şey söyleyeyim. Gürcistan ile Ukrayna NATO üyesi olsaydı bugün Rusya oralardan bir saksı büyüklüğünde bile toprak kopartamamış olur, ancak sınırdan el sallayabilirdi. Bu kadar basit. Niye Rusya, Ukrayna ve diğerlerinin AB’ye, NATO’ya girmesini istemiyor? Çünkü bu ülkeler NATO’ya veya AB’ye girdiği takdirde oraları yutmayı unutması gerekir. Halbuki istediği şey kaplumbağaların kabuğunun olmaması, yumuşacık olmalılar her zaman. Buraların başında Nursultan Nazarbayev’ler, İslam Kerimov’lar, Saparmurat Niyazov’lar gibi ya da daha güzeli Lukaşenko’lar gibi Sovyet terbiyesinden geçmiş, hayatları Moskova’ya sadakatle ifade edilen, zaten Moskova’nın desteği olmasa ayakta duramayacak, ona göbeklerinden bağlı kukla adamlar durmalıydı.

 

Bu kişiler aksırana tıksırana kadar yesin. Fakat sadakatte kusur etmesinler. İçeride istediği zalimliği de yapabilirler, zararı yok, ama Moskova’ya sadakatlerinde kusur olmasın. Bunların ülkelerinde ayağı kayacak olursa, hemen Moskova tarafından toparlanmaları lazım, oralarda asla “renkli” devrimlerin zinhar olmaması lazım ki bunlar yerinde dursun. Değişeceklerse de benzerleri ile değişsin. Bundan kaymalar olduğu zaman Putin ve onun gibiler dehşet verici rahatsızlık duydular. Sebep belliydi, Sovyetler Birliği’nden ayrılmış devletlerin hepsini aslında er ya da geç kümese tekrar sokacak tavuklar olarak görmekteydiler. Hâlâ da öyle görüyorlar. Bunu Avrupa’daki insanlar bir türlü anlayamadı.

 

Bunun yanında Putin devrinde muazzam bir propaganda aygıtı kuruldu. Sovyetlerin en güçlü zamanlarında bile şimdiki ile mukayese edilecek propaganda gücü olmadı. Klasik Sovyet propagandasında etkilenmek istenen ve etkileneceği gerçekçi olarak beklenen asıl kitle sol gruplar, komünist partiler filan olurdu. Aslî müşteriler bunlar olurdu. Putin ile farklı bir boyuta girildi. Çok ilginçtir, eskinin klasik komünist partileri, Türkiye’de de, dünyada da, Moskova’ya eski sadakatlerini sürdürüyorlar. Hatta Türkiye örneğinde görüldüğü üzere sarsılmaz Maocu imana sahip olan güruh bile Pekin’deki kıblesini reddetmeksizin bunun yanına bir Moskova kıblesi de ekleyebildi. Dünyadaki bu gibi alışılmış sol “müşteri”lere ilave olarak her türlü faşist, ırkçı, yabancı düşmanı, popülist, oportünist grup da kazanılma hedefine dahil edildi. Bunların kazanılmasının efektif olarak demokratik Batı’nın istikrarını bozacağı göz önünde bulunduruldu. Ayrıca normalde geleneksel olarak sosyal demokrat olan, liberal, merkez falan diyeceğimiz gruplardan kilit şahsiyetlere de kancalar atıldı. Almanya’da Schröder, Fransa’daki Sarkozy ve Fillon, İtalya’daki Berlusconi gibi politikacılar muazzam şahsî ekonomik çıkarlarla göbekten bağlandı. Yani Putin Rusyası akıl almaz bir propaganda çevresine ulaştı. O da yetmedi sosyal medya üzerinden muazzam bir yatırımla dünyanın her tarafında operasyon yapabiliyor.

 

Şimdi soruyorum, 2010’da “10 sene içinde Rusya Ukrayna’dan Donbas’ı Kırım’ı yutacak, Suriye’ye hâkim olacak, Akdeniz’de üsler kuracak, Türkiye’de birinci dinlenen, takip edilen ajans Sputnik News olacak, Amerika’nın başına Trump geçecek, hem de kılı kılına kazanacağı seçimlerde Rusya’nın parmağı olacak” demiş olsaydım herhalde “Bu adam aklını kaçırmış, kafasını Rus düşmanlığı ile bozmuş” derdiniz. Ciddiye alınmayan bir adam olurdum. Doğrusu o zamanlar ben bazı şeyleri öngörüyordum ama bu kadarını tahmin edemiyordum.

 

PUTİN’İN ÖNÜNÜ ABD AÇTI

 

Amerika bu işle 40 yılını geçirdi. Rusya’ya alan açtılar. Amerika’nın payını nasıl değerlendirmeliyiz? Şu andaki ABD Başkanı, selefi Obama döneminde de bizatihi politikaların uygulayıcısı başkan yardımcısı idi. ABD’nin Rusya algısını ve süreç yönetimini nasıl görmek gerek?

 

Amerika “ne değildir”, ona bakmak gerek. Birtakım şeyleri gerçekten mükemmel planlayan bir ülke ama diğer taraftan da, ki siz de dünyayı biliyorsunuz, inanılmaz zaafları var. Çok iyi hatırlıyorum, 90’ların başı tam Irak krizi vesaire, Saddam krizi çıktığı zamanda Amerikan hariciyesinde, hani buradan bakınca Amerika’nın dünyayı sarmış ahtapot kolları hayal ediliyor ya, Arapça bilen yegâne diplomatları emekli mi olmuştu neydi. Bush’un o meşhur lafı vardır; ‘Irak’ta Araplar var dediniz, bu Şiiler de nerenden çıktı?’ diye danışmanına fırça atmıştı. Rusya’da olan bitenleri de, sanıldığının aksine, hakkıyla takip edip anlayabildikleri çok tartışılır.

 

İkincisi de 90’larda Sovyetler dağıldı, dünyada Soğuk Savaş bitti, ‘Rusya’yı kızdırmayalım, demokratik olsun’ denildi. Ama öyle olmuyor, orayı Arnavutluk falan zannediyorlar herhalde… Amerika her şeyin bittiğini, artık kendince kötü şeylerin olmayacağını düşündü. Burada kırılma noktası İkiz Kuleler’dir. ABD bunu müteakip bütün dikkatini Taliban ve el-Kaide’ye verdi. Tam o sırada “terörle mücadele” sloganıyla Putin’in iktidara gelmesi ve Çeçenistan’ı mahvetmesi, yüz binlerce insanı yok etmesi aynı zamandır. Amerikan diplomatik çevrelerinde ve medyasında Putin’in Çeçenistan’ı yerle bir etmesi “Rusya’nın terörle mücadeleye katkısı” (Russia’s contribution to the war against terror) diye geçiyordu. Çeçenistan savaşının 1990’lardaki birinci safhasını unutmayın, o zaman dünyanın çoğunun sempatisi Çeçenler ileydi. Dış dünyada Rusya’ya karşı tepki vardı. Irak savaşı (daha doğrusu ikinci Irak savaşı) çıkınca, Putin’in Çeçenleri ezmesi “Teröre karşı mücadele”nin (War against terror) bir parçası olarak piyasaya sunuldu.

 

O sıralarda Çeçenlerin arasında gözüken selefî antipatik unsurlar, yüzde yüz FSB’nin yerleştirmeleri idi. Bu radikal gruplar Çeçenistan’da oraya yardıma gelen Batılı hasta bakıcıları, insanî yardım kuruluşu mensuplarını kaçırıp öldürüyorlardı. Mantığı neydi bunun? Rus ordusuyla savaşmak yerine, barış gönüllüsü kızları, Çeçenlere yardıma gelmiş insanları kaçırıp başlarını kesiyorlardı. Bu şekilde Batı’nın gözünde Çeçenler toptan, el-Kaide, Taliban ve daha ne kadar sevimsiz ve caniyane güruh varsa onların yanına kondu. Oğul Bush gibi zekâsı ve bilgisi ihtiraslarının çok gerisinde kalmış Amerikan liderleri, bir taraftan dünyanın uzak noktalarında insanları öldürüp dünyanın nefretini kazanırken, Rusya’yı da hiç rahatsız etmeyen, tam tersine Rusya’nın yolunu açan politikaları ile kritik noktaları Putin’e bıraktılar. Putin ise Rusya içinde her türlü muhalefeti ortadan kaldırıp hedeflerine adım adım ilerler ve gelecekteki hamlelerinin altyapısını hazırlarken Batı’nın tepkisi hemen hemen hiç olmadı.

 

Borular-gazlar meselesi de önemli. Ta Mesut Yılmaz’dan başlayan ve devam eden Rusya’ya enerji açısından bağımlı kalma gafletine işaret etmek istiyorum. Ruslar, önce Bakü-Ceyhan’ı engellemek için her şeyi yaptı. Türkiye’yi gaz ve petrolde tamamen Rusya’ya bağımlı hale getirmek için her şeyi yaptılar. Şu anda zaten Avrupa onun sıkıntısını çekiyor. “Gerekirse musluğu tıkarım, nefes borunu kapatırım” noktasına getiriyorlar.

 

İnsanlar Rusya’nın enerji politikasını rasyonel bir ekonomi politikası gibi sürdürdüğünü zannediyor. Mesela, sanki diyelim Türkiye ve Hollanda arasında, “Ben sana 10 lira vereyim sen bana 1 kilo portakal ver” gibi. Hiç öyle değil. Rusya’nın attığı her adım, rasyonel iktisadî kazanca yönelik adım olmanın ötesinde, tamamen karşısındakini bağımlı hale getirmeye yönelik adımlardır. Putin için bu şekildeki stratejik siyasî kazanç ekonomik kazançtan çok daha kritik öneme sahipti ve hâlâ da öyledir. Bunların hiçbirisi o zaman görülmedi. Bu arada, bütün dünyada Rusya ile işe bulaşan devlet idarecileri de kaymağını yiyor tabii, problem çıkaracak unsurlar da kalmıyordu. Schröder’ler, Fillon’lar, Berlusconi’ler ve daha yüzlercesi…

 

Bir de IŞİD hikâyesi var tabii.

 

Rusya IŞİD’in neresinde?

 

Adım gibi emin olduğum şey, yüzde yüz; bakın seksen demiyorum, bu işte FSB parmağı olduğudur. İslam dünyası içinde buna katkı sağlayan, IŞİD’i mümkün kılan gerçek, otantik dinamikler yok mu? Elbette her zaman var, ama bir de bu dinamikleri bir kalıba sokma meselesi var. Dikkat edelim IŞİD bulunduğu yerde en antipatik, en rezil, en caniyane şeyleri yaptı. Nefret kazanacak her şeyi yaptı. Burada bir şey dikkatinizi çekti mi… Koreli hemşire, Japon falanca, İtalyan bilmem kim yahut Türk askeri herkesi kestiler, yaktılar, vahşice öldürdüler. Bir tek Ruslara kesinlikle dokunmadılar.

 

Bir boyut daha var. Mesela, Dağıstan özellikle son 20 sene içinde herkesin, dinî hareketlerin tamamen FSB’nin gözü altında olduğu bir yer. Böylesi bir yerde neredeyse sokak kampanyaları ile araba dolaştırılıp IŞİD’e gönüllü alınıyordu. Böylece, Putin bir taşla belki 10 kuşu vurmuş oldu. İçeride ne kadar potansiyel problem yaratabilecek unsur varsa IŞİD’e gönderip onlardan kurtulurken, bu cahil unsurlar IŞİD içinde özellikle Batı ile uğraşıp, hiç alakaları olmayan insanları öldürüp zulmederek dünyanın nefretini kazandılar. Dış dünyanın ilgisi Esed’in ve onun arkasındaki Rusya’nın cinayetlerinden IŞİD’inkilere döndü, hatta birinciler âdeta meşrulaştı.

 

Türkiye’de gerçekleşen IŞİD eylemlerini nereye oturtuyorsunuz?

 

Asla hoş görülür şey değil, asla kabul edilir şey değil, ama mesela fanatik bir Yahudi düşmanının sinagog bombalamasındaki kendi açısından mantığı anlarsınız. Fanatik bir dinî ideoloji mensubunun düşmanlarına karşı terörünü anlayabilirsiniz. Bir neo-Nazi’nin gidip Almanya’daki Türk kahvesine Almanya’da bomba koymaktaki caniyane rasyoneli de anlarsınız. Ama bir Özbek’in gelip İstanbul’da gece kulübü basıp insanları öldürmesinin izah edilebileceği rasyonel bir alan yoktur. Hatırlayın, IŞİD’in ardından Esed unutuldu. ABD’nin Suriye’deki varlık sebebi güya IŞİD’i temizlemeye dönüştü. Trump ne dedi “Biz niye buradayız? IŞİD ile savaşmak için.” Halbuki üç sene önce orada IŞİD yoktu. Suriye faciası IŞİD ile başlamış değildi. Amerika’nın güya IŞİD’le uğraşmak üzere vekil tayin ettiği PKK/PYD’ye verdiği destek de bununla açıklanıyordu. Amerika’nın bu tutumunun haklı olarak Türkiye’nin tepkisini çekmesi ve Türk-Amerikan ilişkilerin görülmemiş ölçüde bozulması ise tam da Putin’in istediği şeydi. Nihayet Trump “Biz IŞİD ile savaşı Rusya’ya bırakıyoruz” diyerek kenara çekildi. Artık Suriye’de meydan bütünüyle Putin’e kalmış oldu.

 

Amerika bu hale geldiği için, hakikaten aptallaştığı için Türkiye’de de bu olaylar sorulmadı. Suriye meselesi son dönemlerde Türkiye için esasta PKK meselesi olarak görüldü ve hâlâ da öyle görülüyor. Kısmen de IŞİD meselesi olarak görülüyor. Böylece, Rusya’nın oradaki varlığı meşrulaşmış oldu.

 

UKRAYNA KURBANLIK KOYUN OLMAYI KABUL ETMEDİ

 

Bugüne gelirsek Ukrayna ile alakalı şu anda yapılacak bir şey var mı? Yaptırımların Rusya’yı durdurmayacağı da ortada. Bu iş nereye gider?

 

Putin durdurulmaz ise hiçbir yerde durmaz. “Hiçbir yer” kelimesini de “her yer” olarak anlayın. Şu anda ne yapılabilir? Baştan yapılması gereken yapılmadı ama onlar ayrı bahis. Putin’in önü boş bırakılırsa Ukrayna’yı da yutar, mümkün olan başka her yeri de yutar. İlk hedef olarak eski Rus/Sovyet imparatorluğunun ihyasını gören bir adamın niyetlerinin hâlâ doğru anlaşılmaması, yüz binlerce masum insanın canına, milyonlarcasının perişanlığına mal oldu ve olmakta.

 

Aslında son Ukrayna olayında onun niyeti gerilimi maksimum noktaya kadar çıkarıp beladan kaçınmak isteyen Batı’yı, Ukrayna’yı sıkıştırarak kolay yoldan tamamen teslim olmaya zorlatmaktı. Allah korusun, mesela Trump gibileri iktidarda olsa bu çoktan mümkün olurdu. Putin o safhada önce, bir öncesinde işgal edilmiş olan Kırım’ın ve Donbas-Luhansk’ın kesin olarak yutulmasını kabul ve tasdik ettirmeyi, Ukrayna’yı ise her türlü koruma kalkanından ari olarak tutmayı, böylece onu müteakip yutma hamleleri için yumuşacık bir duruma getirmeyi istiyordu. Batı ve dünyanın geri kalanı da Ukrayna’nın ve elbette geri kalan bütün eski Rus/Sovyet nüfuz sahasının Rusya’nın dokunulamaz arka bahçesi olduğunu kabul etmeliydi. Hele başına Yanukoviç veya Lukaşenko gibi kukla birisinin getirileceği Ukrayna piştiğinde (ki hiç de uzun sürmezdi) ağza düşecek armut haline gelirdi. Gerilimin maksimuma ulaştırıldığı noktada az-çok bu şartlarda yapılacak bir “diplomatik çözüm” ile Batı da “Barışı sağladık” diye zafer çığlığı bile atabilirdi.

 

Böyle olmadı. Ukrayna kurbanlık koyun olmayı kabul etmedi. Bugün de, mevcut şartlar altında “diplomatik çözüm” ile neyin kastedildiğini anlamakta zorluk çekiyorum. Ukrayna topraklarını tankı, topu, roketleriyle işgali altında tutan Putin’in ne demesini bekliyorsunuz? “Kusura bakmayın, savaş yaptık ama şimdi biz gidelim buradan” mı diyecek, bunu mu bekliyorsunuz? En iyi şartlarda “Ukrayna’nın yarısını verin” diyecek “Çeyreğini verin” diyecek, “İleride Ukrayna’yı korumayacağınıza söz verin” diyecek. Kaldı ki bu da yakın gelecek için asla yeterli olmayacak. Yarın bir gün en ufak bir fırsat çıktığında bu şekilde içi boşaltılmış Ukrayna’yı yutmak için harekete geçecek. Yakın geçmişte Belarus’ta olanlara seyirci kalmanın da ne demek olduğunu aslında bugün olanlar gösteriyor. Dünyanın beklenen gafleti karşısında tezgâh öylesine hazırlanmış ki! Hitler güçlenirken Avrupa gafleti hikâyesinin belki daha da fazlası. O zamanki neşriyatı okuyorum. O zaman bile daha aklı başında adamlar var Hitler’e karşı. Bugün Avrupa, Batı ve daha fazlası ne kadar dik durdu durdu, yoksa işin sonu kötü…

 

Problemin kökeninin ABD olduğunu düşünüyorum. ABD’de Rusya’ya karşı geleneksel olarak özellikle Cumhuriyetçiler karşı durur, Demokratlar ise daha oynak olurdu. Amerikan neo-con saçmalığı ise bakışını Rusya dışı işlere yöneltti, âdeta dünyayı Amerika’dan nefret ettirecek ne varsa yaptı. Sonra gelen ve insan olarak topladığı sempati bir yana, Obama ise, son derece safça Rusya politikaları itibarıyla klasik Demokratların bile kat be kat yumuşağı oldu. Bu arada, Putin âdeta bir inanılmazı başararak Cumhuriyetçiler içinde mevzi kazandı. Cumhuriyetçilerin adayı popülist Trump, Rusya’nın tam idealindeki başkan tipi oldu. Trump bütün başkanlık döneminde tek bir kere, evet tek bir kere bile Putin siyasetine karşı çıkan bir kelime dahi etmedi. Şimdiki ABD yönetiminin doğruluğu, yeterliliği meselesi bir yana, ama ya bugün Trump veya Obama olsaydı ABD başında… Düşünmek bile istemiyorum. Ukrayna da, daha fazlası da çoktan gitmişti.

 

Ukrayna gibi hayatî bir yerin muhafazası, her bakımdan istiklal ve hürriyetlerini hak eden bu insanların bundan mahrum kalmamaları ve Putin’in kana susamış ve dünyanın bir numaralı tehdidi haline gelen ihtiraslarının önüne geçilebilmesi için yapılacak iş, Ukrayna’yı mevcut şartlar içinde maksimum ölçüde maddî-manevî yardımlarla desteklemek ve Putin Rusyası’nı maksimum ölçüde sıkıştıracak tedbirleri almaktır. Delice askerî harekâttan söz etmiyorum muhakkak ki. Elbette asla kimse III. Dünya Savaşı’nı isteyemez. Ama Putin’in sürekli olarak Batı’nın bu haklı endişeyle sınırlanacağını ve neticede teslimiyetçi olacağını bilerek bir sonraki hamlesini yapmakta olduğunu da unutmayalım.

 

Türkiye-Rusya yakınlaşması konusunda Türkiye ne yapabilir? Bu süreç Türkiye’yi NATO’dan uzaklaştırmıştı, şimdi daha da yaklaşma mecburiyeti var. O anlamda Türkiye’nin yörüngesini normalleştirecek etkisi olur mu?

 

Son yıllarda Türkiye medyasında görülen ve ipin ucunu çoktan kaçırmış anti-Batı ve pro-Çin özellikle de pro-Rus propagandasını kesinlikle sonlandırılması lazımdır. O kadar ki, pek çok insan, Türkiye’nin kendi güvenliğinin en büyük garantisi olarak girmiş olduğu ve öyle de olan NATO’yu bir numaralı düşman olarak, Türkiye’yi bölmek için yapılan hain Batı komplosunun temel aracı olarak görür hale geldi. Bu durum, Rusya’nın eline inanılmaz güç veriyor. Öte yandan, Türkiye’nin enerjiden başlayarak Rusya’ya bağımlılığının minimuma indirilmesi lazım. Bunun çoktan olması gerekirdi.

 

İkinci üçüncü nükleer santralleri Ruslarla birlikte yapma kararı, ikinci S-400 paketi gözden geçirilmeli mi?

 

Elbette. Tamamı Türkiye’yi Rusya’ya yakınlaştırıp Batı’dan uzaklaştırıyor. Batı, elbette sütten çıkmış ak kaşık değil, asla Batı’nın yahut bir başkasının sıradan bir aleti olmak istenecek şey değil, ama unutmamak gerekir ki, Rusya’yı durduracak başka bir güç de yok. Malezya yahut Uruguay ile mi durduracaksınız? Hayal görmenin faydası bulunmuyor.

 

Türkiye’nin tarihini unutmaması lazım. Türkiye yani Osmanlı Devleti tarihinde İngiltere ve Fransa ile ikişer kere savaştı. Amerika ile hiç savaşmadı. Almanya ile hiç savaşmadı. Ama Rusya ile tam 13 kez savaştı. En büyük kayıplarını o savaşlarda verdi. Bunlar hiç ama hiç tarihin derinliklerinde kalmış konular değil. Siz unutsanız, karşı taraf unutmuyor. Rusya’daki emperyalist Putin ve Dugin kafasında mevcut olan gerçek düşüncelerin ne olduğunu anlamak için, uçak krizi patladığında o gece Rusya TV’lerindeki lafları dinlemekte fayda vardı. Rusya’daki medyada Putin’in aklından geçmeyenlerin ve kabul etmediklerinin söylenmesi akıldan geçmez. O gece orada hemen Ayasofya’ya haç takılmasından, İstanbul’un ve Ankara’nın nükleer bombalarla bombalanmasından vs. bahsedildi. Bunlar hiç de birkaç delinin fantezisinden ibaret değildi. Böyle fikirlerin delilik olduğu tamamen doğru, ama böyle düşünceleri aklından çıkarmayanların maalesef Putin Rusyası’nın standart adamları olduğu da doğru. Bu gibileri hayallerini gerçekleştiremiyorlarsa, bu istemediklerinden ya da insanlara acıdıklarından değil, buna imkân bulamadıkları içindir. Bunların Türkiye’de görülmesi lazımdır. Her millet gibi büyük saygıyı hak eden Rus milletini, bu halkın sonsuz saygı ve sevgiyi hak eden sayısız iyi insanlarını elbette ki tenzih ederim. Bahsedegeldiklerim, tarih boyunca dünyanın olduğu kadar bizzat Rus milletinin de başına gelen sayısız belanın amilleri olmuşlardır.

İLGİLİ YAZILAR

hatem ete

PERSPEKTİF’TE 2022

Aralık ve Ocak ayındaki gelişmeler, yaşanan siyasi tartışmalar ve uzunca bir süredir muhalefet lehine işleyen seçmen hareketliliğinin iktidar lehine yön değiştirmesi, 2022 yılının muhtemel siyasi seyri ve seçimlerin muhtemel sonucu hakkında önemli ipuçları sağlıyor. Önümüzdeki dönemde iktidar, konjonktürel siyasal gelişmelerin seyri üzerinde muhalefete kıyasla daha etkili olsa bile seçimlerin kaderi büyük oranda muhalefetin performansı üzerinden şekillenecektir.

PANORAMATR dahil birçok kamuoyu araştırması Erdoğan’ın ve AK Parti’nin Ocak ayında 2-3 puanlık bir oy artışı sağladığını ortaya koydu. Bu önemli, çünkü 2021 yılının oy hareketliliği örüntüsünde bir sapmaya işaret ediyor.

 

Bu sapmanın niteliğini, kalıcı olup olmadığını ve muhtemel nedenlerini tartışmadan önce 2021 yılındaki genel fotoğrafı hatırlamakta yarar var.

 

2021 yılı boyunca iktidar bloku bütün bileşenleriyle istikrarlı bir şekilde oy kaybederken, muhalefet bloku da toplam oyunu artırmıştı.

 

2021 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tercih edilme oranında 10 puanlık bir düşüş yaşandı. Yıl başında yüzde 40 civarında olan destek, yıl sonunda yüzde 30’a düştü. Cumhur İttifakı’nın oy oranı da 2021’de 10 puana yakın bir düşüş yaşadı. Yıl başında doğrudan tercihlerde 40 çeperinde, kararsızlar dağıtıldıktan sonra 50’nin az altında olan Cumhur İttifakı oyu, yıl sonunda, sırasıyla 30’a ve 40’a düştü. Bu düşüş büyük oranda AK Parti’de yaşandı. MHP yıl içerisinde 1-2 puanlık oy kaybı yaşarken, AK Parti’nin kaybı 7-8 puan oldu.

 

İktidardaki oy kaybına paralel olarak, 2021’de muhalefet de istikrarlı bir şekilde oyunu artırdı. Yeni partilerin kurulması ve mevcut partilerin oy artırması neticesinde, yıl başında yüzde 50 çıpasına tutunan muhalefet, yıl sonunda yüzde 60’ı yoklamaya başladı.

 

2021 yılı boyunca iktidar blokunda yaşanan oy kaybı ve muhalefet blokunda görülen oy artışı, kamuoyu ve siyaset algısında iktidar değişimi ihtimalini güçlendirerek, muhalefetin önümüzdeki seçimleri kazanacağına yönelik güçlü bir iyimserlik oluşturdu.

 

Ocak 2022 verilerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’da ve AK Parti’de görülen 2-3 puanlık artış, iktidarın kaybetme trendini tersine çevirmediği gibi muhalefetin önümüzdeki seçimleri kazanma ihtimalini kaybettiğini de göstermiyor elbette. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tercih edilme oranı da Cumhur İttifakı’nın oy oranı da halen önümüzdeki seçimleri kazanılması için gereken desteğin epey gerisinde. İktidar lehine yaşanan bu değişimin kalıcı olmayabileceğine yönelik güçlü yapısal dinamikler de mevcudiyetini koruyor. Ayrıca Millet İttifakı yeniden Cumhur İttifakı’nın gerisine düşse de muhalefet hâlâ toplamda yaklaşık 15 puanla iktidarın önünde görünüyor.

 

Buna rağmen, iktidar ve muhalefetin seçim performansları üzerinde doğrudan etkide bulunması muhtemel imkân ve risklere ışık tuttuğu için Ocak ayı siyasi gündemini değerlendirmekte ve seçmen hareketlerinde görülen değişimi yorumlamakta yarar var.

 

İktidarın Seçim Stratejisi

 

Nesnel kriterler üzerinden bakıldığında, son iki ayda, seçmenin iktidara yönelmesini gerektirecek bir gelişmenin, iyileşmenin yaşandığını söylemek zor. İktidar 20 Aralık hamlesiyle TL’nin dolar karşısındaki değer kaybını durdurmayı başarsa ve asgari ücret başta olmak üzere ücretli kesime yüksek oranlarda ücret artışı yapsa da enflasyon yükselmeye devam edip yapılan ücret artışının üstüne çıktı. Toplumun ekonomik krizden etkilenme boyutunda da ekonomi algısında da herhangi bir düzelme yaşanmış değil. İktidarın ülkeyi yönetme, rasyonel kararlar alma ve topluma gelecek umudu sunma performansında da herhangi bir düzelme yok.

 

Buna rağmen, iktidar seçmeninde görülen göreli psikolojik rahatlama ve iktidara kısmi yönelişi nasıl yorumlamak gerekir?

 

Kanaatim, bunun büyük oranda, Erdoğan’ın Kasım 2021’de yöneldiği stratejiyle ve dolayısıyla iktidarın önümüzdeki döneme ilişkin bir stratejisi olmasına karşın muhalefetin bir stratejisinin olmayışıyla ilişkili olduğu yönünde.

 

Daha önce birkaç yazıda da ayrıntılı olarak ifade ettiğim gibi, Erdoğan 2021 yılı boyunca, önümüzdeki seçimleri kazanmasını sağlayacak bir siyasi çıkış bulma ümidiyle sürdürdüğü arayışlarından anlamlı bir sonuç elde edemeyince Kasım 2021’de Cumhur İttifakı dinamiklerine tutunma kararı aldı. Dini ve milli değerler üzerinden kendi seçmenini konsolide etme ve muhalefet ittifakını ayrıştırma hamlelerine ağırlık vermeye dayalı eski stratejiye ekonomi de dahil edildi.

 

Aslında bu strateji, Erdoğan’ın siyasi krizine çare olabilecek bir strateji değil. Erdoğan’ın önümüzdeki seçimleri kazanabilmesi için hem mevcut tabanını koruması hem de son üç yıl içerisinde yavaş yavaş kendisinden kopan seçmen kitlesini yeniden kazanması gerekiyor. Erdoğan, aynı anda hem mevcut tabanını koruyacak hem de genişletecek siyasi enstrümanlardan yoksun olduğunu fark edince mevcut tabanını korumayı önceleyen bir politikada karar kıldı.

 

Bu strateji, Erdoğan’ın mevcut tabanını korumasına ve yakın zamanda kendisinden uzaklaşan bir kısım seçmeni geri kazanmasına hizmet edecektir. Ancak bu strateji doğrultusunda yöneleceği söylem ve politikalarla siyasal esnekliğini kaybedeceği ölçüde önümüzdeki seçimleri kazanmasını sağlayacak büyüklükte bir seçmen desteğine kavuşması da oldukça zorlaşacaktır. Erdoğan’ın bu stratejiyle mevcut tabanını koruma pahasına önümüzdeki seçimleri kazanmasını sağlayacak seçmene hitap etme imkânından feragat ettiği söylenebilir.

 

Bunu Erdoğan’ın gönül rahatlığıyla, isteyerek verdiği bir karardan öte başka çaresi olmadığı için vermek zorunda olduğu, içinde bulunduğu koşulların dayattığı bir karar olarak okumak daha doğru olur. Ancak, seçimleri kazanmasını zorlaştırsa da bu stratejinin Erdoğan’a sağladığı bazı avantajlar da var.

 

Öncelikle bu strateji, Erdoğan’a mevcut tabanını koruma ve kendisinden uzaklaşsa da muhalefete yönelmeyip uzunca bir süredir kararsız blokunda duraklayan bir kısım seçmenini geri kazanma imkânı sağlıyor.

 

İkinci olarak, dini ve milli hassasiyetlere dayalı keskin pozisyon alışlarla hem muhalefetin farklılığını/uyumsuzluğunu derinleştirme hem de siyasal hazırlıksızlığını görünür kılma imkânı sağlıyor.

 

Üçüncü olarak, siyaset ve toplum kültürel hassasiyetlere dayalı başlıklarla meşgul edilerek ekonomik kriz, siyasi gündemin oluşturduğu yoğun sis perdesi altına gizlenmeye çalışılıyor.

 

Bu avantajlar üzerinden Erdoğan kendi tabanını konsolide ederken, muhalefeti hata yapmaya zorlamayı öngörüyor.

 

İktidarın Stratejisi Sonuç Üretiyor

 

Aralık ve Ocak ayındaki gelişmeler, iktidarın bu stratejisi doğrultusunda yaşandı. Erdoğan; 20 Aralık hamlesi sonrasında TL-dolar paritesindeki istikrar ve maaşlı kesime yönelik yüksek oranlardaki artışla vatandaşı enflasyon karşısında ezdirmeyeceği algısını oluşturmaya gayret sarf etti. Bu politikayı yoğun bir siyasi iletişimle topluma aktarırken, muhafazakâr-milliyetçi kesimi konsolide etmeye yönelik siyasi gündem belirleme inisiyatifini de yeniden kazandı.

 

Aralık ve Ocak aylarında siyaset ve toplum dört başlıkla meşgul oldu. Çeşitli terör örgütleriyle ilişkili yüzlerce kişinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından işe alındığı iddiası ve HDP Milletvekili Sema Güzel’in dokunulmazlığının kaldırılmasına yönelik fezleke, muhalefet-terör ilişkisi üzerine yoğun bir kampanyanın başlatılmasına ve muhalefet içi ayrışmanın derinleşmesine yol açarken; Enes Kara’nın intiharı üzerinden başlayan cemaat-tarikat tartışması ve Sezen Aksu’nun bir şarkısında Hz. Adem’e hakaret ettiği iddiası dini değerler/hassasiyetler etrafında yoğun bir tartışmaya neden oldu.

 

Ocak ayı iktidarın ekonomiyi siyasallaştırma ve siyaseti güvenlikleştirme stratejisinin çalıştığını gösterdi. İktidar ihtiyaç duyduğu psikolojik üstünlüğü ve gündem belirleme inisiyatifini yeniden kazanırken, oy oranını da artırdı. Ancak bu artış oranı Erdoğan’ın önümüzdeki seçimleri kazanmasını sağlamıyor. Nitekim son altı aylık trend, Erdoğan’a yönelik oy hareketliliğinin ortalama 5 puanlık bir eksen üzerinde yaşandığını gösteriyor. Bu ekseni doğrudan tercihlerde kabaca yüzde 30-35; kararsızlar dağıtıldıktan sonra yüzde 38-43 bandı olarak tarif etmek mümkün. 30 ve/ya 38 bandı Erdoğan’ın direncini oluştururken, 35 ve/ya 43 bandı da potansiyel genişleme sınırını işaret ediyor.

 

Mevcut siyasal koordinatlarında yapısal ve radikal değişikliklere yönelmediği ölçüde, Erdoğan’ın oy genişleme marjının sınırlı olacağı öngörülebilir. Bu da önümüzdeki seçimleri kazanmasını oldukça zorlaştıracaktır.

 

Dolayısıyla, içinde bulunduğu koşulların seçimleri kazanmasını sağlayacak bir siyasal değişime yönelmesine izin vermediğini gören Erdoğan’ın, seçimleri kazanmak yerine muhalefetin kaybetmesini sağlamaya yönelik bir stratejide karar kıldığı söylenebilir. Bu çerçevede, Erdoğan’ın Kasım 2021’de verdiği karar üzerinden, seçimlere kadar siyasetin nabzını elinde tutsa da seçimlerin kaderini muhalefete terk ettiğini söylemek yanlış olmaz.

 

Muhalefetin Siyaset ve Strateji İhtiyacı

 

Ocak ayı iktidarın imkânlarını ve sınırlarını işaret ettiği gibi muhalefetin açmazlarını da gösterdi. 2021’in son çeyreğinde Erdoğan’ın yarattığı boşluğu doldurmaya yönelen ve hem toplumsal algı hem de oy hareketliliği üzerinden bu yönelişin kazanımlarını elde etmeyi başaran muhalefet, Erdoğan’ın yeniden siyasete ağırlığını koyduğu Aralık ve Ocak aylarında siyasal alandan çekilmiş bir görüntü verdi. Muhalefet, Ocak ayında, kendi gündem önceliklerine yaslanan proaktif bir siyaset geliştirmekte zorlanarak, gündemi büyük ölçüde iktidara terk etmek durumunda kaldı.

 

Erdoğan’ın siyasete geri dönüşü seçimleri kazanmasını sağlayacak bir oy hareketliliğine yol açma ihtimalinden uzak olsa da muhalefetin alternatif olma algısını zedeleyebilecek bir sonuç üretebilir. Bugüne kadar siyasal koordinatlarında ve siyaset performansında yapısal herhangi bir değişime yönelmeden iktidarın hatalarından medet ummaya yönelik edilgen bir strateji izleyen muhalefet, seçimlere kadarki dönemde ciddi sıkıntılarla karşı karşıya gelebilir.

 

Kamuoyu araştırmaları, toplumun iktidardan umudu kesmesine karşın muhalefeti güven uyandıran bir alternatif olarak görmediğini gösteren pek çok bulguya sahip. Toplum, iktidarın birçok sorun ürettiğini fark etmekle beraber muhalefeti bu sorunların çözümünde anlamlı bir adres olarak görmüyor.

 

Muhalefet bugüne kadar Cumhur İttifakı’nın dini ve milli hassasiyetleri güvenlikleştiren siyasetine alternatif olabilecek bir vizyon üretemedi. İktidarın çeperinde yer alan toplumsal kesimleri kapsayacak bir siyasete yönelmek yerine bu kesimleri rahatsız edecek söylemlerden uzak durmakla yetindi. Etnik ve dini hassasiyetlere sahip başlıklarda toplumu kuşatacak yeni bir siyasi söylem geliştirmek yerine elitlerin taktiksel sessizliğini yeterli gördü. “Nasıl bir Türkiye?” sorusuna “Erdoğan’sız bir Türkiye” cevabını vermekle yetindiği, Türkiye’yi ikinci yüzyıla taşıyacak alternatif bir siyasi hikâye üretemediği, kuşatıcı bir Türkiye tahayyülüne sahip olmadığı için nüfusun yüzde 65’inin yaşadığı illeri kazanmasına rağmen siyasi ve toplumsal bir dalga yaratamadı.

 

Bu durum, Erdoğan’a yönelik desteğin çözülmesini zorlaştırdığı gibi muhalefetin taban genişlemesini de sınırlıyor. İktidardan uzaklaşmaya hazır seçmen güven duyacağı bir alternatif göremediği sürece hareketlenmemeyi tercih ediyor.

 

Önümüzdeki dönemde, muhalefetin işi daha da zorlaşacaktır. Bugüne kadar muhalefet iktidarın hatalarından medet umuyordu, şimdi Erdoğan da muhalefetin hatalarından medet uman bir stratejide karar kılmış görünüyor. İktidar da muhalefet de yeni toplumsal kesimlerde ilgi uyandıracak yaratıcı söylem ve politikalara yönelmek yerine, rakibinin hatalarından medet ummaya yönelmiş durumda.

 

Erdoğan’ın muhalefetin hatalarını görünür kılmaya öncelik veren yeni stratejisi muhalefetin alternatif olma sıkıntısını daha da derinleştirecektir. Erdoğan, önümüzdeki dönemde, hassas başlıklar üzerinden açacağı tartışmalarla muhalefeti pozisyon almaya zorlayacak, Ocak ayında görüldüğü üzere, muhalefet pozisyon aldıkça da hem yeni seçmen potansiyeli daralacak hem de iç uyumu zedelenecektir.

 

Seçimlere 1,5 yıllık bir süre varken, muhalefet partilerinin tabanlarındaki muhtemel direnci göğüsleyerek yeni bir siyasi hikâye üretmesini beklemek gerçekçi değil. 31 Mart seçimlerinden sonra böyle bir kurucu misyona soyunabilirlerdi, ancak bu imkân artık yok. Ancak, parti içi dinamikler dolayısıyla laiklik ve milliyetçilik perspektiflerini yumuşatma imkânları daralsa da ittifak denklemini genişletme ve kurumsallaştırma üzerinden muhtemel risklerini azaltma imkânları mevcut görünüyor. Bu imkânları değerlendirmeyi başka bir yazıya bırakarak, son haftalarda buna yönelik yaşanan hareketliliğin önemli bir potansiyel taşıdığını söylemekle yetinebiliriz.

 

Gündem İnisiyatifi İktidarda Olsa da Seçimlerin Kaderi Muhalefetin Elinde

 

Erdoğan’ın Kasım 2021’de yöneldiği yeni stratejinin mevcut tabanını konsolide etmeye ağırlık verirken farklı toplumsal kesimlerin desteğini alma imkânını zorlaştırdığına, bu nedenle de önümüzdeki dönemde muhalefeti hata yapmaya zorlayacak aktif bir gündem mühendisliğine yöneleceğine yönelik öngörümüz doğruysa, seçimlere kadarki sürede gündem belirleme inisiyatifi iktidarda olmasına karşın seçimlerin sonucunu belirleme inisiyatifi muhalefette olacaktır.

 

İktidarın seçimlere kadarki stratejisi ve bu stratejiden muhtemel beklentileri belli. Muhalefetin bu stratejiye nasıl karşılık vereceği ve/ya nasıl bir alternatif stratejiye yöneleceği ise daha belli değil. Bu da iktidarı muhalefetten daha avantajlı kılıyor.

 

Sonuç olarak, Aralık ve Ocak ayındaki gelişmeler, yaşanan siyasi tartışmalar ve uzunca bir süredir muhalefet lehine işleyen seçmen hareketliliğinin iktidar lehine yön değiştirmesi, 2022 yılının muhtemel siyasi seyri ve seçimlerin muhtemel sonucu hakkında önemli ipuçları sağlıyor.

 

İktidar, yöneldiği siyaset üzerinden oy erimesini durdurma pahasına seçimleri kazanma imkânını da büyük oranda riske sokmuş durumda. Muhalefet ise iktidarın bütün açmazlarına rağmen önümüzdeki seçimleri kaybetme ihtimalini açık tutuyor. Cumhur İttifakı denklemine endeksli mevcut söylem ve politikaları sürdürdüğü müddetçe Erdoğan’ın önümüzdeki seçimleri kazanma imkânı -neredeyse- yok ama muhalefetin seçimleri kaybetme ihtimali hâlâ mevcut. Önümüzdeki dönemde iktidar, konjonktürel siyasal gelişmelerin seyri üzerinde muhalefete kıyasla daha etkili olsa bile seçimlerin kaderi büyük oranda muhalefetin performansı üzerinden şekillenecektir.

İLGİLİ YAZILAR

  • 1
  • 2
Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.